Yeşil bir ekonomiden söz etmek zorluklardan ve hatta bir ölçüde ütopik olmaktan ütopik kalmaktan söz etmektir. Çünkü bugüne dek ortaya çıkan bütün yeşil ekonomi teorileri doğaya odaklanırken insanı gözden kaçırdı. Yeşil retorikte bir tür küfür gibi algılanan insan merkezcilik suçlamasına maruz kalmak bahasına insanı dönüştürmedikçe yani radikal bir varsayımla toplumsal bağlamı farklılaştırmadıkça ekolojik sorunları da çözümleyebilmek olası değil. Ekolojik problemlerin kaynağında insanın kendi varlık alanını genişletmek, kendi özgerçekleştirimini tamamlamak çabası var, ancak bu çaba doğru bir biçime kanalize edilmek yerine kapitalizm tarafından çarpıtıldığı için insanın kendini gerçekleştirim çabası da ekolojik yıkımlara yol açıyor. Kapitalizmden söz etmek ise ihtiyaçların doğasın çarpıtılmasından söz etmektir.
Toplum dışı, toplumu yıkan bir dinamiğe dayalı düzenleme olarak kapitalizm öz çıkarı maksimize eden bir etik kavrayış ve bu kavrayışla bağlantılı olarak da doğanın ve insanını yıkımını üreten mekanizmalar üretir. İnsanın içinde kendin başkalıklar bahasına gerçekleştiren şey ise ilkel benlik olarak arzudur. Arzu kendi alanını genişletmek istediği ve bun yaparken de sadece ve sadece tatmini hedeflediği için öz çıkar etiği ile rahatlıkla örtüşür. Kapitalizme kadar toplumsal bağ ve bununla bağlantılı etkenlerle baskılanan benlik kapitalizmle birlikte özgürleşince doğa da insanın içinde de dışında da düştü. İşte ben yine afaroz edilmek bahasına otoritenin yani yeşillerle de dahil tüm muhalif hareketlerin tabusu olan otoritenin gerekliliğini savunacağım. Ancak burada hemen önemli bir ayrıma gitmek gerek kurumlaşmış otorite olarak İktidar ve tahakküm ile otoriteyi birbirinden ayırmak gerek. Birinciler varoluşlarını itaat ile baskının karmaşık denkleminden alırken, otorite tüm gücünü meşruiyet ve saygınlıktan alır. Otoritenin en müşahhas biçimi sembolik otorite olarak maneviyattır. Maneviyat hükmetmez, gücünü meşruiyet, onaylama, kabul ve itaatten alır Bu nedenle iktidar kendisine boyun eğdirmek için çıplak güç kullanmak zorundayken, otoritenin buna ihtiyacı yoktur. Bu nedenle tüm özgürlükçü toplum biçimleri paradoksal biçimde otoriteyi özelliklede de sembolik otoriteyi yeni baştan kurmak zorundalar Bu konuya toplumun doğası başlığıyla yeniden döneceğim.. Yeşil ekonominin insandan daha fazla doğaya odaklanarak asıl sorunu ekolojik dengenin muhafazasına kilitlemesi yeşil ekonomi kuramlarının ihtiyaç kavramına odaklanmasına ve onun temelindeki sosyal bağ yerine, kapitalizmde çarpıtılmış olan haline odaklandılar Bu güne kadar ki yeşil ekonomi modelleri çoklukla bir yeterlik ekonomisi tasarladılar, bu ekonomide her şey doğanın sınırlarına saygı ve insani ölçek üzerine kurulmuştu. Ekonomi üretim ya da tüketim döngüsü yerine ihtiyaca endekslenmişti , daha fazla yerine öz yeterlilik yeşil ekonomik modellerin alameti farikası oldu. Dolaysıyla da yeşil ekonomi kuramcıları tarafından en çok eleştirilen şey ise yeterlilikle uyuşmayan ve insanın temel asgari ihtiyaçlarının ötesine gerçek zevkin alanına giren ve tüketimci nitelik taşıyan “sahte ihtiyaçlar” olmuştur. Oysa Potlach bağlamında göreceğimiz gibi insanlar için asıl ihtiyaç toplumsal onay ve saygınlıktır ve nesnelerde bu ihtiyacın aracısıdır, kapitalizmle birlikte de bu olgu devam etmekle birlikte kapitalizm ihtiyaçla nesne, üretimle tüketim arasındaki doğrudanlığı yok ettiğinden ihtiyaçlarda asıl doğasını gizleyerek nesnelerin araçsal niteliğini ihmal edip, nesneyi bir amaç haline dönüştürdü. Marksın meta fetişizmi dediği hadise de budur aslında. Kapitalizmde araç amaç ilişkisi tersine döndüğünden ve araçsal akıl her şeyi yönlendirdiğinden metalar bir fetiş nitelik kazanır ve insanlar da şeyleşirler. Ancak Marks da dahil tüketim eleştirmenlerinin gözden kaçırdığı temel nokta insanların edilgen ve pasif olmadıklarıdır ve sistemle bilereki isteyerek suç ortaklığı oluşturmuşladır. Yani beyni yıkanan, edilgen bir biçimde sömürülen zavallı tüketici aslında bir efsanedir. Evet ortada bir sömürü var ama bu sömürü sahte ihtiyaçların insanlara dikte edilmesi değil asıl ihtiyaç olan toplumsal onay ve prestij ihtiyacının nesnelere indirgeniyor oluşudur. Dolayısıyla ahlakçı tüketim eleştirileri içinde tüketimciliği lanetleme ayinleri yerine ekonomiyi yeniden toplumsallaştırmak yeşil bir ekonomi kuramının en temel düsturu olmalı diye düşünüyorum.
Değerin Yıkımı: Ekonomi topluma karşı
Ne zaman ekonomiden söz edilse aklıma Tevrat gelir “ Ve Ademe dedi; karının sözünü dinlediğin ve ondan yemeyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetli oldu, ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin ve o sana diken, çalı bitirecek; ve kır otunu yiyeceksin ; toprağa dönünceye kadar alnının teriyle ekmek yiyeceksin, çünkü ondan alındın; çünkü topraksın ve toprağa döneceksin.” Kitab-ı Mukaddes Tekvin Bap 3, s:3, Kitab-ı Mukaddes Şirketi 1974 İstanbul)
Ekonomi eşittir büyükçe bir insan grubu, dahası canlı hayat için acı, gözyaşı, ter, kan anlamına geliyor. Hintlilerin meşhur tanrıçası Şiva gibi ekonomi de bir eliyle yaşam bahşederken diğer eliyle nice yaşamları karartıp soldurur, hatta yaşamı çekip alır, ölümü verir. Yaşadığımız temel sorunların hemen hepsinin altında aynı olguyu yani ekonomiyi görüyoruz. Savaşlar çoklukla ekonomi yüzünden çıkıyor, ekolojik felaketlere ekonomik faaliyetlerimiz neden oluyor, kısacası ekonomi Engelsin dediği gibi tarihteki zor’un ilk kerte de son kerte de belirleyicisi haline geliyor.
Tevrat ekmeğini acıyla yiyeceksin diyerek emekle acı yahut zahmet arasındaki bağa dikkat çeker. Acıyla, zahmetle ya da Tevrattaki özgün ifadeyle alınteri arasındaki bağa çağımızdan da katkılar sunanlar oldu. Ki bunların başında çağımızın en kaydedeğer toplumsal teorisyenlerinden Hannah Arendt gelir. Arendt emek sözcüğünün batı dillerindeki kökenine yöneldiğinde bu kelimelerin nerede ise hepsinde bariz bir acı ve ızdırap çağrışımı olduğunu belirtir. (1) Yine Arendt eski Yunan da insanı zorunlulukların alanına mahkum ettiği için emek sarfetmenin, çalışmanın olumsuzlandığını, bu nedenle de kölenin yurttaşlar sınıfına dahil edilmediğini belirtir. Arendt iş ile emek arasında da bir ayrıma gider. İş insanın özündeki yaratıcı potansiyeli açığa çıkartan bir eylemken, emek acı ile yürütülen, zor ve zahmetli bir bedensel faaliyet alanıdır. Ancak Arendt emekle ilgili bu sıra dışı değinilerinde bir konuya emek ile sınıflı toplum arasındaki kopmaz bağa değinmez. Bu noktada Toplumsal Ekoloji düşüncesinin günümüzdeki en önemli teorisyeni Boockhın değinmiştir. O tahakküm ve hiyerarşi ile alttakilerin payına zorlukların düştüğünü belirterek sınıflı toplumlar ile iktisadi faaliyet arasındaki kopmaz bağa dikkat çekmiştir. Ekonominin oluşabilmesi için mutlaka artık üretilmesi bir zorunluluktur. Bu ise hiyerarşi ve tahakküm olmadan, ama daha önemlisi artık üretebilecek bir üretim faaliyeti olarak tarım olmadan mümkün olamazdı. Bu yüzden ilkelci olarak adlandırılan, uygarlık karşıtı Anarşist Zerzan uygarlık ile tahakküm ve bunlarla da tarım arasında kopmaz bir bağ olduğuna dikkat çekerek insanın ve doğanın evcilleştirilmesinin, sömürüsünün tarım ile başladığını söyler. Ben bunlara sistematik ekonomik faaliyetin yani çalışma, emek ve tahakküm ilişkisi olarak ekonominin temellerinin tarıma dayalı olduğunu ama bunun şehirle mümkün olduğunu ekleyeceğim. Şehir olmasaydı ne ekonomiden ne de siyasal iktidardan söz edemezdik. Ama tarım olmadıkça da şehir mümkün olmazdı. Dolayısıyla şehirle ekonomi dediğimiz toplumsal faaliyetler arasında neredeyse birebir denecek bir ilişkiden söz edilebilir.
“Hiyerarşi ve tahakkümün toplumsal sınıflar ve ekonomik sömürü olarak yerleşebilmesi için; karşılıklılığın ‘malların serbest mübadelesi’ne yol açabilmesi için; yararlanma hakkının yerini özel mülkiyete ve ‘indirgenemez asgari’nin yerini yaşam araçlarını bölüştürme normu olarak zahmetli çalışmaya bırakabilmesi için tüm talepleriyle kan yemininin sona ermesi gerekir” (2) diyen Boockhınden yola çıkarak bu dönüşümlerin şehirle mümkün olduğunu ve şehirli toplumların akrabalık bağı yerine, karşılıklılığın yanıbaşında uç veren soyut ve çıkara dayalı toplumsal ilişkilerin kapitalizme yani ekonominin toplumun bütününden ayrıştığı bir toplumsal düzene dönüşmesine imkan alanı açtığını söyleyebiliriz. Ekonominin olduğu gibi doğanın ve insanın sömürüsü de ve bunları olanaklı kınla tahakküm düzeni de şehirle mümkün oldu. Ancak kapitalizme dek yaşamın tüm alanlarının ekonominin hakimiyetine girmesi mümkün olmadı, çünkü toplum özellikle de kırsal toplum şehirsel asalaklığın en üst seviyesi olan kapitalizme uzun süre direndi. Batılı toplumlar sayesindedir ki yeryüzü kapitalist tahakkümün denetimine girerek yaşam dünyasının tüm alanları ekonomik tahakkümün bir parçası haline geldi. Bu nedenle gerçekten radikal denilebilecek bir yeşil politikanın biricik hedefi üçlü bir dönüşüme olanak vermek olmalıdır, bu öncelikle kır ve kent arasındaki ayrımı yumuşatacak ve zamanla bu ayrımı yok edecek bir habitatçı bio-bölge oluşturmak, toplumdan ayrışmış bir ekonominin hakimiyetine son vermek maksadı ile ekonomiyi politize edecek kamu yararı ilkesini getirmek ve ekonominin toplumsal hayattan koparak hayatın tüm alanlarını istila etmesine destek sağlayan devlet iktidarına yani ayrışmış siyaset denilen olguya son verecek biçimde doğrudan demokrasiyi hayata geçirmek olmalıdır. Hiç kuşkusuz bunları söylemek yapmaktan daha zor, ancak yeşiller kendilerini zinde tutacak bu hedeften ayrılmamak zorundadırlar. Aksi bir durum yeşilleri yola çıkış amaçlarından uzaklaştırarak sistem tarafından massedilmek durumunda bırakır ki bu yeşillerin kendi siyasal amaçlarına yabancılaşması demektir.
Direnişin Dinamiği Potlaç
“Birine bir şey armağan etmek, kendinden bir parçayı hediye etmektir.. İnsan açıkça ve mantığıyla anlar ki, başkasına doğasının ve tözünün bir parçasını gerçekten geri vermek zorundadır” (Marcel Mauss, Essai Sur La Don S.12 PUFP)
Yeşil bir ekonomi’den söz edilecekse eğer-ki bu ekonomisizleştirme amaçlı bir ekonomi olmak zorundadır-bu kendine model olarak potlaçı almak durumundadır. Bu nedenle ekonominin eleştirisi üzerine odaklanan bir de ekonomi makalesi olarak bu yazıya da potlaç üzerinde durarak ve Potlaç’ın ekonomik ve siyasal iktidarın oluşumunun önüne geçici karakterinden söz ederek başlamak gerekir. Gerçi Potlach’tan söz etmek bu alandaki eserleri ile şöhrete kavuşan Marcel Mauss’tan söz etmektir ama, konuya çerçeve oluşturmak açısından konuya siyasal antropoloji ile başlamak daha doğru olacaktır.
Marcel Gauchet siyasal iktidarın köklerini araştırdığı makalesinde iktidarın köklerini anlam borcunda aramak gerektiğini belirterek siyasallık ile din arasında doğrudan bir bağ kurar. (3) Dinsel borç olgusun yani varlığımızı beşeri üstü güçlere borçlu olduğumuz tezinin toplumun ayrışmış bir siyasal iktidar üretmesinin önüne geçerek, bir anlamda toplumun simgesel olarak bir arada tutulduğunu söyleyen Gauchet devletin varolan bir mekanizmanın dönüşümü ile bölünmüş toplum tipine yol açtığını kaydettikten sonra “Nitekim bu tabi oluş ve ardından ortaya çıkan bu yoksun kalış, insanların kendi dünyalarının düzenini başkalarının müdahalesine borçlu oldukları yolundaki inanışlarından kaynaklanmaktadır. Ancak bu tabi oluş ve yoksun kalış devletin iktidara el koyuşundan ve bunun ardından ortaya çıkan hükmetme gücünden çok farklı nitelikte olgulardır. Çünkü anlamı sahiplenen efendilerle, ölümlüler topluluğu arasındaki biz insanoğulları arasında değil varlarla yoklar, elle tutulur yaşayanlarla öteki alemin efendileri arasında gerçekleşmektedir. Öyle ki bu ayrışmada tüm insanlar görünmezin tebası olarak bütünüyle eşit konumdadırlar. Dolayısıyla ileride göstereceğimiz üzere, görünmeze bağımlılık, insan toplumu içinde, efendilerle teba arasında bir bölünmenin ortaya çıkmasını engellemek amacı üzerine oturtulmuştur.” (4) Kutsal güçlerin varlığı toplumu bir arada tutan sosyal bağı ayakta tutan önemli bir bileşendir. Toplumla iktidar arasına ince bir zar gibi yerleşen bu görünmez bağ sayesindedir ki arkaik toplumlar kendi içlerinde yöneten ve yönetilen biçiminde bir bölünmeden yoksun kalabilmişlerdir. Aynı olguya Potlach’ta da rastlamak mümkündür Potlach’ı ayakta tutan da tıpkı siyasallıkta olduğu gibi anlam odağının dışsallığı ve kutsallığıdır. Potlach’ta da sosyal bağı ayakta tutan armağan ilişkisi anlam odağı olarak mana da yani şeylerin özünde bulunan kutsal güç, kutsal özdür. Bir eşyanın diğerine transferi yanı zamanda bir mana transferidir de, siz bu transferi kesintiye uğratırsanız o mana tarafından zarar uğrayacağınızdan vermek bir zorunluluğa dönüşür. Aslında devletle ekonomi arasındaki yakın bağlar düşünüldüğünde anlam borcunun toplumun bütününü denetleyen, kendi içinden toplumu ayrıştıracak ayrı bir siyasal iktidar ve bununla bağlantılı olarak ayrı bir ekonominin gelişimini engellediği ortaya çıkar.İşte Potlach bu düzlemde anlam kazanır.
İlk kez Franz Boas’ın antropolojiye kazandırdığı ancak gerçek niteliğine Marcel Mauss tarafından kavuşan Potlach olgusu sadece ilkel toplumlara özgü bir şey değildi izlerine kapitalizm öncesi tüm toplumlarda rastlanabilirdi. Kapitalizm hayatın tümünün kendi çıplak ekonomi mantığı ile sömürgeleştirene kadar da varlığının sürdürdü.. Potlach kavram olarak şenlik, şölen anlamına gelse de aslında o gerçek bir tüketim şenliğidir. Potlach düzenlendiğinde düzenleyen şef yahut kabile varını yoğunu ziyafette tüketmek zorundadır. Çünkü bunu yapmayan şef ya da kabile onurunu yitirir ve utanç içinde yaşar. Cemaat dokusu içinde yaşayan bir insan içinse utanç içinde yaşayıp onurunu yitirmek bin kez ölmektir. Bu nedenle Potlach’ta esas olan şereftir. Ancak Potlach’a asıl ruhunu veren karşılıklıkdır. Bu da kendini armağanda gösterir. Potlach toplumlarında armağan döngüsü, verme, alma ve karşılık verme biçiminde ortaya çıkar. Bu aşamaların hepsi de kişisel tercihe bağlı değil, zorunludur. Ancak buradaki zorunluluk herhangi bir iktidarın zorlaması ile oluşan bir zorunluluk değildir. Sizi armağan vermeye yahut verilen armağanı almaya ve verilen armağanın karşılığında sizinde armağan vermenize zorlayan herhangi bir kanun maddesi yoktur. Ama bu sistem eksiksiz bir biçimde sürer gider. Bu sistemin içselleşmiş olmasından kaynaklanan bir zorunluluktur. Çünkü Potlach özünde bir toplumsallaşma biçimi, bir toplumsal bağ düzeneğidir. Bu nedenle Mauss’a atfen diyebiliriz ki armağan biçiminde değiş tokuş edilen salt mallar değildir, mallarla birlikte “nezaket hareketleri, ziyafetler, ritüeller, askeri hizmetler, kadınlar, çocuklar, danslar, ekonomik işlemin sadece bir ögesini oluşturduğu zenginliğin el değiştirmesinin çok daha genel ve kalıcı sözleşmenin bir parçası sayılması gereken festivaller ve panayırlarda” (5) değiş tokuş edilirdi. Bu nedenle Mauss Potlach’ın tam anlamı ile “bütünsel sosyal olgu” olduğunu belirtir. Armağanla birlikte dolaşıma giren şey toplumsallık olduğundan Potlach’ta kazanılan ya da kaybedilen şey “itibar ve şereftir” İtibar ve şeref öylesine önemlidir ki kişi cömertlikte ne denli sınır tanımaz ise o denli saygınlık kazanır, bu yüzden yine Maussa dönersek bazı Potlach törenlerinde iş öylesine aşırıya varır ki “insan geride hiçbir şey bırakmadan sahip olduğu her şeyi tüketmek zorundadır.” (6) Armağan sisteminde değiş tokuş edilen nesnelere değerini veren şey onların ekonomik değerleri değildir. Tersine bir mal ne kadar çok el değiştirmişse ve hele de o malın sahibi itibarlı bir kişi ise o nesne daha çok değer kazanır (ilginçtir günümüzün koleksiyon malları da böyledir, ünlü bir kişiye sahip herhangi bir nesne şöhretle eş orantılı olarak değer kazanır) kısacası armağan nesnesi hiçbir zaman kendi başına değer taşımaz, ona değerini veren değiş tokuşun bizzat kendisidir. Yani Potlach’a konu olan asıl şey mal yahut nesne değil toplumsal bağdır. Bu nedenle Potlach ekonomik değil sosyal bir ilişkidir. Potalch’tan yol çıkarak şu denilebilir değerin ölçüsü mal değil sosyal bağdır ilkel para örneğinden yol çıkarak şunu diyen Godbout haklıdır “ilkel paranın birincil işlevi nesnelerin değerini ölçmek değil, insanların değerini ölçmektir. Eğer para nesnelerin değerini ölçerse , bunu sadece dolaylı yoldan yapar.” (7) özetlersek Potlach törensel bir mantıkla itibar ve şeref kazanmak amacıyla vermek üzerine kurulu b,ir döngü oluşturur ve burada belirleyici olan yükümlülük ve karşılıklılıktır. Vermek kadar almak da önem taşır, almamak o kişinin itibarını yok saymak demektir ve çoklukla savaşla neticelenecek bir aşağılanma olarak algılanır. Ancak vermek ve almak kadar karşılığı kadar iadede bulunmak da sistemin özüdür. Aldığının karşılığını iade etmeyen bir anlamda köle olmayı ve aşağılanmayı da kabullenmiş demektir. Bu anlamda yükümlülük ve karşılıklılık henüz sınıflarca bölünmemiş toplumlardan kalan bir gelenektir. Sınıflı toplumlarda görülen mülkiyet fetişizmi Potlach’ta bulunmuyordu. Tam da Potlach sayesinde toplumlar uzun bir süre bölünmüş siyasal iktidar ve bölünmüş, ayrışmış ekonomiye daha önemlisi saf ekonomi mantığı olarak Kapitalizme direnebildiler.
“Aslında armağan faydacılık, birikim ve eşdeğerliliğe karşıttır. Faydacılık karşıtıdır, çünkü yararlı malların israf ya da feda edilmesi sayesinde serpilip gelişmekte veya bunlara sırt çeviriyor gözükmektedir. Eş değerliliğe karşıttır çünkü ilk armağan düzeltilmesi süresiz olarak ertelenmek zorunda olunan bir dengesizlik yaratır, bütün borçların ödenmesi armağan döngüsünü kapatmak anlamına gelir. Son olarak servet birikimine karşıttır çünkü en varlıklı olanlar en müsrif olma ve aynı türde karşılık verme yükümlülüğünü ihlal edecek kadar zenginleşmemek zorundadırlar” (8) Potlach törenlerindeki israfın arkaplanında toplumda birlerinin servet ve iktidar biriktirmesinin önüne geçmek vardır. Bunu da yönlendiren anlamın borcudur, çünkü ilk atalar böyle yapmıştır ve bu şekilde de sürmek zorundadır. Tüm bunlardan yola çıkarak şunu diyebilirim eğer toplumsal bağı çözecek şehirler ve bununla bağlantılı olarak kültürel sekülerizm oluşmasaydı kapitalizm hiçbir zaman uç vermeyecekti.
Armağan kendi başına bir ekonomik mübadele ilişkisi taşımaz. Armağan bir anlamda kozmosun seferber edilmesi kozmostaki tüm güçlerin armağan yolu ile katılıma girmesidir. Bu arkaik evrenin uzlaşmacı ve katılımcı doğasını ortaya koyar, bu nedenle Potlach Mauss’un dediği gibi özgürlükle zorlamanın içiçe olduğu bir tür ilkel demokrasidir ve temelin, de karşılıklılık oluşturur. Bu olmaksızın Potlach varolmaz, belki de bugün kaybettiğimiz tam da bu, gelişmiş demokrasilerimiz insanla nesne arasında bu tür bir bağ oluşturmaktan hayli uzak.
Armağan dünyasında “mübadele de karşılıklılık yükümlülüğü, nesnelerdeki özgül güçlere değil, varlığın biçimlerinin sonsuz dolaşımını öngören bir kozmos kavramına karşılıktır. Verme yükümlülükleri ve geri ödeme yükümlülükleri, bu hayati dolaşıma katılma yükümlülükleridir… bütün dolaşım sistemi bir erkekler evrenini, bir ataların ruhları evrenini ve dolaşımdaki eşyalar dolayımıyla hayatın hayvan ve bitki biçimleri evrenini kapsar.” (9) bu nedenle armağan yönelimli toplum olarak Potlach toplumlarında eşya üretimi aslında insan üretimidir. “Meta mübadelesi, devredilebilen nesnelerin, karşılıklı bağımsızlık durumundaki insanlar arasındaki mücadelesidir; bu bağımsızlık durumu, mübadele edilen nesneler arasında niceliksel bir ilişki kurar (…) Armağan mübadelesi ise, devredilemeyen nesnelerin, karşılıklı bağımlılık durumundaki insanlar arasındaki mübadelesidir; bu bağımlılık durumu, mücadeleye katılanlar arasında niteliksel bir ilişki kurar. Bu ilişki tüketim ve tüketime yönelik üretim yöntemlerinden doğar, bu da üretime ve eşyaların armağan olarak mübadelesine yön veren ilkelerin doğumlar, evlilikler ve ölümler üzerindeki kontrole atıf yapılarak açıklanması gerektiği anlamına gelir.” (10)
Potalch’tan çıkarabileceğimiz en önemli ders toplumun kendi birliğini muhafazasına verdiği önem ve değerdir. Öyle ki bu en titizlikle üzerinde durulan durumdur, bu nedenle modern öncesi tüm toplumlara her zaman/zaten muhafazakar olmayı önemsemişlerdi. Siyasal, toplumsal birlikleri önemsendiğinden mülkiyetin el değiştirilebilir olması armağan yoluyla teşvik edilmişti. “ P. Clastres, M. Gauchet ve C. Lefort’un açıkça gösterdiği gibi ilkel toplum kendi özgün birliğini muhafaza etmeye ve yasanın simgesel kökenlerini kendinden uzaklaştırmak suretiyle ayrı bir iktidarın-ve biz ayrı bir ekonomi de eklemek zorundayız-ortaya çıkışını önlemeye muktedirlerdir.” (11) bu sayededir ki insanlık uzun süre üretimi hayatın yegane amacı olarak gören ekonomiye ve onun saf biçimi olan kapitalizme direndi. Bu günde kapitalizme karşı direniliyor, onun yaşamı nesneleştirerek hayatı değerden yoksun hale getirmesine karşı Irakta birleri hayatıyla direniş içerisindeler. Irak düşerse tüm Müslüman dünya batı kapitalizminin değer yıkıcılığı ile sömürgeleştirilmiş olacak, İmparatorluk ister ABD ister AB yolu ile olsun ne bahasına olursa olsun Müslüman dünyayı kendi ağının içine almak, Müslümanlar ise ne bahasına olursa olsun bu ağın içine girememek için direniyorlar. BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) yolu ile Kapitalizm Müslümanların ruhunu elde etmek istiyor, çünkü biliyor ki Potlach’tan hala izler taşıyan bu dünya yıkılmaz ise dün ya tam anlamı ile fethedilememiş ekonominin taştan yasası bütün dünyayı elde etmiş olamayacak.
“İnsan ve kozmos arasındaki kopukluk yani, tüm dünyayı ele geçirip insanlara da saldıran meta dünyasının içeri sızmak için boşluk bulduğu kopukluk: İşte modern ve arkaik armağan arasındaki farkları açıklayan budur. (..) İnsanı doğadan kopararak ve onu her şeyin üzerinde hükümran kılmakla başladık; bunu yapmakla onun en su götürmez yanını, her şeyden önce canlı bir varlık olduğunu silip atabileceğimizi düşündük. Ve ortak özelliğe gözümüz kapatmak suretiyle, her türlü suiistimalin serbestçe at koşturmasına izin verdik… İnsanlığı hayvanlıktan radikal şekilde ayrı tutmayı haklı görmekle, ötekilerden alınma her şeyi birine vermekle , Batılı insan meşum bir döngü başlattı Aynı cephe, sürekli geriye çekilerek, insanın diğer insanlara yabancılaşmasına ve itici gücünü kibirden aldığı için daha doğuştan yoz olan bir hümanizmin faydalarını gitgide daha dar bir azınlığın imtiyazı haline getirmeye hizmet etti”. (Lévi Strauss) (12)
Ekonomimesis olarak Kapitalizm ya da kültürün üretimi
Söyleyeceklerimi en baştan özetlersem Potlach’ın marjinalleşerek yaşamımızın tüm alanlarının piyasa denilen değer yıkıcı kapitalizme teslim edilmesiyle modern uygarlığın bir ölüm uygarlığı haline geldi, üstelikte paradoksal bir biçimde kapitalizm bir bio-politik düzen olarak yaşamı ve yaşatmayı fetişleştirdiği halde.Ancak bastırılan geri dönecektir mantığı uyarınca kapitalizm ölümü bastırdıkça aslında yaşamı yok etti ve sonuç kapitalizm dünyayı ölü bir maddeye dönüştürmeye başladı.Ölüm yaşam döngüsü içinde kapitalizm olgusuna döneceğim ama ondan önce kapitalizm olgusuna ve bu anlamda ekonomik belirleyicilik hadisesine bir göz atmak faydalı olacaktır.
Toplumdan ayrışmış bir ekonomi olarak kapitalizm aslında yerelin evrenselleşmesidir. Çünkü kapitalizm sadece ve sadece batıda ortaya çıkabilme olanağı bulabildi.Potlach’tan kopabilecek yapı sadece batıda kendine yol bulabildi. Ama kapitalizm batıda çıksa da sömürgecilikle, ekonomik zor ile ya da başka yollarla küreselleşti. Potlach olgusunu ele alırken gördüğümüz eşyaların kişiselliği ve adeta canlı oluşu aslında animizden devralınmış bir şeydi. Ne zaman ki zihin dünyası sekülerleşti değer de özgünlüğünü yitirerek nesnelerin canlı ve kişisel olma özelliğini yitirerek anonim olmalarını ve böylece değiştirilebilir olmasını sağladı. Sekülerleşme olmaksızın kapitalizm nihai zaferini gerçekleştiremezdi. Ekonomik tahakküm olarak kapitalizm dünyanın büyüsünü bozarak kendini gerçekleştirebilmiştir. Ekolojik büyü bozumu ile ekonomik büyü bozumunun atbaşı gitmesi bir rastlantı değildir, dünyayı örten kutsal örtü çekilip alındığından beridir insanda doğa da “düşmüş” ve değiştirilebilir bir nesne haline gelmişlerdir. Bu konuyu başka bir yazıda daha ayrıntılı ele almak kaydı ile biz kapitalizm ile batı ilişkisine dönecek olursak, kapitalizm varlığını tıpkı zihinsel modernleşme gibi haçlı seferlerine ve doğu ile buluşmaya borçludur diyebiliriz. Doğu Akdeniz ticaretinde bir kavşak haline gelen Venedik kapitalizmin açtığı ilk çatlaktı. Ancak kapitalizmin batıda gelişebilmesi ve uç verebilmesinin tek nedeni Hrıstiyanlığın pagan halk geleneklerine açtığı savaşta gizlidir diyebiliriz. Çünkü bu savaş Potlach kültürünü zayıflatmış ve Kilisenin ticareti ele geçirerek bir anlamda ilk kapitalist sınıfı oluşturmasına yol açmıştı .Böylece kapitalizme dayanak teşkil eden “maddi uygarlık” için de ön açılmış oldu. Sonuçta oluşan çatlaklardan sızan kapitalizm önce batıda hakimiyetini kurdu, endüstriyalizm ile de “küreselleşti”. Ancak kapitalizm batı dışında dünyanın hiçbir yerine toplumların ruhunu bütünü ile ele geçirmedi. Özelikle de Potlach toplumu olarak Ortadoğu hiçbir zaman tam anlamı ile kapitalistleşmedi bu nedenle ABD’nin Irak fethinin asıl dinamiği Ortadoğu’nun ve Kafkasya’nın kapitalizm için “vaad edilmiş topraklar” haline gelmesi oluşturur.
Kapitalizmin Potlach temelinde ilk yıktığı şey animist ögeler içeren gerçek değer yasasını yıkarak toplumsal yaşamı nesneleştirmek oldu. Böylece her şeyin değiştirilebilir, değiş tokuşa tabi olabilir bir meta haline dönüşmesi mümkün olabildi. Potlach tan söz ederken değindiğim gibi Potlach düzeninde nesne kendi başına bir değişim değerine sahip değildi, nesneler aslında oluşan kişisel ve sosyal bağlar için bir aracıydı. Kapitalizmin ilk yıktığı bu oldu. Yani nesnenin kişiler üzerinden oluşturduğu özel bağ, nesneler üzerinden oluşturulan toplumsal bağlam kapitalizm ile birlikte yok olur. Ve bu bağ ancak kişiler arasındaki özel ilişkilerde varlığını bir ölçüde devam ettirir. Böylece nesne kapitalizm öncesi toplumlarda kazanmış olduğu kimlikten, anlamdan oluşan kullanım değerinden soyulur. Yerini nesnenin kendi başına bir değer oluşturduğu değişim değeri alır. Marksist terimlerle ifade edersek kapitalizm öncesinde meta niteliği kazanmayan nesnenin bir kullanım değeri vardır.
Kapitalizmde ise nesne değerini değişebilirliğinden yani ticari değişime özgü bir anlam edinebilmesinden alır. Nesne ile toplumsal bağ ilişkisi kaybolduğundan nesnelerin ticari değiş tokuşuna imkan tanıyacak bir mekanizma olarak pazar yeri anlamında piyasaya yer açılmış olur. Ticari piyasa toplumunda nesneler ne birileri faydalansın diye üretilir, ne de bu yönde bir talep olduğu için, üretimi yönlendiren tek bir itki vardır tacire para kazandırmak. Yani kapitalizmde ekonomin tek bir gayesi vardır para kazanmak, kar etmek. Bu nedenle kapitalizm için daima en temel sorun “fazla”, “artık” diye de adlandırılan “aşırı üretim”dir.
“Piyasa ekonomisinde merkezi sorun muhtemel ‘aşırı üretim’dir. Çünkü üretim görece bilinmeyen ve denetlenemeyen tüketicilerin oluşturduğu, değişken, çoğu durumda da yüzer gezer bir grup içindir” (13) Hal böyle olunca da üretim yalnızca üretmek için üretmek amacını taşır. Fayda irrasyonel bir nitelikle sistemi tacire kilitler. Kapitalizmin saçma ve mantıksız bir sistem oluşu üretimi toplumsal yarar ilkesinden koparıp sırf tacire para kazandırmaya endekslemesinde yatar.
“Bu şekilde bakıldığında modern toplum yararlı olmaya çalışmaz, sadece üretmek ister (..) ne olursa olsun her şeyi üretmek ister. Metalaştırılabilen her şeyin azami üretimi ve modern toplumun piyasayla ilgili en büyük sorunu, “üretilenin satılması”nın tüketiciye bağlı olması, yani dünyalarının ürünlere herhangi bir sosyal bağdan ve tüm anlamından koparılmış nesnelere evrensel bir biçimde dönüşmesine daima direnme eğilimi gösteren toplum mensuplarına bağlı olmasıdır” (14)
Kapitalizm bizi tüm toplumsal bağlardan “özgürleştirdiği” için sosyal ilişkiler kendini sadece özel, mahrem alanda konumlandırabilir. Kamusal olan her ilişkiden, her duygudan bağımsız nötr bir alan haline gelir, üretimde kamusal bir iş olduğundan (en azından tacirler için) duygusallıktan, kişisellikten azadedir. Diğer yandan toplum üretici ve tüketici yöneten ve yönetilen biçiminde bölündüğünden toplumsal bağlarda çözülmüştür. Parçalanma ve toplumsal yapının giderek daha çok alt alanlara bölünmesi nedeni ile kapitalizm sosyalliğin inkarına dönüşür. Bu nedenle kapitalizmde toplumsal bağların çözülerek toplumun uçlaşması bireyleşmesi parçalanması bir özgürleşme olarak görülür ya da öyle lanse edilir.
“Modern kültür asıl olarak bizi birbirimize neyin bağladığıyla meşgul olmak yerine bizi başkalarından özgürleştirmeyi, kabul edilemez kısıtlamalar olarak gördüğü sosyal bağlardan kurtarmayı amaçlar”(15)
Kapitalizmin modern biçimi uzun süre kitle üretimi, gayrı şahsilik kamusal özel ayrımı temelinde varoldu. Bu sayede insanlara kapitalizm tarafından fethedilmemiş küçük alanlar bıraktı. Ama sistem bir noktada tıkanınca yani üretilenin tüketilmesi hayati bir nitelik kazanınca nesnelerde yeniden anlam kazanarak mal üretimi bir anlam üretimine dönüştü. Ortaya ekonomimesis diyebileceğimiz kültür ve ekonominin iç içe geçtiği yahut Baudrillardın üst yapının alt yapıyı belirlediği ve onun simülasyon toplumu diye tarif ettiği, gösteri toplumu da denilebilecek tüketim toplumu diye de tanımlanan post modern kapitalizm çıktı. Ekonomimesis kavramı Derrida’ya ait, o bu kavramı sanatsal üretimin ekonomik üretimle benzeşmesi anlamında kullanır. Ancak ben kavramı analoji yoluyla bu kavramı ekonomik üretimin kendini bir kültürel üretim gibi sunması anlamında kullanıyorum. Post modern kapitalizmde ekonomik üretim kültürel üretimi taklit ederek ticari bir metayı sanki sanatsal bir yaratı gibi sunar. Sanatsal üretim doğayı taklit ederek, dinsel ayinlerden yola çıkarak yahut toplumsal kültürün üretimindeki ögeleri kullanarak, kişinin edimlerinden haz duymasını da içeren ayinsel /oyunsal bir etkinliktir ve Potlach toplumlarından devralınan bir mirastır (gerçi günümüzde sanatsal kültürel yaşam da ekonominin hegemonyası altında) ve bir anlamda hem yaşamla anlamsal bağımızı kurmayı, hem kişisel gelişimi teşvik eden ve zevklerimizi biçimlendiren bir etkinliktir. Günümüzde ekonomik üretim de sanatın bu fonksiyonlarını üstlenerek onu biçimlendiriyor. Böylece meta bir kültürel ürüne dönüşürken, ekonomik üretimde bir sanatsal yaratıymış yanılsamasını yayıyor. Tüketim kapitalizmini modern üretim kapitalizminden farklılaştırarak, ikinciyi yani tüketim kapitalizmini daha totaliter ve ölümcül kılan da kültürel yaşamın yani mahremiyetin bir meta kültürüne dönüşmesidir. Nitekim ekonomi politiğin en radikal eleştirmenlerinden Baudrillard ticari değer yasasının batılı toplumlarda en uça noktaya vararak ölmeye başladığını söyler. (16) Baudrillard’a göre kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki bağlantı temelinde yapılanıyormuş izlenimi veren (yani üretimi topluma hizmet olarak yutturan) üretim sistemi bu devrede üretimin simülasyonuna dönüşerek kendini ortadan kaldırmıştır. Batılı toplumlar için artık üretim denilen süreç sona ermiştir. Simülasyon “tüm göstergelerin bundan böyle yalnızca kendi aralarında değiş tokuş edilebilmeleri ve gerçekle değiş tokuş edilebilmeleri ve gerçekle değiş tokuş edilememe anlamına gelmektedir” (17) Baudrillard’ın ağdalı ve teorik bir dille ifade ettiği bu kavramsallaştırmayı açarsak önümüze şu olgu çıkar. Öncelikle günümüzde emeğin üretimdeki payı giderek azalmakta ve dolayısıyla emeğin sistem üzerinde güç dengesi açısından önemi kaybolmaktadır. İkincisi bunlarla bağlantılı olarak ekonomide ağırlık merkezi sanayi sektöründen finans ve hizmet sektörünün yanı sıra iletişim sektörüne kaymaktadır. Dolayısıyla ortada üretimin maddi temeli buharlaşmakta ve somut emek soyut emekle değişirken, mal üretimi de yerini sembol üretimine terk etmekte. Ancak bütün bu gelişmeler perdelenmekte ve ortada hala sınai üretim başat nokta, mal üretimi ekonominin ağırlık merkezi izlenimi yaratılmakta. Üretimi bir simülasyon kılan da budur yani üretim bir hayalete dönüştüğü halde, hâlâ gerçek bir mevcudiyeti varmış izlenimi yaratmakta. Gerçek böylece yer değiştirerek kendini suretle (simülasyonla) değiş tokuş edebilmekte. Ağ toplumu kavramı üzerinden küreselleşmenin sosyo ekonomik fotoğrafını çeken Manuel Castells Baudrillard’yı doğrularcasına şunları söylemekte. “Şirketlerin, iş imkanlarının, maaşların, vergilerin kamu hizmetlerinin dünyasına; kimi zaman “gerçek ekonomi” diye adlandırılan, benimse ağlar oluşturmuş kapitalizm çağında, temel gerçeklik finansal olan da olduğundan, paranın kazanılıp kaybedildiği, yatırıma ya da tasarrufa konu olduğu yer burası olduğundan “gerçek dışı ekonomi” demek istediğim dünyayı etkiler” (18)
Kapitalizmin bu yeni biçiminden üretim finans tarafından belirlendiğinden üretimde bir spekülasyon süreci halini almıştır. Bu anlamda Baudrillardın deyimi ile iletişim sektörünün büyük etkisiyle inşa edilen gösterge evreni dolayısıyla üretim bir gösterge yani kültürel işaretler, semboller üretimine dönüşmüştür.
“Aynı zaman dilimi içinde bu göstergeler evreni (buna medya, haber vs.de dahil olmak üzere) özgün bir evren olmaktan vazgeçerek kapitalizmin tamamını belirleyen özgür bir süreci temsil etmeye başlandığındaysa, Marx’la birlikte yalnızca “üretim sürecinin bir emek süreci olmaktan çıkmış olduğunu” değil aynı zamanda “kapitalist sürecinde bir üretim süreci olma özelliğini yitirmiş olduğunu söylemek gerekecektir… Günümüzde tüm ürünler ve emeğin kendisi yararlılık ve yararsızlığın ötesine geçmişlerdir-artık üretken emek yoktur onun yerine yeniden üretime dayanan bir tüketim vardır. Boş zamanı değerlendirmek denilen şey de en az emek kadar “üretken”dir” (19) Her şey göstergeye dönüşüp sistem bir “gösteri” haline geldiğinde ekonomi politikte bir gösterge, bir kod haline gelip simülasyonun bir parçası haline gelir. Yani ekonomi artık spekülatif bir sanallıktan ibaret gibidir. Bu üretimin somut içeriğinin tamamı ile kaybolması anlamına gelmez, bu üretimin tüketime dönüşmesi anlamına gelir (bir anlamda Potlach’ın kapitalist biçimi demektir bu). Fabrikalarda “ölü emek” dediğimiz makinelerde üretilen mallar kendi somut içeriğini kaybederek işaretler sistemi içinde dolaşıma girer. O zamanda mal değil sembol üretilmiş olur. Kısacası post modern kapitalizm kapitalizmin en saf halini yani salt sermayeye dönüşmesi demektir, ancak sistem bir ölüyü hâlâ yaşatmak istediğinden sistem “üretkenlik” yanılsamasını devam ettirebilmek için “üretim düzeni”ni muhafaza etmekte. Tam da ekonomi hayalete dönüştüğü anda her şeyin belirleyicisi haline gelebilmektedir.
Homo Economicus olarak Tüketici ya da İhtiyaçlar ve İnsan “Doğası”
Tüketici bir iktisadi insan değildir, yani ekonomik saikler ile tüketmez. İktisatçıların nedret toplumu efsanelerinden de bir haberdir ekonomik dilden de. O bir arzu stratejistidir, tek istediği şey “baştan çıkarmanın”, “ayartmanın” çağrısına kulak vererek “yoldan çıkmak” ve “tatmin” olmaktır. Ancak H:. Bülent Kahramanın deyimi ile “tahrik varsa tatmin yoktur”. O nedenle aslında bu arzu hiçbir zaman dinmez, çünkü aslında tatmin arayışı Lacan’cı anlamda eksiği ortadan kaldırmaktır. Bu kavramları daha anlaşılır kılmak için Lacan’nın sözünü ettiği ayna evresi kavramına değinmek istiyorum. Lacan’a göre bilinç dışı dile benzer dil nasıl bir işaretler sistemi ise bilinçaltı da Lacan’ın simgesel dediği kültürel-simgesel düzen aracılığı ile varolur. Burada kısaca şunu diyebiliriz Bilinçaltı Freud’un ve izleyicilerinin çoğunun belirttiği gibi bilinçaltı yahut bilinçdışı evrensel bir olgu değildir, tersine baskı ve tahakkümün olduğu toplumlarda görülen bir olgudur.Ve ekonomi de aslında bölünmüş ve bir iktidar düzeneği üretmiş sınıflı toplumların ürünüdür. Yani bilinçaltını/bilinçdışını vareden bizim uygar ve siyasal toplumlarımızdır.Baudrillardın deyimi ile ilkellerde Bilinçaltı/bilinçdışı yoktur, çünkü ilkellerde tahakküm yoktur. Bilinçaltı baskının ve bastırmanın bir ürünüdür tıpkı ekonomi gibi. Bastırma insanın çıplak arzularının doğal düzenini kültürel-siyasal düzene aktararak kabul edilebilir hale bir hale sokmasıdır. İşte “ayna evresi”de arzunun kendini “öteki”nin yani başkasının arzusunu arzulaması halidir. Ayna evresi çocuğun aynadaki yansıması aracılığı ile kendi varlığını tanıması, kendinin farkına varmasıdır.Ama bu aynı zamanda bir kopuştur da. Çünkü kendinin bilincine varmak bir ayrımsama olarak, daha önce nesnelerin arasında bir nesne olarak, bir bütünlük olarak yaşama arzusu ve halinden de kopuşudur. İşte bu kayıp hali kendini hep bir eksik, hep bir huzursuzluk ve doymak bilmeyen yatışmayan bir tatminsizlik olarak hisseder. Anne ile kurulmuş olan “doğanın düzenine ait olma” hali toplumsal ve kültürel temsilin simgesi olarak baba tarafından ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar bu boşluğu yani tatmin olma arzusunu, isteklerini toplumca onaylanmış, meşru istekler vasıtası ile gidermeye çalışır. Arzu kendini başkalarının arzusunca arzulanmak olarak kodladığı içindir ki, birey varlığının onaylanmasını toplumca kabul edilip saygı görmeyi, prestij kazanmayı ister. “İnsanın arzusu ötekinin arzusunda anlamını bulur… çünkü arzunun ilk nesnesi öteki tarafından tanınmaktır” (20) (
Lacanın “eksik” ve “tatminin yabancılaşması” kavramlarını ihtiyaç olgusuna uyarlarsak ihtiyaç bir “eksik” bir tatminin tatminsizliği” hali olarak “arzunun arzulanma” ihtiyacının ürünüdür. Kapitalizm bastırma olgusunun bir başka biçimi olarak tatmin “eksikli”ğini nesnelere kanalize ederek bizi ihtiyaçlarımız satın alarak, nesnelere sahip olarak tatmin ettiğimiz yanılsamasına yönlendirir. Oysa kapitalizm tatmin etmez, kapitalizm tahrik eder. Yani “tahrik olduğu için tatmin” söz konusu değildir.
İhtiyaç olgusunun arka planında uygar insanın ilksel yabancılaşması ve uysallaştırılması süreli olduğundan bilinçdışı eksiğini, boşluğunu gidermek ister. Bu nedenle hiçbir ihtiyaç ne beyhude, ne sahtedir. Doğru olan ihtiyaçların bilinçli olarak kanalize edildiği, mutluluk arayışının tatmin isteğinin nesneler aracılığıyla giderilebileceği yanılsamasının üretilebilmesidir. İhtiyaç kavramının “insan doğası” ile bu içiçeliğine ve insanın “doğal” yapısıyla yani insanın birinci doğayla eklemlenerek bir “ikinci doğa” üretmeleriyle bir “insan doğası”nın oluştuğunu vurguladıktan sonra, ihtiyaçlar arasında bir hiyerarşi oluşturmanın “ihtiyaçlar üzerinde bir dikta” kurmakla eş anlamlı olacağını, dolayısıyla aslolanın ihtiyaçlar ile seçim arasındaki bağın çarpıtılmasını ortadan kaldırabilmenin öncel olduğunu söyleyebiliriz.
“özetle ihtiyaçların gerçek tarihi ihtiyaçların azaltılmasında ya da genişletilmesinde yatmaz. Daha çok ihtiyaçları nitelikli ve akılcı hale gelen öznenin özgür ve kendiliğinden gelişiminin bir işlevi olarak ihtiyaçların seçilmesinde yatar. İhtiyaçlar, ihtiyaç duyanın öznelliğinden ve kişiliğinin oluştuğu bağlamdan ayrılamaz. İhtiyaçların oluşumunda kullanım değerine verilen özerklik, kullanıcılarının kişisel niteliğini, insani yeteneklerini ve entelektüel tutarlılığını dışarıda bırakır.Sakatlanmış kullanım değerlerini yaratan sınai üretkenlik değildir, ama sakatlanmış kullanıcıları yaratan toplumsal akıldışılıktır.” (21) İşte bugün biz Yeşillerin önündeki asıl mesele de burada yatıyor. Nasıl yaparız da insanın insanı ve doğayı sömürmesini engelleyebiliriz, nasıl yaparız da hem ihtiyaca gerçek doğasını yeniden kazandırabilirken diğer yandan da ortaya bir kıtlık toplumu çıkartmayız. Hem ihtiyaç kavramının kapitalizmde yaşadığı nesneleşme durumunu, oluşan yabancılaşmayı ortadan kaldırıp, hem de bunu yaparken de ihtiyaçlar üzerinde bir dikta yapısına yol açmayız. Yani hem her insanın kendi kapasitesini geliştirebilmesini sağlayabilmek ama bunu yaparken de dünyayı paylaştığımız diğerlerinin “özgürlük” alanı daraltmayız. Örnek verecek olursam bugün biz insanlar kendi nüfusumuzu çoğaltmakta özgürüz, fakat bunu diğerlerinin yani dünyayı paylaştığımız tüm varlık aleminin varlık alanını daraltma pahasına yapıyoruz. Aynı şekilde toplumsal yapımız içinde bazıları kendi kapasitelerini gerçekleştirmekte “özgür”ler, ama bu başka insanların kapasitelerinin daralması, kadükleşmesi ile oluyor. Diğer yandan toplumda mutlak eşitliği kurmak istediğimizde ise bu kez toplumsal zenginliğin kaynağı olan farklılıkları yok etmiş oluyoruz. Bunların yanında karşımızda bir başka sorun var, insani ve doğal dünyaya saygılı bir toplumu gerçekleştirmek kapitalizm içinde olanaklı olamıyor, bu konuda en somut örnek Kuzey Avrupa ülkelerinde uygulanan ama günümüzde giderek tırpanlanan sosyal güvenlik ağlarına dayalı refah toplumlarıdır. Bu tür düzenlemeler enin de sonun da kapitalistlerin kârlılığını engellediğinden kapitalistlerce engelleniyor ve rekabet gereği tırpanlanmaya başlıyor. Soruları ve sorunları çoğaltmak mümkün. Ama bunlara bulunmuş kesin bir yanıt yok. Radikal ekolojistlerin olgu karşısında yanıtları net, sorun kapitalizm, çözüm ise ekolojik bir Sosyalizm ya da Anarşizm. Yani kapitalist sistemin varlığına son verildiğinde ekolojik sorunları üreten bir sistem de olmadığından ekolojik sorunları çözme yolunu da girilmiş olacak.
“Hoşlanalım ya da hoşlanmayalım, hemen hemen her ekolojik mesele aynı zamanda toplumsal bir meseledir. Aslında, göreceğimiz gibi günümüzün hemen tüm ekolojik sorunlarının temel kaynakları toplumsal bozukluklardır.”(22) Boockhın bir anlamda uç bir nokta gibi görülebilir, ama radikal ekoloji akımlarının tümünün üzerinde dolaylı da olsa üzerinde kısmen yahut tümü ile ittifak ettiği nokta ekolojik krizin toplumsal kaynaklı ve kapitalizm eksenli olduğudur. O zaman kapitalist sistemin varlığına son verebilir ve yerine şahsi çıkara değil de kolektif çıkara yer veren ekonomik-sosyal-politik düzenlemeye gidilirse mesele de az ya da çok çözülmeye başlayacaktır. Ancak bu bakışta tıpkı ihtiyaçları kendi içinde bir hiyerarşi içinde ele alan ve gerçek ihtiyaç-sahte ihtiyaç ayrımına giden zihniyet kadar basit ve indirgemecedir. Çünkü kağıt üzerinde hayli kolay gibi gözüken bu tür radikal çözümlerin gözden kaçırdığı nokta var karmaşıklık ya da çeşitlilik. İnsan toplumlarının varmış olduğu karmaşıklık düzeyi ve bununla bağlantılı toplumsal çeşitlilik. Bununla bağlantılı olarak ihtiyaçlarda tek düze değil, kendi içinde alabildiğine çeşitlenmiş bir durumda. Diyelim ki üretim ve dağıtım mekanizmalarında kapitaliz mi ortadan kaldırdık ve kolektif çıkarı önceleyen bir mekanizmayı da oluşturduk. Kimin neye ne kadar ihtiyacı olduğuna kim karar verecek, diyelim ki bu kolektif yani konsensüse dayalı alınıyor. Farklı ve birbiri ile çatışan çıkarlarda ortak düzlemi nasıl oluşturacağız. Ve bunu yaparken de herhangi bir diktatoryal yapıya yol açmayacağız. Çünkü farklı ve çatışan çıkarların olduğu bir yerde eğer o toplum bir erdemliler toplumu değilse, ihtiyaç sorunu hiyerarşik bir düzenlemeye gidilerek çözülür, bu toplumda indirgenemez asgari ihtiyaçlar meşru kabul edilirken, diğerleri gayri meşru kabul edilecektir. Açık ki bu konu bizi etik sorulara, etik yanıtlara götürür, buna daha sonra değineceğim.
Yeşil Politikanın mevcut sistem tarafından emilip içeriksizleştirilmedikçe ekonomi olarak adlandırılan maddi hayat düzlemine yönelik gerçekten de alternatif çözümler üretebilmesi gerekiyor, yani insanların belli konularda ikna edilebilmesi gerekiyor. Bugün çözülmesi gereken temel denklem şu gibi gözüküyor, insanlar refah diye adlandırılan maddi, sosyal ve bir ölçüde siyasi kazanımlarından (görülen o ki toplumun feda edebileceği en kolay vazgeçebileceği şey siyasi özgürlükler) vazgeçmiyor. Çünkü yeşil bir ekonomi bugünkü bolluk ve refah düzeyini taşıyamaz, bu düzeyin hem insani hem ekolojik maliyetleri var. Basit bir örnek Kyoto sözleşmesine ekonomisinin petrole bağımlılığını bir ölçüde azaltmış AB ülkeleri imza atabiliyor, ama ekonomisi petrole dayanan ABD ve benzerleri buna yanaşmıyor. Gerçi Kyoto üretimde önemli düşüşlere yol açmıyor, emisyonlar gereken ölçüde azalmıyor. Ama yine de minimum düzeyde olsa bile refahtaki bir düşüşü hiç bir politikacı göze alamıyor. Çünkü toplum bundan vazgeçmek istemiyor. Bir başka örnek şu an açlığın pençesinde kıvranan Nijer vb yoksul ülkeler için BM yardım çağrısında bulundu, ki istenen yardım miktarı ABD’de bir yılda ev hayvanları için harcanan mama gideri,AB’nin de yıllık dondurma gideri kadar ( mama örneğinden ev hayvanlarına yapılan harcamayı lüks ve gereksiz bulan, insanla hayvan arasında hiyerarşik bir öncelik ilişkisi kuran “türcüler”den değilim, bu örneği vermem insanların duyarsızlıklarına bir örnek olması bakımındandır, çünkü bu harcamayı yapabilenler yani hayvanlara olan sevgisini esirgemeyenler iş Afrikalılara gelince bencilleşebiliyorlar, yani burada da bir başka öncelikler düzlemi var) olmasına karşılık yardım yapılmadı. İşte önümüzdeki ciddi sorunlardan birisi de bu refah bencilliğidir.
Peki ihtiyaçlar düzeyinde hiyerarşik bir öncelik ilişkisi kurmayacaksak, ve ihtiyaçlar arasında bir sahte gerçek denklemi kurulamayacaksa mevcut tüketim çılgınlığını nereye oturtacağız. Bir yanda birileri çöpten ekmek toplarken, bir başka yanda birilerinin bir elbiseye çok büyük paralar harcamasını, ya da canlı canlı yüzülen tilki yahut vizonların katledilmesi karşısında “bunların hepsi de” ihtiyaç deyip, kendince bir gereksinim deyip herhangi bir adalet talebin de bulunamayacak mıyız. Acil gereksinim, ertelenebilecek gereksinim ayrımı her halükarda yanlışmıdır? Buna rahatlıkla hayır yanıtını verebiliriz, bu bir keyfiyet oluşturmuyor ise ve toplum sürekli bir asgariye mahkumiyet içinde değilse acil gereksinim, ertelenebilir gereksinim ayrımı yapılabilir. İhtiyaç olgusunun tüketim kapitalizmi içinde yaşadığı başkalaşım olgusuna girmeden önce bu konuda birkaç şey söylemek gerekiyor. Öncelikle lüks olarak kabul edilen şeylerin pek çoğu statü ve zevk ile yakından ilgilidir. Dolayısıyla bu konuda ne denli ahlâki kınama tavrı içinde olursak olalım insanların her zaman içinde yaşadığı toplumda lüks sayılabilecek şeylere dönük talepleri olacaktır. Bunun insan doğasının değişmez bir unsuru olduğu iddiasında değilsem de, doğada bile lüks’ün bir cazibesi olduğu kanısındayım. Mesela bazı kuş türlerinde eş seçiminde yuva önem taşır, en iyi yuva en iyi döl anlamına gelebiliyor. Yuva yapan iki erkek kuştan çoğu kez en göz alıcısı dişinin o yuva sahibini çiftleşme için seçtiği görülüyor. Dolayısıyla en basit tanımı ile lüks az bulunan, ulaşılması kolay olmayan mal,hizmet ya da başka bir şey olarak tanımlanırsa kapitalizmin hiyerarşik yapısı içinde salt zenginlere özgü olduğu ve zenginlikte toplumda en büyük prestij kaynağı olduğu için arzulanan lüksü ile, başka bir toplumun lüks kavramı aynı olmak durumunda değildir. Toplumsal yaşam boyunca her zaman az bulunur, elde edilmesi güç ve elinde bulunana prestij, saygınlık vb nitelikler kazandıran şeyler olacaktır. İtiraz edilmesi yahut eleştirilmesi gereken kapitalist tahakkümün, başkalarını yoksun bırakma yahut başka canlıların yaşam alanın daraltmasına (hatta bizzat yaşamına) mal olan, bunlar bahasına elde edilen lüksüdür. Kapitalist tüketim anlayışında da asıl itiraz edilecek olan şey bu olmalıdır.
“Kuşkusuz kendi içinde hiç bir etik argüman yoksun bırakılanları ve ayrıcalıksızlıkları kapitalizmin göreli zenginliğine yönelik taleplerinin herhangi birinden vazgeçmeleri gerektiğine ikna edemeyecektir. Gösterilmesi-hem de yalnızca ya da teorik ya da istatistik temellerde değil-gereken , bu zenginliğe eninde sonunda herkesin ulaşabileceği; ama bunun kimse için arzu edilir olmaması gerektiğidir. Koorparatif kapitalizm tarafından yapay kıtlık hakkında hiç bir şey söylemeden, dünyanın yoksullarından kapsamlı ekolojik bozulma sorunlarını, yüksek teknolojinin kusurlarını ve malzemelerindeki doğal kıtlıklara ilişkin son derece aldatıcı iddiaları içeren zeminlerde yaşamın gerekliliklerine erişmekten vazgeçmelerini istemek” (23) yeşil politikanın özgerçekleştirim anlamındaki özgürlükçü politikası ve etiğiyle çelişir.Yeşil politika liberal özgürlük tasavvuru gibi bir şeyden özgürleşme değil bir şeyi gerçekleştirmek için özgürlüktür. Bu nedenle yeşil bir “ekonomi” tasavvuru ne yoksulluğu yücelterek insanları yoksulluk içinde özgürlükten yoksun bırakmak, ne de hesapsız ve savurgan bir zenginliği yücelterek doğanın sömürüsüne onay verebilir.
Yeşil “ekonomi” Boockhin’in deyimiyle bir “kıtlık sonrası” ekonomi olmak durumundadır. Yani “Özerk bireyin maddi yaşamı ne çileci ne de hedonist, ikisinin en iyi yönlerinin karışımı olarak-ekolojik, akılcı ve sanatsal bir biçimde-şekillendirme özgürlüğü” (24) olarak ekonomi.
Yolundan sapmış Özgürlük: Tüketim Kapitalizmi
Toplumsal hayatın tüm yönleri gibi kapitalizm de karşılıklığı destekler, “toplumsal hayvan” olarak insanın toplumsal özgürlük,saygınlık prestij vb ile toplumsal hayata katılımı olumlar ama Kapitalizm tüm bunları yolundan saptırarak bunları ancak “sahip olunan” yani mülkiyet yolu ile ele geçirilen, bir nesne olarak elde edildiğinde ulaşılabilecek bir şey olarak tanımlar. İnsanın insanlaşması, daha insan olmak için de kendini geliştirebilmesi, kendi kapasitesini genişletmesi, bunlara ulaşacak araçları elde edebilmesi için bir şeyler yapma arzusunu, bir sömürüye, bu bana yeterden “fazla mal göz çıkaramaza”(Gorz) yönelterek insanın kendini nesneler, toplumsal konumlar ile tanımlayıp bunlara göre saygı gördüğü bir toplumsal tasavvura yöneltir. Böylece her şeyin araçsallaştığı bir dünya oluşturur. Adeta Midasın dokunduğu her şeyi altına çevirmesi gibi, dokunduğu her şeyi metalaştırır. Aşk, dostluk doğa,yaşama sevinci elde edilebilmeleri yahut sürdürülebilmeleri paraya bağlı olduğundan ekonomikleşirler. Tüketim toplumundan söz etmek “yaşam dünyasının sömürgeleştirilerek” ekonominin tabiiyetine girmesidir. Kapitalizmin tahrip ettiği en önemli şey yeterlilik duygusu oldu, tatmin bir tahrike dönüştü. “yeterli kategorisi kültürel bir kategori olarak geleneksel toplumda merkezi bir kategoriydi. Dünya değişmeyen bir düzenle yönetiliyordu. Herkes ve doğumundan itibaren kendisine verilen yeri işgal ediyordu, kendisine ne geliyorsa ona sahipti. Daha fazlaya sahip olma isteği dünyanın düzenine bir saldırıydı. “açgözlülük”, “arzu”, “kibir” doluydu, “Doğal düzene” Tanrıya karşı günah doluydu. Aşırı kazanç özü gereği şeytansıydı; uygulama olarak yararlıydı ve izin veriliyordu., ama hoş karşılanmayan şey tefecilikti, Midas’tı. Midas’a göre zenginlik para demekti ve serveti ne olursa olsun asla yeterince paraya sahip olunamazdı; şu basit nedenle ki zenginlik madeni para olarak ölçülmeye başlandığında yeterli diye bir şey asla olmaz. Toplum ne olursa olsun her zaman daha fazla olabilir. Hesaplanabilirlik “fazla” ve “öz” kategorilerini bilir “yeterli” kategorisini bilmez (..) çalışmanın hedefi artık hissedilen ihtiyaçların tatmini olmadığı gibi çaba da erişilecek tatmin düzeyiyle orantılı değildir.
Yeterli olan “iyidir”in yaşanmış gerçekliğinin yerine çabanın ve başarının verimliliğinin nesnel ölçüsü ortaya çıkıyordu: Kazanç artışı, başarı artık kişisel takdir ve “yaşam kalitesi” sorunu değildi, kazanılan parayla biriktirilen servet miktarıyla ölçülüyordu. Sayılabilir olma, hiçbir otorite, hiçbir değer ölçeği tarafından değerlendirilme ihtiyacı duymuyor, kesin bir ölçüt ve hiyerarşik bir ölçek ortaya çıkarıyordu. Verimlilik ölçülebilirdi ve onun sayesinde bir insanın kapasitesi, özel nitelikleri de ölçülebilirdi. Fazla olan azdan iyidir, daha fazla kazanmayı başaran daha az kazanandan iyidir (..) Sermayenin değer kazanmasında en yüksek sınırsız etkililik böylece ihtiyaçların karşılanmasında etkisizlikle ve tüketimde savurganlığın azami oranda sınırsız olmalarını gerektirir, ihtiyaçlar arzular ve istekler arasındaki sınırı silmek gerektirir. İhtiyaçlar arzular ve istekler arasındaki sınırı silmek gerekir; o zamana kadar kullanılan ürünlerle aynı hatta daha az kullanım değerinde olan ama daha pahalı ürünleri arzulatmak gerekir, isteklere ihtiyacın acil zorunluluğunu vermek gerekir.” (24))
Tüketim kapitalizminde insanlar sürekli bir şeyler satın almaya teşvik edilirler. Bunu sağlayansa reklam ve moda endüstrisi. Böyle olduğu için de tüketim toplumunda ihtiyaç önemli ölçüde yönlendirilmiş ihtiyaçtır, yenilik ise bu toplumun adeta mottosudur. Yenilikler karşısında sürekli kışkırtılan tüketici, elde ettiği anda yenisi ile karşıya karşıyadır. Bu yüzden de kapitalizm içim tatmin kendi amaçlarını inkar anlamına gelir. “Kapitalizm arzuyu sürekli, tahrik eder. Sürekli olarak tahrik edilen şeyin tatmin edilmesiyse eşyanın doğasına aykırıdır. Tanımı gereği yanlıştır. Kapitalizm sürekli yenilikler bulup sunarak, ‘tahrik piyasasına’, tatmini sürekli erteler” (25) Peki öyleyse “aldatılması”na tutumluluk yerine savurganlığa kışkırtılan insanlar aslından neyi tüketirler. Bunun yanıtı anlamdır. Böyle olduğu içindir ki tüketim toplumunda üretilen asıl şey mesajdır ve tüketici de örneğin bir otomobil satın alırken salt otomobil satın almaz, satın aldığı asıl olarak o malla birlikte sahip olunan sembolik değerdir.Reklamın reklamla birlikte verdiği mesaj aslında hem bir gerçeklik hem de ilizyondur. Verilen mesajdaki anlam ihtiyacı duyulan şeydir, ama o ihtiyacı gideren şey ürün değildir, ama tüketiciye ihtiyacın nesne olduğu, o nesnenin aradığı şeyi sağlayacağı duygusu verilir. Bu da farklılık vurgusuyla sağlanır. Örneğin a markası değil de b markası kot giyildiğinde o kotu giyen kişi diğerlerinden daha çekici olur, daha etkileyici, daha havalı hale geleceği duygusu uyandırılır. Ama o kotu giyen bir çok işi olduğu için de ürünle birlikte elde edilmesi umulan tekillik hali anonimleşir.
İnsanların aslında psiko-sosyal ihtiyaçları vardır, kapitalizmde bunu sağladığı imajı yarattığı için tüketicinin mal ya da hizmet satın almasını sağlar. “tüm metalar tüketiciler tarafından benliğin, toplumsal kimliğin ve toplumsal ilişkilerin anlamlarını oluşturmak amacıyla kullanılabilirler.”(26) Kapitalizm ideolojisini metalar aracılığıyla yayar, bu nedenle meta toplumunda hiçbir ürün “masum” değildir. Tüketim olgusu kapitalizmle insanlar arasındaki “suç ortaklığı” temelinde kurulan ideolojik zemindir. Geç kapitalizmde klasik ekonomi politikten çok semboller aracılığıyla üretilen metalar anlamında bir “gösterge ekonomi politiğinden” söz edilebilir. “Bir tüketim toplumunda bütün metaların işlevsel olmaları ölçüsünde kültürel değerleri vardır. Bunu modelleştirebilmek için ekonomi düşüncesini yalnızca paranın değil anlamların ve hazların dolaşımında da söz konusu olduğu bir kültür ekonomisini içerecek şekilde genişletmeye ihtiyaç duymaktayız.”(27) Tüketim insanların ne ve kim olmaları ile ilgili bir mesele olduğu için insanlar arasındaki ilişkilerde bir kimlik ilişkisine dönüşür. Kimliklerimiz aracılığıyla varolur, onlar aracılığı ile siyasi mücadele veririz. Kimlik mücadelesi ise bir farklıklar mücadelesidir. Farklılık olgusunun bu denli çok öne çıkmasının en önemli nedeni endüstri toplumunun bir kitle kültürü ve kitle toplumu yaratmış olmasıdır. Bir diğer olguysa metropol yaşantısı içinde karşılaşmaların kısa süreçler içinde gerçekleşiyor olmasıdır.Bu nedenle görünüm, karşıdakine verilecek mesaj çok önemlidir. Dolayısıyla insanların kısa sürede etkili olmaları gereklidir. Bunu da en iyi kişisel imaj oluşturur.
Buraya kadar yazdıklarımızı özetlersek tüketimi yöneten sosyal psikolojik ihtiyaçlar vardır kapitalizm bu ihtiyaçları sömürerek varolur. Toplum bir kez kapitalizme teslim olunca yaşamda kapitalizmin değerlerine sahip olur. Kapitalizm dur durak bilmeyen, yeterlilikle barışık yaşamayan bir düzen olduğu için ekonominin toplumsal hayatı ve doğayı tahrip etmesinin önüne geçemez. Çünkü kapitalizm adeta devri daim makinesi gibi bir kez büyüme, fazla elde etme, daha fazla kâr, gibi olguların penceresinden dünyayı biçimlendirdiği için kapitalistler bile ekonominin yasalarına tabi olur. O yüzden aslolan ekonomiyi toplumsallaştırabilmek, onun iktidar gibi toplumsal denetimin dışında kalmasının önüne geçmektir. Dolayısıyla yeşil bir ekonomi yeşil bir politikadan ayrı düşünülemez. Tüm yeşil ekonomi tartışmalarının ütopik olma sorunundan kurtulamayışı da kapitalizmin doğasını hala klasik sol bir perspektifin etkisi ile ele almaları ,sahte ve gerçek ihtiyaç ayrımları yapmasıdır. İnsanın toplumsal niteliğini ve kendini gerçekleştirme arzusunu anlamadığımız ve asıl bu ihtiyacı gideremediğimiz taktirde daha uzun bir süre kapitalizmle birlikte yaşamak dahası marjinal bir etkiye sahip olmaktan öteye gidemeyeceğimiz kanısındayım. Bunları ve kendimce gözlemlediğim önemli noktaları ise önümüzdeki sayıda kapsamlı bir biçimde ele almayı amaçlıyorum
Ancak buna bir giriş de sayılabilecek ve diğer yazının asıl ana odağını neyin teşkil edeceğine dair ipucu vermek bakımından sembol olgusuna dair son olarak şunu belirtmeyi bir gereklilik olarak görüyorum.
“İnsanın, büyük olasılıkla diğer türlerde bulunmayan, zoolojik kökenli olmadığı açıkça görülen amaçlarını, arzulu fantezilerini, değer bilincini, uygulanması olanaksız heyecanlarını ve kutsallık dolu “yaşam ötesi” bilincini harekete geçiren öncelikli bir gereksinimi vardır….
Doğal olarak yalnızca insanda açıkça görülebilen bu temel gereksinim sembolleştirme gereksinimidir. Sembol oluşturma işlevi, insanoğlunun, yemek, bakmak, ya da hareket etmek gibi öncelikli etkinliklerindendir. Beyninin temel işlevlerinden biridir ve her zaman devam eder.” (28) Bugün karşımızda kültüre ve alışkanlıklara dönüşmüş bir sistem var, ve bu sistemle salt rasyonel düzlemde yapılacak bir mücadele yeterli olmayacaktır, bu nedenle sembolik işlevleri ve kimlik yaratma kapasitesi en az kapitalizm kadar güçlü, etik, adil bir sembolik bir mücadele verebilmemizi olanak kılacak önemli bir lojistik var. Bu lojistik yürütülen mücadelelere dayanak teşkil edecek, onun zemini güçlendirecek bir anlam öbeğidir.