Özellikle AKP’nin hükümet olmasından sonra, sömürü, zulüm ve eşitsizliğin katlanarak devam etmesi Müslümanlar arasında çeşitli yarılmalara sebep oldu. Ancak, henüz oluşan çelişki ve yarılma biçimleri söylem bağlamından kurtulup politik varlığını dosta düşmana ilân etmiş ve açık bir çatışmaya dönüşmüş değildir. Fiilî bir gerçeklik olarak ortaya çıkmayan fakat kendi iç çelişkilerini bütün şiddetiyle yaşayan Devrimci İslam dinamiği şu ya da bu biçimde yüzünü zulme, sömürüye, haksızlığa maruz kalan müstezaflara dönmüş görünüyor.
Bu noktadan hareketle, “Devrimci İslam” mefhumunu anlamak için tarihsel olarak çeşitli izlekleri takip etmek zorunludur. Bu çaba, olayların kronolojik olarak sıralanmasından ziyade, tarihsel sürekliliklerin ortaya konulması ve gelecekte oluşabilecek alt üst oluşların doğru tahlil edilmesi için gereklidir.
Devrimci İslam, İslami Hareket, İslami Hareketin Tarihi gibi başlıklar incelenmeye başlandıkça görüldü ki ilgili başlıklar başı sonu neredeyse belli olmayan sayısız meseleleri içermektedir. Mevzunun derinliği, tarihselliği, çok farklı ve yaygın bir coğrafyada farklı tezahürlerinin bulunması ve sözkonusu coğrafyalardaki İslamî anlayışın yorum farklılıkları, çeşitli uyanış hareketlerinin farklı karakteristikleri, devletle, sermaye ve egemen ideolojilerle kurdukları ilişki biçimlerinin benzerlikleri ve ayrılıkları berrak bir analizi ve anlatıyı zorlaştırmaktadır. Kapsamlı ve bütünlüklü bir değerlendirme belki akademik düzlemde ve/ya düzeyde gerçekleştirildiğinde mümkün olacaktır. Politik bir ilgilenme, sözkonusu meseleyi darlaştırmayı/sivriltmeyi, belli alanlarını öne çıkarmayı zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla, malumun tekrar tekrar ilânından çok, kitleler nazarında gölgede bırakılmış/karartılmış meselelere, kısa da olsa, bir değini şarttır.
İslamî Hareket ve İslamî Uyanış hareketlerinin belli tarihsel, toplumsal dönemeçlerde, sol-sosyalist cenah ile ilişkisizliğini veya ilişkilenişini yalnızca Türkiye ölçeğinde ele almak her şartta hatalı ve eksik bir anlatı doğuracaktır. Belli ölçülerde çevre toplumların ve çeşitli tarihsel-toplumsal dönüşüm süreçlerinin etkilerine de değinmek gerekmektedir. Böylece, dış’la olan etkileşim, kaynaşma durumları ve olguları daha kolay anlaşılmış olur.
Cahiliye ve İbn-i Teymiyye
İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an, devlet ve toplum yönetimine değişmez, kesin hükümler koymamıştır. Yorum/içtihat kapısını açık bırakmıştır. Kurumsal gelişim, çağın şartları ile uyum türünden ölçülere açık tutulan yorum kapısı 11.yüzyıl itibariyle kesin olarak kapatılmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nin Haçlı saldırılarına maruz kaldığı yıllarda Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından Nizamiye Medresesi’ne atanan Ebu Hamid Gazzali, İslam’ın değişime açık yönlerini kapatarak, tutucu, kaderci bağnaz inanışlar, despotik iktidar yapısına ilahi meşruiyet arayan ilkeler getirerek bugüne kadar süregelen kördüğümler silsilesinin ilk sebeplerinden biri olmuştur. Kaderci, tutucu bu anlayış, iktidarın “kul”u din adamları tarafından kitleler arasında yaygınlaştırılmıştır. Böylece sömürü düzeninin tesis edilmesi için Kur’an ve hadisler sınırsızca istismar edilmeye başlanmıştır.
‘Dünyevî arzular beni bulunduğum yerden kendilerine doğru kuvvetle çekerlerken, inancın habercisi haykırıyordu: Uzaklaş! Kalk ve uzaklaş!’ (Gazzali)
Sözü geçen dönemler, “yeni bir Cahiliye”nin gölgesinde sürmekteyken, İbn-i Teymiyye adında bir İslam âlimi, Gazzali’den yaklaşık 200 yıl sonra Memlük Sultanlığı’nda yozlaşmış, katılaşmış din anlayışına ve iktidarın kul’u durumundaki din adamlarına kılıç sallamaktadır. İbn-i Teymiyye, döneminin kelâmcıları, kadıları, sufi ve dervişleriyle kelâma ve amellere ilişkin tartışmalar başlatmıştır. Teymiyye’nin tüm çabası; İslam’ı bozulma dönemlerinde üzerine biriken kirlerden temizlemeye ve arıtmaya yöneliktir. Yürüttüğü tartışmalar sebebiyle sürekli Memlük mahkeme divanlarında savunmalar vermek zorunda kalmış, ulema ve kadılar tarafından sevilmemiş, böylece ömrü, eserlerini kaleme aldığı Şam Kalesi’nin zindanlarında son bulmuştur. Teymiyye’nin eserleri 20.yüzyılda Ortadoğu’da yeniden dirilerek devrimci Müslümanların mücadele ışığı hâline gelmiştir.
Osmanlı
15. yüzyıldan sonra İslam’ın bayrağı Osmanlı’nın eline geçti. Halifeliği muhafaza eden Osmanlı “sürekli cihat” anlayışıyla kısa zamanda çok geniş bir coğrafyaya ulaştı. Asya Avrupa ve Afrika kıtalarında çok geniş topraklarda egemenlik kurdu. İktisadî ve teknolojik olarak gelişmişti. Çeşitli sınıfsal katmanlardan oluşmakla birlikte iç’te birliği sağlamış, dıştaki Dünya’ya ise savaş açmıştı.
Ancak, Osmanlı’nın ilerleyişi 17.yüzyıl itibariyle son buldu. Osmanlı’nın iktisadî, teknolojik ve kültürel olarak gerilemesi Batı’nın aynı alanlarda yükselişine denk geliyordu.
Osmanlı İmparatorluğu, çeşitli mezhepleri, tarikatları, cemaatleri ve değişik gayrimüslim unsurları aynı sosyal yapı altında yaşatabilmiştir. Ancak geçmişten devralınan çeşitli kültürel ve dinsel yapılar toplumun özgür gelişimine ket vurucu bir karakteri sürdürüyordu.
Hilafet’in Osmanlı elinde bulunması kurumsallaşmış, dünyevîleşmiş bir İslam anlayışını ortaya çıkardı. Bu anlayış, toplumda, bilimde, sanatta ve felsefede statikleşmeyi beraberinde getirdi. Ulema, her türlü ilerlemenin karşısında bir güç olarak, İslam’ın ve sosyal hayatın durağanlaşmasını sağladı ve böylelikle toplumsal çürümeye neden oldu.
Sözkonusu dibe vurma hâlinden kurtulmak isteyen yerli egemenlerin asırlar boyu yegâne gayreti Batı’nın teknik, teknolojik üstünlüğünü yakalamak yönünde gelişti. Özellikle, gerileme ve çöküş dönemlerinde, Osmanlı yöneticileri, siyasî, idarî ve askerî olarak bu sorunu aşmayı denediler. Ancak sorunun teşhisinde yapılan hata, bu ıslahatları başarısız kıldı. Taklitçi ve ezberci bir eğitim yaklaşımıyla yetiştirilen yönetici kadrolar, Batı modernliğine ve Batı’nın göreceli gelişmişliğine karşı, yeniden askerî ve iktisadî bir güç oluşturmak için Batı kaynaklı aktarmalar yapılmasına zemin oluşturdular. Böylece Batı modernizmi, Osmanlı’da askerî, teknik ve idarî unsurları ile kök salmaya başladı.
Osmanlı’nın Batı’dan ithal ettiği şeklî çözümlere muhafazakâr kesim dini koruma kaygısı ile karşı çıktı. Bu tepkileri bazı araştırmacılar “İslami hareket”in ya da İslamî uyanışın ilk nüveleri olarak adlandırmaktadırlar. Bu adlandırma zorlama bir biçimde günümüz İslamî hareketine yerli bir dayanak bulma çabasından kaynaklanmaktadır. Sözkonusu tepkiler iktidara ve sistemin bütününe karşı bir muhalefet oluşturma amacında değildi. Ayrıca Osmanlı Sistemi’nin tıkanış nedenlerini görecek ve ona alternatif üretecek bir donanıma da sahip değildi.
Batı Medeniyeti olarak adlandırabileceğimiz Avrupa, aynı kurumsallaşmış, maddîleşmiş Hristiyanlığa karşı, Reform Hareketlerini ve Rönesans’ı gerçekleştirebildi. Osmanlı ve genel olarak Doğu toplumları, sözkonusu durgunluğu-hareketsizliği süreç içinde kalıcılaştırmışlardır. Durgunluk ve statüko her şartta içe kapanmayı ve çürümeyi beraberinde getirmektedir.
İslamî Uyanış Hareketlerinin İlk Sesleri
17., 18. ve 19. yüzyıllarda Batı’nın yükselişi İslam coğrafyasının sınırlarını zorlamaya başladı. Batı’nın bu akınları ve sömürgeleştirme hareketleri İslam toplumlarında hâlihazırda bulunan statükoları alt üst etti. Sömürge karşıtı direniş ve kurtuluş hareketleri farklı karakteristikleri ile ortaya çıktı.
Osmanlı’nın can çekiştiği tarihsel süreçlerde, eski Osmanlı bakiyesi topraklarda emperyalizmin at koşturması çeşitli yeni çatışma, uzlaşma ve direniş alanları oluşturdu. 1899 yılında, İngilizlerin 15 bin sterlin karşılığında Şeyh Mübarek Sabah ile anlaşarak Kuveyt’i kendi himayesi altına alması, ayrıca Irak, İran ve Mısır’da İngiliz işbirlikçisi yönetimlerin varlığı İslam içindeki uzlaşmacılığa örnek teşkil etmektedir.
Bunların yanında, çok yaygın olmasa da, Ortadoğu’da çeşitli direniş ve uyanış hareketlerinden örnekler vermek mümkün. Cemalleddin Afgani burada anılmayı hak ediyor. Afgani, İslamî uyanış hareketlerinin ateşini yakan öncü olarak, halklar tarihine adı kazılmış önemli bir İslam âlimi ve eylemcidir.
“Kaçar Krallığı içindeki Hemedan taraflarından bir Farisi olan Afgani’nin, eski Küfe yakınlarındaki büyük Şii Entelektüel merkezi olan Necef’te öğrenim gördüğü söylenir. İlk siyasi tecrübelerini Afganistan’da kazanmıştır. 1868’de sürgün edilen Afgani, Hindistan’daki Müslüman reform hareketine katıldı. Ancak burada batı egemenliğini kabul ederek bunun içerisinde ‘daha rahat bir yer ayarlama’ isteklerine karşı çıktı. Mısır’a, Osmanlı İmparatorluğu’na İran ve Rusya’ya seyahatler düzenleyerek Müslümanları birleşmeye davet etti.” (Suat parlar, Ortadoğu, s. 90).
Afgani, 1870 yılında Dar’ül Fünun’da bir konferans vermek için İstanbul’da bulunmaktadır. Ancak, Şeyhülislam Hasan Fehmi, konferansı hakkında anti propaganda yaparak geleneksel kesimi saldırıya geçirir. Afgani İstanbul’dan Kahire’ye, Kahire’den İngilizlerin tehditleri sonucunda Hindistan’a gider. Orada İngiliz sömürge yönetimi tarafından tutuklanır ve uzun süre hapiste kalır.
Afgani, İslam ilkelerine bağlı kalarak geri kalmışlığın ortadan kaldırılabileceğini, dinî, kültürel ve sosyal çürümenin kaynağının da Batı emperyalizmi olduğunu işaret etmiştir. Antiemperyalist savaşı dinî bozulmayı ortadan kaldıracak bir zorunluluk olarak değerlendiren Cemalleddin Afgani, Ortadoğu’da direniş hareketlerinin öncü âlimi ve mücahidi olmuştur.
Kısaca anılan uzlaşma, işbirliği vakaları ve İslamî direniş/uyanış deneyimleri tek tek incelenmeye değerdir. Burada yalnızca kısa değiniler yaparak geçmek durumundayız.
Üç Tarz-ı Siyaset
Özetle, Batı’nın İslam toplumlarını tahakküm altına almasına ve köleleştirme hareketlerine verilen tepkilerin farklılığı aşağıdaki üç eğilimi ortaya çıkardı.
1. Gelenekçi Akım (taklitçi, muhafazakâr)
2. Modernist Akım (akılcı, eklektik)
3. Islahatçı Akım (sorgulayıcı, üretici)
Bu akımlar birbirleriyle ortak taraflar taşımakla birlikte, İslam dünyasının sorunlarını değerlendirmede, İslam’ı algılamada, siyasî çözüm ve yöntem belirlemede çeşitli farklılıklar göstermektedirler. Bununla beraber her üç akımın birbirleriyle çeşitli düzlemlerde ve düzeylerde irtibatları da bulunmaktadır. Bu irtibatlaşmaların durumsal/dönemsel ve konjonktürel taktik ve stratejilerin uyarınca gerçekleştikleri de belirtilmelidir. Örneğin gelenekçi akım yerli egemenler ve sistemler hakkında suskun kalsa da Batı emperyalizmine karşı ıslahatçı akım ile ittifak kurabilmektedir. Ancak yerleşik din anlayışını sorgulamaktan yana değildir. Modernist akım ise İslam kültürünü değerlendirirken rasyonalist, ilerlemeci bir kayma gösterse de sorgulayıcı tavır açısından Islahatçı akıma yaklaşmakta ama bu noktada laik ve uzlaşmacı bir tavır sergilemektedir.
Tam anlamıyla karşılamıyor olsa da burada, yerleşik din anlayışına, çürümüş, kokuşmuş toplumsal oluşumlara ve emperyalizme karşı direniş oluşturmaları sebebiyle ıslahatçı akıma “Devrimci İslam” nitelemesinde bulunmak zorunludur. Bu akım çoğunlukla Türkiye dışı İslam toplumlarında hayat bulmuştur. Bu akım özellikle Ortadoğu’da, Batı emperyalizminin fiilî işgali sebebiyle yeşermiş, büyümüş ve İslam topraklarına derin bir biçimde kök salmıştır. Mısır’da, Filistin’de, Cezayir’de, Lübnan’da ve İran’da çok güçlü bir Devrimci İslam geleneğinin ve direnişinin varlığından söz etmek mümkündür.
Bununla birlikte, sömürge ülkelerinde, Batılı değerlerle harmanlanıp yozlaşmış bir politik varlık olarak ortaya çıkan modernist/laik bir akım da varlık alanı bulmuştur. Bu akımların genel karakteri, pozivitist, laik, ilerlemeci ve Batı hayranı olmasıdır.
Türkiye’nin kuruluşundan bu yana ve Osmanlı’nın son dönemleri ele alındığında, devlet ve toplum işleyişinde esas hükmü geçen, gelenekçi ve modernist akımlardır. Bu akımlar belli tarihsel momentlerde kendi içlerinde çeşitli girift ilişkiler kurmuş olsalar da, hiçbir zaman devrimci bir İslam’ın büyümesine izin vermemişlerdir.
Halk Zümresi/Yeşil Ordu
Anadolu tarihinde bağımsızlık, eşitlik, özgürlük ve kardeşliği şiar edinen güçlü bir İslamî gelenekten bahsedemiyoruz. Burada tarihsel olarak, saygı ile adından söz edebileceğimiz yalnızca Yeşil Ordu deneyimi vardır. Bu deneyim de dönemin işbirlikçi güçleri tarafından ezilmiştir.
Yeşil Ordu, Anadolu ve Türkiye tarihinde İslam’ın ve komünizm düşüncesinin pratik hayatta aynı vücutta buluştuğu, emperyalizme, işbirlikçilerine ve burjuvaziye karşı savaştığı tek deneyimdir. Yeşil Ordu, 1920 yılında, Birinci TBMM’de kendisini Halk Zümresi olarak ayrı bir politik kimlik olarak ifade ediyordu. Yaklaşık yüz tane mebus, bizzat Halk Zümresi’nin çizgisinde hareket ediyordu. Halk Zümresi, çok önemli ve kritik üç bakanlığı elinde bulunduruyordu. Rusya’da gerçekleşen Sosyalist Ekim Devrimi’nin ve Bakû’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nın yarattığı dalganın etkisiyle, bağımsızlıkçı ve sosyalizan bir politik güç hâline gelen Yeşil Ordu, Anadolu’nun işgalcilerden temizlenmesi için mücadele veriyordu.
“Yeşil Ordu anti-kapitalist, anti-emperyalist ve anti-militaristtir. Devletin iktisadî ve içtimaî sahada geniş müdahalelerine taraftar olur, bunların yanı sıra “aile hayatına hürmetkârdır” ve “İslamiyet’in bütün içtimaî esaslarına istinat ederek asr-ı saadetin müşterek samimiyetini iadeye ve batıdan gelen kendini beğenmiş ihtirasları Asya’dan atmaya çalışmakla yolunu, Hak yolu, Allah yolu bilir. (…) Yeşil Ordu’nun teşkilatına mensup olup da emperyalizm lehinde gayemize ihanet eden derhal idam olunur.” (Yeşil Ordu Nizamnamesi’nden)
Sovyet Devrimi’nin ateşinin bütün dünyayı yakmasından korkan İngiliz emperyalizmi Bolşeviklere ve komünizm heyulasına karşı tampon oluşturmak için, dönemin önemli siyasî aktörlerinden M. Kemal’e cevaz vererek Anadolu’da eşzamanlı olarak birçok devrimci dinamiği tasfiye etti. Kemalist Cumhuriyet, İngiliz emperyalizminin izni ve teşviki ile sosyalizmin önüne bir set/duvar oluşturmak için, Komünistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların katli sonrasında kurulabildi. İstiklâl mahkemelerinde, “Kurtuluş”un gerçek neferleri komünistler, devrimci Müslümanlar ve Kürtler yargılanıp asıldılar. Bu meseleler ile ilgili Kemalistlerin İngilizlerle olan münasebetini anlatması bakımından, Ali Fuat Cebesoy’un İngiliz Ticaret Kurulu başkanı Hudson’a söyledikleri emsalsizdir.
“A. F. Cebesoy: Söyleyeceklerim hem pek çok hem de sizce malum olmayan şeyler değildir. Müsaade ederseniz, kısaca hülasa edeyim. Lloyd George ve Lord Curzon gözlükleriyle Türklere bakarak bizleri çok zayıf görmek İngiliz milletinden hakikati gizlemek demektir. Türklerin Orta Şark’ta asırlarca üzerlerine almış oldukları mühim vazifelerin Yunanlılar ve Ermeniler tarafından başarılacağını sanmak İngiliz siyasetinin kaydetmediği büyük bir gaflet olacaktır. Türkler, Osmanlı camiası içinde asırlarca hâkim olmuş bir unsurdur. Türkiye bütün İslam âleminin ümit kalesidir. Asırlardan beri bu kuvvet ve kudret olmasaydı, sıcak denizler ve okyanuslar şimal müstevlilerinin eline geçmeyecek miydi? O zaman İngiliz müstemlekelerinin hâli ne olacaktı? Şimdi bu tehlike eskisinden daha çok büyüyebilir. Bu tehlike karşısında Yunanlılar ve Ermeniler hangi kuvvetle karşı durabileceklerdir? Zannederim, karşı durmak şöyle dursun, evvela onlar, Şimal müstevlilerinin ilerlemesini kolaylaştıracaklardır. Bilmem arz edebiliyor muyum?
Hudson: Sizi dinliyorum generalim.
A. F. Cebesoy: İngiliz milletinin aklıselimi bir gün bunları muhakkak suretle idrak edeceğinden emin bulunuyorum. İşte bunun için İngilizlerle düşman olmayı hatırımızdan geçirmiyoruz.” (A.F. Cebesoy, Moskova Hatıraları, s.341-343)
Konuşmanın geçtiği esnada A. F. Cebesoy Ankara Hükümeti’nin Moskova Büyükelçisi konumundadır. A. F. Cebesoy, Mustafa Kemal’e kullukta İsmet İnönü’den önce gelmektedir ve cumhuriyeti kuran sınıfın ve zihniyetin en önde gelen şahsiyetlerinden birisidir. Dolayısıyla söylediklerini kişisel saymak saçma olacaktır.
Bu konuşma, vatan topraklarının İngiliz emperyalizminin tecavüzüne uğradığı, işgal edildiği ve yağmalandığı yıllardan birkaç sene sonra gerçekleşmektedir ve Bolşeviklerin kurtuluş savaşı yıllarında yaptığı yardımlar unutulmuştur. Yardımların yapıldığı yıllarda Sovyet topraklarında kıtlık sebebiyle yüz binlerce insanın öldüğü bilinmektedir. Burada, Kemalistlerin İngilizlerle olan münasebeti, Stockholm Sendromu’na benzemektedir.
Yeşil Ordu ve diğer devrimci dinamikler, Kemalistlerin “Tampon Devlet” olma sevdası ve politikası uyarınca tasfiye edildiler. Cumhuriyetin kuruluş ideolojisi, bütün bu onursuz, ahlâksız politikaları Mustafa Kemal’in “engin zekâsı ve ileri görüşlülüğü” ile açıklamaktadır. Ve burjuvazi, her dönem, resmî tarih eliyle, bütün olup bitenleri ve yaşananları çok maharetli bir şekilde karartmayı başarmıştır. Bu karartma ve manipülasyon işlevi, Kemalizmi, süreç içerisinde “halkın afyonu” hâline getirdi. Böylece, Kemalizm, Türkiye gerçeğinde faaliyet yürüten bütün politik unsurların ve öznelerin hücrelerine kadar sinen/sirayet eden bir hastalık olarak tıbbî bir vakıa durumuna geldi.
Genel olarak İslamî çevreler, Yeşil Ordu deneyimine karşı kördürler. Aynı çevreler, dönemin efendilerinin yanında sığıntı olarak yaşayan Mehmet Akif’i yere göğe sığdıramamaktadırlar. Bu körlük ya da bilinçsizlik hâli elbette sol/sosyalist unsurlarda da bulunmaktadır. İslam ve sosyalizmin, fikrî düzlemde dahi yan yana gelmesi bu unsurların saldırısına uğramaya yetmektedir.
Cumhuriyet Yılları
Cumhuriyetin ilânından hemen sonra, özellikle saltanatın ve hilafetin kademeli olarak kaldırılması ve laikliğin kabulü sonrasında çeşitli tarikat kökenli İslamî unsurların muhalefeti kanlı biçimde ezildi. Menemen olayı ve Şeyh Sait isyanları bu minvalde kalkışmalardı ve Kemalist cumhuriyet tarafından bastırıldı. Daha sonraki süreçlerde resmî ideolojinin tesisi ile birlikte, Kemalist devlet, kendi müslümanını imal etmeye girişti. Pratik hayatta bu girişim büyük oranda başarılı sonuçlar doğurdu. Örneğin, 2.Dünya Savaşı’nın bitiminde, kuşatmadan zaferle çıkan Sovyetlerin/Sosyalizmin ilerlemesi korkusuyla, engelleyici, dizginleyici faktör olarak İslam kullanıldı. CHP, ilkokul programına din derslerini koydu, İmam Hatip Kursları ve İlahiyat Fakültesi açıldı, Diyanet İşleri Reisliği’ne kısmî imkânlar sağlandı ve ilginçtir, 19 adet türbenin açılışı yapıldı. Bütün bu politikalar Anglo-Amerikan grubunun tavsiyeleri ve teşvikleri neticesinde gerçekleşti. İşte böyle bir dönemde, Selamet, Büyük Doğu, İslam Dünyası, İslam Nuru gibi dergiler yayınlanmaya başladı. Bu yıllarda yayınlanan İslamî dergilerin tamamının temel özelliği, uzlaşmacılık ve muhafazakârlıktı.
Said-i Nursi, bu dönemde ve sonraki dönemlerde Müslümanlar için çok önemli bir şahsiyettir. Mistik ve tasavvufî bir din anlayışını maddî dünyanın yararcılığı ile harmanlayan zihniyetin tesisinde önemli rol oynadı. Said-i Nursi, 1947’de Başta CHP genel sekreteri Hilmi Uran olmak üzere bazı devlet yetkililerine mektuplar yazarak, “komünizm tehlikesi” konusunda uyarılarda bulundu. Aynı Said-i Nursi, Emperyalist batının teşviki ile sosyalizmi boğmak için oluşturulan Bağdat Paktı imzalandıktan sonra, dönemin Cumhurbaşkanı’na ve Başbakan’a kutlama telgrafları çekerek efendilerine bağlılığını bir biçimde gösterdi.
Said-i Nursi’nin talebeleri 1950’li ve 1960’lı yıllarda aynı yolu izlediler. Necip Fazıl’ın öncülüğündeki Büyük Doğu Hareketi, muhafazakâr İslamcı aydınların düşünsel planda kendilerini ifade ettikleri bir zemin oldu. Bu aydın kuşağının da temel özelliği uzlaşmacılık olarak ortaya çıkmaktadır. Said-i Nursi, Necip Fazıl gibi şahsiyetlerin histerik komünizm düşmanlığı hiçbir dönemde sapma göstermeden bu güne kadar taşınabildi.
Soğuk savaşın sıcak savaşa evrildiği yıllarda Küba’da sosyalist bir devrim oldu. Amerika’nın hemen ensesinde bir sosyalizm adası çeşitli sıkıntılarıyla birlikte Sovyetler Birliği için nefes almakla eşdeğerdi. Bu durum Türkiye’nin egemenleri için Amerika’nın gözüne girme noktasında bulunamaz bir fırsattı. Böylelikle Küba’ya uygulanan ambargoları destekleyen ilk ülke Türkiye oldu. Amerika’nın Küba’ya saldırma olasılığına karşılık Sovyetler Birliği, Amerika’nın yaklaşık 150 km uzağına füzeler yerleştiriyordu. Amerika buna karşılık, Sovyetler’in komşusu ve ABD’nin müttefiki olan Türkiye’ye Jüpiter Füzeleri’ni yerleştireceğini açıkladı. Nükleer füzeler Sovyetler Birliği için büyük tehditti. Ancak, Kruşçev ve Kennedy arasında yapılan görüşmelerden sonra Kennedy füzelerin kaldırılması talimatını verdi. Türkiye füzelerin kalmasında diretiyordu. Bu direnç üzerine Kennedy ikinci sefer füzelerin kaldırılması talimatını vermek durumunda kaldı. Türkiye, tarihte kolay kolay rastlanmayacak bir bağlılık durumu içerisine düşürülmüştü. Bu onursuz politika, mevzu bahis olan komünizm olunca, İslamî, muhafazakâr, laik ve milliyetçi kesimler tarafından onaylandı. Bunun dışında emperyalizmin Kore’de yürüttüğü kirli savaşa gönderilen ve savaş esnasında ölen Türk askerleri için aynı kesimlerin şehit makamını uygun bulmaları onursuzluğun başka bir tezahürüydü.
“Devrimci İslam” Mefhumu
1970’li yıllarla birlikte Seyyid Kutub Türkiye’de tanınmaya başlıyor, ancak Türkiyeli Müslümanların kurulu düzen ile tamamen entegre olması, Seyyid Kutub’un, Ali Şeriati’nin, Müslüman Kardeşler’in devrimci fikirlerinin etkisinin çok zayıf kalmasına neden oluyordu. Aynı dönemlerde, Mısır’da, Filistin’de, İran’da, Lübnan’da ve Yemen’de Seyyid Kutub’un düşünceleri ciddî politik bir güç hâline geliyordu. Bu süreçlerde Ortadoğu’da emperyalizmin saldırısına karşı çeşitli direniş örgütleri savaşmaktadır ve dünyanın birçok yerinden direnişe iştirak etmek için binlerce devrimci bölgeye gelmektedir. İsrail’in kuruluşundan sonra, 60’lı ve 70’li yıllar boyunca Ortadoğu’da işgale karşı direniş gittikçe büyümektedir. Dış’ta cereyan eden bu olaylar Türkiye’ye neredeyse hiç etki etmemektedir.
Sezai Karakoç, altüst oluşların yaşandığı bu yıllarda, Müslümanlar arasında önemli bir isimdir. Ortadoğu’nun kıyamet yeri olduğu yıllarda Karakoç’un edebiyat çizgisi, İslam’ın daha estetize ve edebî bir yolla ifade edilmesi için çabalamaktadır. Ancak, Karakoç’un sözkonusu “edebiyat” çizgisi politik hayatta bir karşılık bulamamıştır.
Ortadoğu’da yaşanan bağımsızlıkçı, otorite karşıtı ve eşitlikçi hareketlerin bu topraklarda bir yansıması olmadı. Emperyalizmin ülkede cirit attığı yıllarda, Amerikan emperyalizmini lanetleyen öğrenci hareketlerine, ezilen işçi-emekçi yığınlarının örgütlendiği sendikalara, derneklere ve sosyalist unsurlara saldırıldı. Bu yıllarda kurulan İslam soslu çeşitli düzen partileri, (MNP, MSP) müslümanları düzen içinde tutma gayretinde oldular. Özellikle tasavvufî, mistik İslamî anlayışla aynı zamanlı gelişen bir süreçti bu.
Sözü geçen dönemde, Said-i Nursi’nin rahle-i tedrisinden geçen bir cami hocası sahneye çıktı. Nâm-ı diğer “Hocaefendi” Fethullah Gülen. Özellikle 80’li ve 90’lı yıllarla birlikte, Fethullah Gülen’in “Nurculuğu” zamanla Müslümanların içindeki bir Truva atına dönüştü.
Örneğin, “Hocaefendi” 1979’da Konya’daki Kudüs Mitingi’ni düzenleyen Müslümanlar için ünlü Kestanepazarı Vaazı’nda “kaldırın o çarşafları altından bıyıklı erkekler çıkacak!” demişti.
Kendisi, 12 Eylül darbesini selamlamaktan geri durmamış, Darbenin hemen ertesi ay çıkan Sızıntı Dergisi’nin başyazısında “Kahraman Türk Askerine selam çakmıştı”
Yıllar sonra başka bir Nur cemaati olan Yeni Asya grubu lideri Mehmet Kutlular Cuma Dergisi’ne verdiği röportaj’da MİT’in kendilerine işbirliği teklif ettiğini ama kabul etmediklerini ancak Fethullah Gülen ve Mehmet Kırkıncı hocaların bu teklifi kabul ettiklerini beyan edecekti ( Furkan Günlerinde Bir “Hizmetli Hocaefendi” Bülent Şahin Erdeğer, Haksöz)
Said-i Nursi’nin güncel karşılığı olan Fethullah Gülen, iktidarla ve maddî hayatla kurduğu ilişki itibariyle Said-i Nursi ile birebir benzerlik göstermektedir. Kapitalizmin ve emperyalizmin halklara uyguladığı zulüm ve sömürü karşısında zalimden yana duran, mazlumlardan ise iğrenen “dinci kanaat önderi” “abdestli kapitalizm” zihniyetini bütün dünyada pazarlamaktadır. Pensilvanya’da beş yıldızlı bir çiftlikte korunan Gülen, Yahudi’nin aklı ve ahlâkı ile Müslüman’a itaati ve boyun eğmeği tembihlemektedir.
Bundan sonra artık dünya pazarında ancak, samimi olanlar metalarını satabilecek ve müşteri bulabileceklerdir. Samimi olmayanların ise bu ilahi pazardan sürülüp çıkarılma vakti gelmiş demektir.” (İrşad Ekseni, Fethullah Gülen)
Türkiye’de gelişen İslamî hareket ve ona bağlı unsurlar her dönem devletçi, sağcı, mukaddesatçı ve milliyetçi bir bütünlüğe sahip oldular. Yerli burjuvazi, 1945’li yıllarda emre amade ve tövbekâr bir Said-i Nursi’yi kullanarak Müslüman kitleleri kendine bağladı. 1950’den sonra Ortadoğu’dan gelebilecek “Devrimci İslam” cereyanlarından Müslüman yığınları korumak için Necip Fazıl’ı ve talebelerini kullandı. 12 Eylül’den sonra ise, uluslararası emperyalizmin kulu durumundaki yerli egemenler “Ilımlı İslam” modeliyle ve söylemiyle İran İslam Devrimi’nin yarattığı dalganın olası tahribatını en aza indirmek için, Fethullah Gülen’i ve cemaatini büyütüp besleyip sömürü düzenlerine sigorta yaptılar. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze, içerilmiş, sistem dâhiline alınmış bir İslam, sınıflar mücadelesinde mazlumlara ve müstezaflara karşı çok yönlü bir savaş aracı olarak kullanıldı.
Devlet, özellikle 12 Eylül sonrasında önünü iyice açtığı İslamî Harekete dâhil unsurları belli bir ayarda tutmaya çalıştı. Bu ayarın kaçtığı, çeşitli kontrolsüzlüklerin ve sapmaların ortaya çıktığı durumlarda, burjuvazi, emperyalizmle işbirliği içerisinde, kaçan ayarı ve bozulan dengeyi yeniden sağlamayı bildi. Örneğin Refah Partisi’nin çığırından çıktığı durumda, liberal, AB’ci, Amerikancı bir AKP imal edildi.
Bununla ilgili daha güncel bir örnek ise Saadet Partisi’dir. Saadet içerisinden yükselmeye başlayan sol müslüman sesi ve nefesi kesmek için Parti iğdiş edilmektedir. Bugün yaşananlar ve gelecekte yaşanacaklar, Fethullah, İsrail/AB ve yerli egemenlerin, her halükarda işine gelen bir durumu ortaya çıkaracaktır. Devrimcileşme eğilimine giren müslüman unsurlar, Erbakan’a ya da Numan Kurtulmuş’a paslanmış oluyor böylelikle. Bütün sınıfsal çelişkileri ve adaletsizlikleri örten, kapitalizmin yarattığı yoksulluğa ve sömürüye karşı tampon görevi üstlenen cemaatlerin, çelik kabuğunu parçalayacak bir uyanışa mahal vermemek için, çeşitli operasyonel tertipler sahneye konulmaktadır.
Ezilen, aşağılanan, sömürülen, yoksul müslüman yığınların devrimcileşmesi ve zalimlere karşı devrimci sosyalistlerle birlikte savaş alanına girmesi yakın gelecekte zor görünüyor. Burjuvazi, cumhuriyetin başından beri bu buluşmaya izin vermemiştir. Zaten, batının aklı ve vicdanı ile düşünen, modernist, aydınlanmacı küçük-burjuva ve orta sınıf sol bir zihniyetin varlığı, burjuvazinin her dönem işini kolaylaştıran bir faktör olmuştur.
Bu durum bugün de böyledir. Ancak nesnel olarak devrimci sosyalist bir Müslümanlığın inşası için gerekli alt üst oluşlar ve depremler yaşanmaktadır. Bu süreçte devrimci bir “kopuş”un gerçekleşmesi için, “Allah rızası için sınıf bilinci” diyenlerin somut politik varlıklarını tek bir vücut hâlinde dosta düşmana ilân etmeleri gereklidir. Safların belli olması, sap ve samanın ayrışması için bu bir zorunluluktur. Aksi durumda, söylenen her söz, yazılan her satır ve verilen emek, Tayyip’in ve Numan’ın eksik bıraktığı alanları onlar adına dolduracak, onların söz ve eylemlerine estetik birer öğe olarak eklemlenecektir.