Malum, uzun zamandır hakikati çarpıtmakla, tahrif etmekle ve manipülasyonla suçlanıyoruz. Özellikle mülk/servet ve iktidar konusunda yanlış düşünce, tutum ve davranışlar içinde olanlar, meselenin üzerini örtmek için bu argümanları kullanıyorlar. Bu öyle bir itham ki, zat-ı muhteremlere göre masa başına oturmuşuz, “bakalım hakikati nasıl tahrif edebiliriz” diye düşünmeye, “Kur’an’ı ve peygamberin hayatını kendi projemize nasıl uydurabiliriz” diye kafa yormaya başlamışız. Evet, ortada bir tahrifat olduğu kesin; ancak bu tahrifat, tarih içerisinde hâkim sınıfın ve bu sınıfın emrine amade olan “din adamları”nın, yani ruhban sınıfının eliyle gerçekleştirildi ki, bunu bir önceki yazıda etraflıca izah etmeye çalışmıştım. Bize gelince: Özellikle mülk/servet ve iktidar konusunda belli bir fikir ortaya koyuyoruz ve bu fikrin konuşulmasını, tartışılmasını ve pek tabii toplum genelinde yaygınlık kazanmasını istiyoruz. Kaldı ki, bu, ilk defa bizim tarafımızdan ortaya atılan, dolayısıyla şimdiye kadar hiç görülmemiş, duyulmamış türden yeni bir fikir de değil.
Hazır söz açılmışken bize yöneltilen ithamların nedenine de kısaca değinmekte yarar var: Hiç şüphesiz bu durum, ön kabuller, muharref geleneğin blokajı -ki, şahsen geleneği “muharref” ve “sahih” olmak üzere ikiye ayırıyorum- dar kalıplar içerisine hapsolma ve doğru düşünememe gibi sorunların yanında temelde söz konusu kişi ve grupların hakikatin bütününe sahip olduklarına inanmalarının ve buna bağlı olarak kendi düşüncelerini, okuma, algılama ve yorumlarını mutlaklaştırmalarının doğal sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle bu yazıda daha çok “klasik İslamcılar”ın ve “gelenekçi Mü’minler’in” anlayacağı dilden konuşarak, genel itibariyle düşüncenin mutlaklaştırılması sorununu ve geçmişten günümüze bunun neden olduğu yıkıcı sonuçları ele almaya çalıştım. Yazı iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm giriş mahiyetinde düşüncenin temelini teşkil eden soruların ehemmiyetiyle alakalı; ikinci bölüm ise genel olarak düşünce ve düşüncenin mutlaklaştırılması sorunuyla ilgili.
I. Hakikate yolcuğun ilk adımı: Sorular
Öncelikle şunu söylemek icap eder ki, İslam açısından insan, aklını ve vicdanını işlettiği müddetçe değerlidir. Zira bu ikisi olmadan insanın iyiye, doğruya ve güzele yönelmesi mümkün olmaz. Öyle ki, iman etmek için dahi temelde bu iki unsura ihtiyaç vardır.
İnsan, kendi iç dünyasında sorular sorarak düşünür; hatta denebilir ki, insan, gündelik hayattaki basit konular üzerinde dahi soru sorma yoluyla akıl yürütür, karar alır ve nihayetinde aldığı kararları uygulamaya koyar. Bu bakımdan hangi konuda olursa olsun düşünen insan, aslında soru soran insandır. Akşama “ne” yemek yapacağını düşünen bir ev hanımından müşterisini gitmek istediği yere “hangi yoldan” götürmenin daha uygun olacağını düşünen bir taksi şoförüne, “nasıl” ya da “ne tür” bir alım-satım sözleşmesinin kendisi için daha kârlı olacağını düşünen bir tüccardan mahkemede müvekkilini “nasıl” ya da “hangi yollarla” savunması gerektiğini düşünen bir avukata kadar her çeşit insan buna dâhildir.
Hakikat söz konusu olduğunda soruların önemi bir kat daha artar. Zira Allah’ın varlığı ve birliği, insan, yaratılış, varlık, varlık düzeyleri, hayatın ve ölümün anlamı, ölümden sonra diriliş vb. konular hakkında zihni harekete geçiren temel unsur sorulardır. Kendi iç dünyasında sorular soran insan, bu sorulara cevap arar; böylece düşünür, araştırır, inceler ve gözlemde bulunur. Bu bağlamda hakikati arayan insanların düşünce dünyaları sorular doğrultusunda şekillenir. Hatta “iman” veya “imansızlık”, bu sorulara verilen cevaplar neticesinde ortaya çıkar.
Kur’an devamlı bir şekilde muhataplarına sorular sorar, onları afakî ve enfüsî ayetler üzerinde düşünmeye, araştırma yapmaya ve gözlemde bulunmaya davet eder. Burada amaç, sorular yoluyla zihinler üzerindeki blokajı kaldırmaktır (ör. bkz. 27/59-65; 28/71-72; 34/9; 40/79-81; 45/13; 52/35-36; 53/19-21, 24; 56/58-59, 63-64, 68-69, 71-72; 2/164; 16/11-12, 67, 69, 79).
Bu noktada İslam bakış açısından iki tür insanın varlığından söz edilebilir: Birincisi, sürekli olarak hakikate dair sorular sorar ve sorduğu sorulara cevap aramak üzere düşünce faaliyetinde bulunur. Sorular bu tür insanların zihinlerini devamlı tahrik eder; dolayısıyla daima tefekkür halindedirler. Sürekli olarak olayları sorguladıkları için toplum içinde yalnızlaşırlar ve “aykırı insanlar” haline gelirler ki, genelde muhalif bir kimliğe ve yenilikçi bir yapıya sahiptirler. İkincisi, hakikate dair pek fazla soru sormaz, mevcut şartlar (sosyal, kültürel, iktisadî, siyasi) içerisinde belli bir inanca ve dünya görüşüne sahip olur. Bu tür insanların düşünce dünyaları statiktir, dahası blokaj altındadır. Bu bakımdan genelde statükocu-muhafazakâr bir yapıya sahiptirler. Dolayısıyla katı gelenekçi anlayışın temsilcisi, “atalar-dedeler dini”nin yılmaz savunucularıdırlar. Hakikat karşısında kendi inançlarını muhafaza edebilmek için gerek kendi iç dünyalarında gerekse dışa dönük olarak olumsuz pekiştirmeler içeren sorular sorarlar (ör. bkz. 2/26; 19/66; 36/47, 77-78; 75/5-6).
Aklederek/düşünerek hakikate erişen insanlar da kendi aralarında ikiye ayrılırlar; birincisi, afakî ve enfüsî ayetler üzerinde düşünerek, salt akıl yoluyla hakikate erişir. İkincisi, içinde bulunduğu çevrenin teşviki neticesinde hakikatle tanışır, kendisine sunulan Allah inancı ve şeriat üzerinde düşünerek iman sahibi olur.
Bu noktada sıklıkla kullandığım ifadeleri tekrarlayacağım: İslam düşünce tarihinde salt akıl yoluyla hakikatin, iyi (güzel, doğru/hüsn) ve kötünün (kubh) bilinip bilinemeyeceği konusu hararetli bir biçimde tartışılmıştır. Mu’tezile’ye göre, akıl yoluyla bilinen değerler, evrensel ve ebedidir. Bu değerlerin herhangi bir din tarafından öğretilmesi hiçbir şeyi değiştirmez; çünkü bunlar sonuçta aynı kaynaktan fışkırmakta ve ortak bir zeminde buluşmaktadırlar. Yine bu düşünceye göre, bir şeyin din tarafından “iyi” veya “kötü” olarak nitelendirilmesi, onun dinin bildirmesinden önceki ahlaki durumunu değiştirmemektedir. Yani o şey, dinin bildirmesinden önce de özü ve mahiyeti itibariyle “iyi” veya “kötü”dür.
Nitekim Endülüslü İşrakî filozof İbn-i Tufeyl, “Hayy b. Yakzan/Uyanığın oğlu Diri” adlı felsefi romanında konuyu ele alır ve insanın vahye muhatap olmadan (salt akıl yoluyla) da sahih bir inanca sahip olabileceğini, iyiyi ve kötüyü bilebileceğini ispat etmeye çalışır. Hatta ona göre, tabiatı inceleyen, onun özündeki aydınlatıcı ışığı kavrayan bir insan için “vahiy” ile “derin düşünce” arasında bir fark yoktur. Issız bir adada dünyaya gelen Hayy, kendi iç dünyasında sorduğu sorulara cevap arar, afakî ve enfüsî ayetler üzerinde düşünür ve aklı sayesinde (tefekkür ve gözlem yoluyla) hakikati bulur. Romanın diğer kahramanı Ebsal ise, insanların bulunduğu bir adada yaşamaktadır. Fakat o, şeriat üzerinde düşünerek aynı hakikate ulaşmıştır. Nihayet bu ikisi bir şekilde buluşup şahsi tecrübelerini birbirlerine aktardıklarında, hakikati algılama ve onu elde etme biçimlerinin aynı dinin iki farklı boyutu olduğu sonucuna varırlar.
Aynı sınıflandırmayı peygamberler arasında da yapmak mümkündür. Örneğin Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed, vahye muhatap olmalarından önceki dönemde, ne vahyin ne de şeriatın olmadığı bir ortamda, ilkin kendi iç dünyalarında sorular sorarak, afakî ve enfüsî ayetler üzerinde düşünerek, Hz. Yahya ve Hz. İsa ise, yürürlükte olan şeriatın illetleri, hikmetleri ve maksatları üzerinde tefekkür ederek -ki, bu peygamberler vahye muhatap olmalarından önceki dönemde yürürlükte olan şeriat üzere yetiştirilmişlerdi- hakikate erişmişlerdir. Ancak her iki örnekte de sözü edilen peygamberlerin belli olaylar üzerinde tefekkür etmeleri ve mevcut sosyal, iktisadî, ve siyasi yapıyı sorgulamaları söz konusudur ki, bu süreç sonunda İlahi irade kendilerini vahye muhatap kılmıştır.
Bu çerçevede özetleyecek olursak, sorular düşünce dünyamızın vazgeçilmez bir parçasıdır. İnsan ancak kendi iç dünyasında hakikate ilişkin doğru soruları sorarak ve tefekkür aracılığıyla kendini yeniden üreterek daha yüksek bir ahlakî ve ilmî formasyona sahip olabilir.
Ancak bir nokta var ki, o da insanın genelde hakikate ilişkin soru sormayı ve düşünmeyi sevmemesidir. Zira insan, genel olarak kendi ön kabullerinden memnundur. Belki de bu bağlamda “insana en ağır gelen şey soru sormak ve düşünmektir” denebilir. Çünkü bu, zihinsel olarak yoğunlaşma (konsantrasyon) ve bunun yanında gözlem yapma, okuma-araştırma gibi bir dizi entelektüel çaba gerektirir. Mevcut sosyo-ekonomik şartlar göz önüne alındığında herkesin bu yükü kaldırması beklenemez. Fakat şu da bir gerçek ki, İslam, tefekkürü emreder. Dolayısıyla herkes -az veya çok- gerek hakikate ilişkin gerekse sosyal, iktisadî ve siyasî konular üzerinde kafa yormalıdır. Zira özellikle modern zamanlarda sorgula(ya)mayan ve düşün(e)meyen insan “yok” hükmündedir.
II. Düşüncenin mutlaklaştırılması sorunu
İslam dünyası açısından bugün için bir özeleştiri yapmamız gerekirse, bir nevi düşünce darlığı yaşadığımız söylenebilir. Hiç kuşkusuz bu, “akıl yürütme kusuru” diyebileceğimiz, sorunların çözümü için lazım olan bir veya birçok unsuru göz önünde bulundurmamanın sebep olduğu bir sıkıntıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar, vaktiyle bu sıkıntıyı dile getirir ve “düşüncemiz alelade şeylerden bir adım öteye gitmiyordu” der. Sanırım modern zamanlarda yaşadığımız düşünce darlığını bundan daha güzel ifade eden bir cümle henüz kurulabilmiş değildir. Nitekim bugün İslam dünyasında doğru ve derinlikli düşünce üretimi olmadığı için her yanımız içi boş sloganlarla doldu. Örneğin “şeriat gelecek vahşet bitecek” denmektedir; şeriat nedir, vahşet nedir, şeriat nasıl gelecektir, niçin şeriat geldiğinde vahşet bitecektir, şeriatın gelmesiyle vahşetin bitecek olması arasında nasıl bir ilişki vardır; yoksa “şeriat” adı altında yeni bir vahşet senaryosu mu sahneye konulacaktır, bütün bunlar izaha muhtaçtır ve geniş bir çerçeve içinde açıklanmaları gerekir. Ancak ne yazık ki, “Günümüz Müslümanı” ürettiği sloganların içini doldurmaktan dahi aciz görünüyor.
Meselenin doğru anlaşılabilmesi için öncelikle akıl ve düşünce konusuna açıklık getirmekte yarar var. Akıl, insanın belli kaideler ve ölçüler çerçevesinde düşünme yetisidir. Bir insana veya topluluğa has görüşe (fikre) ise “düşünce” adı verilir. Düşünceler aklın izdüşümleridir; zihin dünyamızın sığlığı veya derinliği düşüncelerimizle ölçülür. Herhangi bir konuda doğru hüküm verebilmek ve doğru olanı yapabilmek için öncelikle doğru düşünmek gereklidir. Bu da temelde takip edilen metodun doğru olmasına bağlıdır. Eğer düşünce metodu yanlışsa veya metotsuzluk söz konusuysa ulaşılan sonuç, alınan karar, söylenen söz ve işlenen fiiller hata içerir. Bu yüzden İslam düşünce tarihinde usûle ayrı bir önem atfedilmiştir. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, tarihi süreç içerisinde geliştirilmiş olan usûllerin tümü (kelâm, fıkıh, tefsir ve hadis usûlleri) insan aklının, dolayısıyla belli bir düşüncenin ürünüdür.
Bu noktada iki tür insanın varlığı söz konusudur: Birincisi, doğru düşünebilmek için gerekli usûl bilgisine sahiptir. Bu tür insanların düşünceleri belli bir sistem dâhilinde gelişir. Meseleleri kategorik olarak ele alırlar; örneğin sosyal, iktisadi, siyasi veya hukuki -ki, bunlara birçok başlık eklenebilir- konuları bağlamlarından koparmadan ayrı ayrı değerlendirirler. Nitekim İslam düşünce tarihinde ilmî konular, kelâm, fıkıh, tefsir, hadis ve akaid gibi ayrı başlıklar altında kategorize edilmiş, her biri kendi bağlamında, belli bir sistem (metot-usûl) içerisinde ele alınmış ve bu sayede çeşitli ekoller ortaya çıkmıştır. İkincisi, usûl bilgisinden yoksundur. Bunların düşünce dünyalarında tutarsızlık ve karmaşa hüküm sürer. Meseleleri birbirine karıştırmalarının yanında yanlış bir metot takip etmeleri onları yanlış sonuçlara ulaştırır. Bu yüzden “vusulsüzlük usûlsüzlükten ileri gelir” denmiştir. Bu tür insanların düşünceleri çoğunlukla yıkıcı, tahripkâr ve ifsat edicidir.
Düşüncenin sistematik olması zarurîdir; zira sistemsiz düşünce sığdır, dolayısıyla gelip geçicidir, kaybolmaya mahkûmdur. İslam düşüncesini baz alarak konuşacak olursak, belli bir ilmî formasyona sahip olmak şartıyla isteyen herkes usûl geliştirebilir -tabii isteyen de mevcut usûllerden herhangi birini seçer- bu, düşünce dünyamızı genişletir, ufkumuzu açar. Burada önemli olan, düşüncenin belli bir sisteme dayanması, tutarlı bir şekilde delillendirilmesi ve yanılabilirlik ihtimalinin unutulmamasıdır.
İranlı düşünür Abdulkerim Suruş, bu yanılgı ihtimalini “epistemolojik yanılabilirlik” kavramıyla ifade eder. Buna göre, Kur’an ve Sünnet’te (hadiste) belirtilen hakikatler değişmez, ama anlama-algılama biçimleri değişebilir. Sonuçta bizim Kur’an ve Sünnet’ten anladıklarımız, kendi okumalarımız ve yorumlarımızdan ibarettir. Bu bakış açısı, kişinin tek başına hakikati temsil etmediğini kabullenmesini, diğer düşünce ekollerinden yararlanmasını, muarızlarını yok saymamasını ve diyalog kanallarının açılmasını sağlar. Böylelikle istibdat ve zorbalık ortadan kalkmış olur.
İslam (düşünce) tarihi kapsamlı bir incelemeye tabi tutulduğunda, Suruş’un yaptığı açılımın ne denli önem arz ettiği rahatlıkla anlaşılır. Zira düşüncenin mutlaklaştırması, tarihi süreç içerisinde sürekli olarak fitne ve fesada yol açmış, hizipleşmelere neden olmuştur. Bu bakımdan denebilir ki, düşüncenin mutlaklaştırılması, İslam (düşünce) tarihinin ana sorununu teşkil eder. Bu ise, temelde kişinin hakikat algısıyla ilgilidir. İslam düşüncesi söz konusu olduğunda iki tür insandan bahsedilebilir: Birincisi, “şekil a”da görüldüğü üzere Kur’an ve Sünnet’te mündemiç olan hakikati/hakikatin bilgisini bütünüyle kuşatabileceğini düşünür. Bu tür insanlar, elde ettikleri bilgiyi ve bu bilgiden hareketle ulaştıkları sonucu, “nihai gerçek/gerçeğin ta kendisi” olarak görürler; dolayısıyla kendi anlama-algılama biçimlerinde, takip ettikleri veya kendi geliştirdikleri usûlde herhangi bir yanılgı payı bulunduğunu reddederler. İkincisi, hakikatin Kur’an ve Sünnet’te (hadiste) mündemiç olduğuna ve bu hakikatin değişmeyeceğine inanır, ancak kendi anlama-algılama biçiminin yanılgıya açık olduğunu, dolayısıyla hakikatin tümüne değil, fakat bir bölümüne sahip olabileceğini kabul eder.
Düşüncesini mutlaklaştıran kişi, zamanla dar kalıplar içerisine hapsolur. Bir başka ifadeyle düşünce mutlaklaştırıldığı oranda sahibini köreltir. Kişi zaman içinde kendi düşüncesinden başka hiçbir düşüncede doğruluk payı göremez hale gelir; böylelikle git gide hakikatten uzaklaşır. Zira her düşüncenin üstünde bir başka düşünce, her bilenin üstünde bir başka bilen vardır. Nitekim mutlak âlim olan, hakikatin bilgisini çepeçevre kuşatan yegâne varlık Allah’tır.
Bu tür insanların düşüncelerinde diyaloga yer yoktur; ortada bir hakikat vardır ve söz konusu kişi veya gruplar bu hakikatin bütününe sahiptirler ve onu temsil etmektedirler. Buna göre, farklı düşünen, hakikati farklı algılayan/anlamlandıran kişi veya gruplar yanlış bir yol üzerindedirler, dolayısıyla ıslah edilmeleri gerekir. Bu yaklaşım, söz konusu insanların diğerleriyle ilişki biçimlerini monolog haline getirir. Bu durumda kişi sürekli olarak muhataplarına kendi düşüncesini dikte eder, dolayısıyla bu ilişki biçiminde söz sürekli olarak bir tek kişi veya grup tarafından söylenir. Bu şekilde düşünen insanlar, taraftar bulduklarında veya gücü ellerine geçirdiklerinde istibdada yönelirler. Bunun yanında söz konusu yaklaşım tarzı, içtimaî hayatta kamplaşmayı ve husumeti de beraberinde getirir.
Oysa yanılabileceği ihtimalini göz önünde bulunduran kişi her zaman arayış içerisindedir. Diğer insanlarla ilişki biçimi diyalog üzerine kuruludur. Bu ilişki biçimi, herkese kendini ifade etme ve düşüncelerini açıklama imkânı verir. Dahası muhataplarına “hata yapma” hakkını tanır. Buna kısaca “müzakereci yaklaşım” diyebiliriz. Burada kişi, hem konuşan hem de dinleyen konumundadır; farklı düşüncelerden yararlanır ve bu sayede ufku genişler. Bu mantaliteye sahip olan insan, ulaştığı bilgi seviyesini yeterli görmez, sürekli düşünme, araştırma ve inceleme ihtiyacı duyar, dahası eleştiriye açıktır.
Düşüncenin mutlaklaştırılması, tek tipçiliği de beraberinde getirir. Bu durumda kişi, tıpkı “klasik İslamcıların” ve “gelenekçi Mü’minler’in” örneğinde görüldüğü gibi herkesin kendi fotokopisi haline gelmesini ister. Bu bakımdan tek tipçi düşünce kuşatıcı olmaktan uzaktır; sürekli olarak kendi fikirlerini dayatır ve diğerlerini yok sayar. Nitekim ülkemizdeki mevcut oluşumlar genelde farklılıklara müsamaha göstermeyen bir karaktere sahiptir. Oysa bu, gerek insanın gerekse dinin doğasına aykırıdır. Zira İslam’da istişare esastır; bu sayede görüşülen konu üzerinde fikir alışverişi yapılır, ortaya atılan görüşler müzakere edilir. Fakat tek tipçi düşünce farklı görüşler üzerinde müzakere etmek şöyle dursun kendi içinde dahi istişareden verim alamaz. Zira zaman içinde birbirinin fotokopisi haline gelmiş insanların istişaresinden maksat hâsıl olmaz. Maksadın hâsıl olabilmesi için düşünce çeşitliliği gerekir.
İslam nokta-i nazarından hiç kimse kendi inancını, düşüncesini, algılama biçimini, yorumunu veya dünya görüşünü bir başkasına dayatamaz, herhangi bir konuda kendisinden farklı düşünen kişi veya grupları “din dışı” olarak nitelendiremez. Ancak ne var ki, düşünce tarihimizde, hem sözünü ettiğimiz “müzakereci yaklaşım”ın en güzel örnekleri verilmiş, hem de bunun yanında sayısız kamplaşma, husumet ve çatışma yaşanmıştır.
Pratikte her ne kadar tartışmalı olursa olsun, düşünce tarihimizdeki tüm ekollerin temel referansı Kur’an ve Sünnet’tir. Mevcut usûllerin tümü bu iki kaynak baz alınarak geliştirilmiştir. Bu, daha en başından bize aynı temel/objektif kaynaklardan yola çıkarak farklı anlayış ve uygulamalar ortaya koymanın mümkün olduğunu gösterir. Elbette söz konusu algılama ve uygulamaların doğruluğu veya yanlışlığı başlı başına bir tartışma konusudur.
Fakat buna rağmen İslam dünyası, tarihi süreç içerisinde “düşüncenin mutlaklaştırılması sorunu”nu aşamamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, mülk/servet ve iktidar mücadelelerinin düşünce ekollerini etkisi altına almış olmasıdır. Nitekim İslam tarihinde ortaya çıkan ilk iki fırka (Şiîlik ve Haricîlik) mülk konusunda yaşanan ihtilaflar neticesinde teşekkül etmiştir. Diğer fırkalar -ki, aslında bunlara fırka denemez- daha çok fıkıh ve kelâm ekolleri olmalarının yanında ister istemez bu mücadelelerden etkilenmişlerdir. Her iktidar, kendi sosyal, iktisadî ve siyasî karakterine, düşünce ve anlayışına uygun bulduğu ekolü desteklemiş, söz konusu ekolün sosyal, iktisadî ve siyasî konulardaki görüşlerini devletin resmî görüşü haline getirerek, kendi meşruiyetine dayanak noktası yapmıştır. Doğal olarak bu durumda resmi otoriteyi temsil eden ekol ile diğerleri arasında husumet ve çatışma meydana gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim tarihi süreç içerisinde teşekkül eden ekollerin belli dönemlerde birbirlerine karşı tepkisel hareketleri söz konusudur. Mu’tezile mihneti, Sünnîliğin buna tepkisi, Selçuklular döneminde Eş’arîliğin yükselişi ve Hanbelîliğin buna karşı gösterdiği mukavemet bu konuda örnek olarak gösterilebilir.
Bugüne gelecek olursak, düşüncenin mutlaklaştırılması açısından durum pek farklı görünmemektedir. Hemen hemen her konu akide kapsamında değerlendirilirken, farklı düşünce ve görüşlere sahip olan kişi veya gruplar birbirlerini “din dışı” olarak nitelendirmekte, bunun sonucunda irili-ufaklı yapılar teşekkül etmekte ve hizipleşmelerin önüne geçilememektedir. Bu bakımdan denebilir ki, Türkiye, bir cemaatler ve örgütler cennetidir.
Sonuç itibariyle düşüncenin mutlaklaştırılması ve tek tipçilik, düşünce üretimi ve gelişiminin önündeki en büyük engeldir. Modern zamanlarda çeşitliliğe müsamaha göstermeyen, kendini yenilemeyen, müzakere ve eleştiriye açmayan her düşünce ve görüş, tasfiye olmaya mahkûmdur.
Esenlikle…