Bir ülkenin politik rejimi, genelde sanıldığının aksine, o ülkede yaşayan insanların haleti ruhiyelerinden tamamen bağımsız değildir. Politik olanla psikolojik olan arasında ilişkisellik vardır.
Çoğu zaman rejim diyerek, düzen addederek içinde yaşadığımız toplumun politik hallerinin sorumluluğunu üzerimizden atmaya çalışırız. Sanki rejim de düzen de bizim iradelerimizin bir ortalaması olarak değil de tesadüfen oradadır. Oysa, en azından modern zamanlarda, hiçbir rejim ya da düzen gökten zembille inmez. Hiçbir ülkenin politik iktidar yapısı sadece dışsal bir komplo teorisiyle açıklanabilecek kadar basit değildir. Bir toplumun başına gelenler nadiren birkaç kötü insanın etkisiyle açıklanabilirdir. Meselelere ancak böyle bir pencereden bakabilenler birey düzleminde de toplum düzleminde de zaten ergenlik belirtileri gösterenlerdir. Çünkü bu tür bir zihniyette sorumluluk duygusu yoktur. Hayat bir başa gelen olarak yaşanır. Reşitler dünyaya böyle bakmazlar.
Ataların, babaların, reislerin kol gezdiği bir politik iklimde toplumsal vasat ergenlikte oluşur. Konu sadece cezai ehliyet ya da oy verme hakkı gibi hukuki veya anayasal değildir. İnsanlar başlarına gelenlerin sorumluluğunu üstlenmekten düzenli bir biçimde imtina ediyorlarsa ergendirler. Büyümemiştirler. Böyle toplumlarda ataların, babaların, reislerin sürekli gündemde olması aslında eşyanın tabiatına uygundur. Her ergen için ebeveyni potansiyel bir mesihtir. Mesihin tanımı ise tek bir dokunuşla tarihi değiştirebilme gücüne sahip olmaktır. Sürekli kurtarılmayı beklemek ergenliğin şanındandır. Toplumsal arketipler tabelalarla, prosedürlerle, kozmetik müdahalelerle gizlenemez çoğu zaman. Buzdağının görünen yüzünde bir toplumda anayasa olabilir, meclis olabilir, seçim olabilir. Ancak aynı buzdağını görünmeyen dibinde yurttaşlar oy vererek kendilerine ebeveyn tayin ediyorlardır belki de.
Bugün insanların psişik derinlikleriyle, tutum ve davranışları arasında bir ilişki olabileceğinden söz etmek için illa Freudyen olmak gerekmez. Bu ilişkiyi giderek toplumlar için de belli sınırlar içinde tekrar etmek için Jungçu olmak şart değildir. Aynı şekilde faşizm gibi otoriter rejimlerin sadece kitlelerin başına gelen bir şey olmadığını iddia etmek için bir W. Reich olmak gerekmediği gibi.
Bir ülkenin politik rejimi, genelde sanıldığının aksine, o ülkede yaşayan insanların haleti ruhiyelerinden tamamen bağımsız değildir. Politik olanla, psişik, psikolojik, psikiyatrik, psikanalitik olan arasında her zaman belli bir ilişkisellik vardır. İnsanların haleti ruhiyeleriyle politik rejimler arasındaki ilişki zeytinyağı ile su arasındaki ilişkiye benzemez. Bunların her ikisi de ayrı vakumlarda meydana gelmezler. Hatta tam tersine bunlar aynı tencerede pişerler. Söz konusu tencere ise tarihselliktir, toplumsallıktır, ilişkiselliktir.
Polis ile psyche arasındaki ilişkilerden söz etmek politik rejimleri olağanüstüleştirmek ya da patolojikleştirmek de değildir. Faşizm özellikle modern zamanlarda gayet olağandır, imkân dâhilindedir. Kitle toplumunun alametifarikası zaten neredeyse her şeyin olağan olmasıdır. Otoriter rejimlerin, insanları bilinçlerinin derinlikleriyle ilişkisinden söz etmek konuyu patoloji terimlerine mahkûm etmek de değildir. Zaten tarihe, topluma, ilişkilere gömülmüş insanlık halleri sadece patoloji terimleriyle açıklanamaz. Fazlası gerekir. Politik psikoloji de zaten işte bu fazlanın peşindedir.
Geçen haftaki “Faşizmin Sosyolojisi” başlıklı yazımda faşizmin sandıktan çıkan otoriterlik olduğunu yazmıştım. Aynı akıl yürütmeyi sürdürerek politik tertibatı özellikle oy verme davranışına indirgeyelim geçici olarak. İnsanlar hangi saiklerle oy verirler? Cevap olarak sınıftan, toplumsal tabakalardan, statüden, cüzdandan, ideolojiden, ideallerden söz etmek elbette anlamlıdır. Ancak belki de asıl sorun bütün bunların yeterli olup, olmadığıdır! Çocuklukta alınmamış bir bisikletin veya yenilmiş tokatın, ergenlikte hüsranla sonuçlanmış bir aşkın, gerçekleşmemiş orgazmların, siyaset bilimi diplomasıyla taksi şoförlüğü yapmanın, sürekli olarak aşağılanmış hissetmenin, tarihsel bir mağdurluk hissiyatının, kuşaklar boyu süregiden çok geniş bir toplumsal memnuniyetsizliğin bütün bir tarih boyunca sadece bireysel bilincin derinliklerinde kitli olarak kalabileceğini kim garanti edebilir? Bütün bunları, oy verme davranışı gibi gayet prosedürel bir şeyle ilişkili olabileceğini kabul etmek kolay olmayabilir. Peki soruyu şöyle sorarsam: Örneğin politik liderlerin, yani ataların, babaların, reislerin kendi kitleleriyle olan ilişkilerin kurulumunda bütün bu verdiğim örneklerin ve daha fazlasının hiçbir bağlantısının olmadığı söylenebilir mi?
Modern zamanlarla birlikte insanlığın tamamen rasyonelleştiği her sabah yeniden test edilmesi gereken faraziyedir. On sekiz yaşını geçmiş, sistematik vergi veren, her kırmızı ışıkta duran, şiddeti asla bir yöntem olarak düşünmeyen, futbol stadındaki lüks locasından sahaya viski şişeyi fırlatmayan yurttaşların yaşadığı bir toplumda elbette otoriterliğin yatay ve dikey düzlemde bu kadar yaygın olmasına şaşırmak gerekir! Faşizm de her türlü otoriterlik de hepimizin iliklerine ve dibine kadar dâhil olduğu bir toplumsallığın ürünü olabilir. Büyümek için insanın kendisiyle yüzleşebilmesi gerekir. Bilinç dediğimiz de zaten kişinin kendinin farkına varmasıdır. Kaliteli gelecek tasavvurları için ancak ve ancak kurucu tespitlerden yola çıkılabilir.