Doğal afetlerin dini boyutu nasıl oluyor? Örneğin depremin insanların günahları yüzünden meydana geldiği, Allah’ın yeryüzündeki besin dengesini sağlamak için virüsü yarattığına dair sözler duyuyoruz ve hemen hemen bütün depremler, salgın hastalıklar bir teoloji, ilahiyat tartışmasına vesile oluyor.
Örneğin 1755’de tarihteki en yıkıcı depremlerden biri olan Lizbon Depremi sırasında 60.000 ile 100.000 kişi arasında tahmini ölü vardı. Depremi bir tsunami ve kentin pek çok yerinde başlayan yangınlar takip etmiş ve Lizbon’un neredeyse tamamının yerleşim alanları kullanılmaz duruma gelmişti. Bunun üzerine özellikle kiliselerde, havralarda özellikle Yahudi teolojisinde bir tartışma başlamıştı; Tanrı bu 100 bin kişiden ne istedi? Tanrı niye bu insanları depremde öldürdü? Hadi diğer insanları öldürdü, Yahudilerden ne istedi? Onları niye öldürdü? Onlar seçilmiş kavmi değil miydi? İşledikleri günahlar bu kadar ağır bir şekilde toptan katledilmelerini gerektiriyor muydu? İşledikleri günahlar neydi ki? türünden tartışmalar baş gösterdiğini görüyoruz.
Keza tarihte meydana gelen salgın hastalıklar, özellikle bugün artık aşısı bulunmuş ve ölümcül olmaktan kısmen çıkarılmış veba, çiçek, kızamık, kolera, kanser vb. virüslerinin kitlesel ölümlere yol açması esnasında ve sonrasında çeşitli teoloji ve ilahiyat tartışmalarına yol açtığını görüyoruz. Tema yine aynıdır; Virüsü Allah mı yarattı? Neden insanlar hastalıklarla ölüyor, hastalığı kim yayıyor, Tanrı bunun neresinde?
Mesela Mecusi teolojisi hastalıkları kötülük tanrısının kasten yaydığını, iyilik tanrısının buna engel olamadığını ama engellemek isteğini, ikisi arasında evrende amansız bir mücadele olduğuna inanmıştır.
Tek tanrı inancında ise depremin, sel felaketinin, salgın hastalıkların kimden geldiği, hem hastalığın hem de şifanın kaynağının nasıl tek tanrı olacağı tartışmaları çıkmıştır. Bunlar epey bir yekün teşkil etmektedir.
Allah tabiatın içinde mi, dışında mı, tabiattaki olaylar aynı zamanda Allah’ın davranışı olarak mı görülmeli, hangisi önce, hangisi sonra, yoksa ikisi beraber mi? Bunlar olduğu sırada insanlar ölüyorsa, o insanlar günahları yüzünden mi helak edilip öldürülmüş ve depremle veya hastalıkla yok edilmişlerdir? Yoksa bu kendi kendine bir tabiî olay mıdır? Tanrı’nın bu salgınlarla ve sartıntılarla ilişkisi nedir? İşte bunlar ilahiyatın konusunu oluşturuyor. Papazlar hahamlar ve din adamlarının bunları durmadan tartıştıklarını görüyoruz.
Mesela kimisi diyor ki; Bu sarsıntı Cenab-ı Hak küçük yaştaki kız çocuklarıyla evlenmemize izin vermesine rağmen bu yasaklandığı için olmuştur. Yani Allah buna kızmış ve bu kızgınlığının acısını da Elazığ’ın köylerinden çıkarmış. Oradaki insanların başlarına evlerini geçirerek, duvarlar altında bırakarak, kış kıyamette ortada kalmalarını sağlayarak cezalandırmış… Bir takım profesörler, ilahiyat hocaları, kanaat önderleri çıkıyor ve bunları bu şekilde söylüyorlar. Ve bu tartışma, hayatını kaybedenlerin nasıl kurtulacağının önüne geçiyor. Dolayısıyla her konuda karşımıza çıktığından dolayı da bu insanların zihinlerinin, dini dünyalarının rahat olması gerekiyor. Gerçi ölümlerde insanlar acı duyar ama en azından depremin veya salgının Allah’la ilişkisi bağlamında bu çerçevede rahat olmaları gerekir.
Kur’an’da geçen ayetlere göre yeryüzünde işlenen günahlar yüzünden tabiat olayları; deprem, sel, yıldırım, tufan, kasırga, salgın hastalık gibi olaylar meydana gelmiyor. Kur’an-ı Kerim insanların helak edilmesinden bahsediyor.
Acaba helak nedir? ‘’Biz onları helak ettik, bir gece ansızın gece yarısı dizüstü çökerttik ve kaşanelerini başlarına geçirdik, tek bir nefes bile alamadan kurtulamadılar’’ gibi helak ayetleri var. Geçmişte yaşamış kavimlerin yeryüzündeki yaşamlarının çeşitli tabiat olaylarıyla sona ermesine dair bazı ayetler görüyoruz. İşte bu ayetlerden yola çıkarak yüzlerce veya binlerce kişinin bu tür doğal afetlerde ölmesinin Tanrının gazabı olarak yorumlandığını görüyoruz.
Peygamber zamanında bazı Yahudiler gök gürlemesine Tanrının bağırışı olduğuna inanıyorlardı. Bu nedenle Peygambere ‘’Er ra’d’’ gök gürültüsü nedir?” diye soruyorlar. Kur’an-ı Kerim’de Ra’d (Gök gürültüsü) suresi var. Peygamber de onlara ‘’er-ra’du melekun’’ (Gök gürültüsü bir melektir) diyor. Hz Ali de aynı şekilde yağmurun, rüzgarın melek olduğunu söylüyor. Tabiattaki bazı kuvvetlerin melek olduğunu söylüyor. Meleklerin tabiat dışı varlıklar olduğunu değil, tabiatın içerisindeki bir takım olaylara, durumlara, varlıklara verilen isim olduğunu söylüyor. Keza Şeyh Bedreddin de bu çizgide melekleri, şeytanları hatta cenneti, cehennemi bu dünyada yorumlamıştır. Melekler tabiatın iyilik kuvvetleri, şeytanlarda içimizdeki kötülük dürtüleri (kin, haset, öfke, hırs, kibir) demiştir. Bu şekilde Allah dışında bütün varlıkları ve olayları tabiatın içinde yorumlayan, hatta Allah’ın da içkin boyutuyla tabiatın içinde olduğunu ama bir de aşkın boyutu olduğunu söyleyen bir çizgi vardır. Böyle bir damar İslam tarihinde her zaman olmuştur. Peygamberin kendisinden, Hz Ali’den, İhvanu’s-Safa Risaleleri’nden, İslam filozoflarından, Mutezile düşünürlerinden, Şeyh Bedreddinlere kadar tabiatla Tanrıyı iç içe gören, manevi varlıkları tabiatın kuvvetleri, içgüdüler olarak yorumlayan ve oluş halinde olan tabiatın, manevi bir dili olarak dini kavramları kullanan ve bunu ona, onu buna rahatlıkla çeviren bir çizgi her zaman olmuştur. Ancak bu çerçevede yapılan açıklamalar genellikle yanlış anlaşılmalara neden olmuştur.
Mesela Kur’an-ı Kerim’de tabiat olayları yağmur, sel, fırtına, deprem, sarsıntı Allah’ın davranışı olarak, Allah’ın yeri sarsması, yağmur yağdırması, yıldırım düşürmesi olarak anlatılır. Haliyle bu olaylardan etkilenen insanlar da ne düşünecek? İnsanlara işledikleri günahlardan dolayı bu kadar ağır ceza niye veriliyor? Arada çocuklar da ölüyor veya yeryüzünün bir yerinde işlenen günahı, başka yerdekilerden niye çıkarıyor? Zenginlerin işlediği günahı yoksuldan niye çıkarıyor? Başkalarının günahlarına kızdığından dolayı alakasız insanları niye öldürüyor? diye sorular soruyorlar. İşte bunlar teolojik, ilahiyat tartışmalarına sebebiyet veriyor.
Oysa şöyle bakılması gerekir. Yeryüzünde meydana gelen tabiat olayları, yıldırım, gök gürültüsü, deprem, fırtına, kasırga, salgın hastalık yeryüzünde yaşayan herhangi bir kişinin veya grubun günahlarına ceza olsun diye meydana gelmiyor. Bunlar tabiat olaylarıdır. Bitkiler, hayvanlar, insanlar olmasa bile tabiatın varoluşu, iç kuvvetleri bu şekilde olduğundan dolayı yeryüzünde kimse olmasa da yer sarsılmaya, sular taşmaya, yağmurlar yağmaya, rüzgarlar esmeye, yıldırımlar düşmeye, çöl fırtınaları, kasırgalar, tsunamiler olmaya devam edecektir. Tabiatın yapısı böyledir. Eğer insanlardan üstesinden gelebileceği halde gider de dere yatağına ev yaparsa, daha çok para kazanacağız diye depreme dayanıksız, çimentosu, demiri eksik evler yaparsa veya fay hattının geçtiği yerlerde evler yaparsa o zaman bu tabiat olayları o insanlar için afete dönüşecektir. Onlar için o zaman afet olacaktır. Eğer afet çok can kaybına, maddi ve manevi zararlara yol açarsa ona da felaket diyoruz.
Aynı şiddette deprem Japonya’da oluyor ama kimse ölmüyor. Ortadoğu ülkelerinin herhangi birinde, İslam dünyasında aynı şiddette deprem olduğu zaman binlerce insan hayatını kaybediyor. Acaba Tanrının Japonlara gücü yetmiyor da Ortadoğu’da, genellikle ezan okunan yerlerde İslam ülkelerine mi gücü yetiyor? Oradakileri öldürüyor bu taraftakileri öldürmüyor. Böyle bir şey olmaz. Çünkü bunun doğrudan ve direkt insanlara yönelik bir Tanrısal gazap olduğunu düşünmek çok yanlıştır. Hz Ali’nin dediği gibi; yeryüzü, dünya hayatı günahların cezasının çekildiği değil; insanların çeşitli sınavlardan, belalardan, dar geçitlerden, zorlu hayat koşullarından geçtiği bir yerdir. İnsanlar sağlam iradeli, davranışlarını değiştirmeyen, dürüst, karakterli olup olmadıklarını genellikle bu tür olaylar esnasında gösterirler. Kur’an-ı Kerim’de helak ettik kavramı, bir tabiat olayında, bir doğal afette, bir sosyolojik altüst oluşta, bir savaşta esaret altına girmiş, ülkesi işgal altında kalmış imparatorlukların, krallıkların sonunu hatırlatmak için kullanılan bir dildir. Dolayısıyla tarihin, tabiatın ve insan hayatının içinde meydana gelen olaylarla beraber Allah’ın iç içe olduğunu, her şeyi kapsadığını, kuşattığını ifade etmek için vurgulu bir dil ile Kur’an’da ele alınırlar. Ve her şeyi Allah yapmış veya Allah yapıyor, ediyor gibi anlatılır. Bu aslında dindarane bir dildir. Burada paradoksal mantık geçerlidir. Yani hem o doğrudur, hem bu doğrudur diyen mantık fizik ve metafizik ilişkisini kurmada geçerlidir. Tanrı metafizik olduğuna göre, tabiatta fizik olduğuna göre bu ikisi ilişkisini kurarken düz Aristo mantığı değil; paradoksal mantığı daha çok kullanmalıyız. Dindarane dil yani her şeyi Allah’la açıklayan dil biraz böyledir.
Buna göre hastalığı da şifasını da veren Allah’tır. Dert de deva da O’ndandır diye düşünülür. Mesela şöyle bir örnek verelim: Herhangi bir dindar ailenin 10 yıl boyunca çocuğu olmuyor. Bunlarda çocuğu olsun diye 10 yıl boyunca tedavi oluyorlar. Çeşitli bitkisel ilaçlar alıyorlar, tüp bebek tedavisi yapıyorlar. Nihayetinde 10. yılın sonunda bir çocukları oluyor. Şimdi bu aile şöyle diyecektir; “Cenab-ı Hak bizi 10 yıl çocuksuzlukla imtihan etti, sonra ödül olarak bize nur topu gibi bir çocuk ihsan etti…” Şimdi bunlara şu soruları sorsanız: 10 yıl boyunca Allah size niye çocuk vermedi? Özellikle sizi mi seçti? 10 yıl boyunca çocuğunuzun olmamasının sebebi size Allah’ın çocuk yaptırmaması mıydı? 10 yılın sonunda size ödül olarak bu çocuğu verdi. Peki bu çocuk nereden geldi? Nasıl oldu? Caminin kenarında mı buldunuz? Leylekler mi getirdi? Bu çocuğu siz beraber yapmadınız mı? Tedavi olmadınız mı, ilaçlar içerek tüp bebek tedavisi olmadınız mı? Onlar da ‘’Evet olduk, bunların hepsini biz yaptık ama bunu bize Allah verdi’’ diyeceklerdir.
Dindarane dil böyle bir şeydir. Herkes bunun o rasyonel sebep-sonuç ilişkileri sebebiyle meydana geldiğini bilir ama konuşurken Allah merkezli bir dille ‘’Allah verdi, Allah aldı’’ diye konuşur. ‘’Allah’ın verdiği emaneti taşıyoruz, Allah verdiği emaneti geri aldı’’ der. Ölümü de böyle açıklar. Yani burada ne kendisi, ne eşi, ne trafik kazası, ne duvarın yıkılması suçlu olarak anlatılmaz. Bunların hepsi Allah verdi, Allah aldı şeklinde anlatılır. Bu tamamen dindarane bir dildir. Kur’an’ın konuştuğu dil de böylesine bir dildir. İşte “Depremi Allah yaptı, Allah afet verdi, Allah sel gönderdi…” der ve kendine çeki düzen verecek bir vesile arar. Bir daha şu günahları işlemeyeyim bu işler başıma gelmesin diye düşünür.
Bunların hiçbirisi bizim tamamen materyal, rasyonel bir dil kullanmamıza engel de değildir. Bu din dilini tamamen materyalist yani materyallere dayanan bir dille açıklayabiliriz. Bu din diline aykırı değildir. Din dili de buna aykırı değildir. İbn Rüşd buna hatabi dil ve bürhani dil demiştir. Hatabi dil din dilidir, bürhani dil de akıl ve maddi süreçlerle anlatılan bilim dilidir. Bu ikisi birbirine çevrilebilir aradaki fark dilin kullanımıdır. Olay aynıdır; yer sarsılıyor, yağmur yağıyor, rüzgar esiyor… Bir ‘’yağmur yağıyor’’ bir de ‘’rahmet yağıyor’’ demek arasındaki fark. Rahmet yağıyor din dilidir, yağmur yağıyor meteorolojik biliminin dilidir. Bu ikisi farklı bir dil kullanıyor diye olay farklılaşmıyor. Rahmet yağıyor derken de, yağmur yağıyor derken de aynı olaydan, yağmur yağmasından bahsediyor. Dindar onu Allah’ın rahmeti, Allah’ın yağdırması, meleklerin damlaları taşıması diye anlatır. Bu tabiata dinsel, şiirsel ve romantik bir bakıştır, tabiat ile arasında böyle bir anlam kurmaktan ibarettir. Bu bizim olayı rasyonel açıklamamıza engel değildir.
Bunların böyle düşünülmesi gerekiyor. Bu dil farklılığını, kullanılan dilin neye tekabül ettiğini anladığımız takdirde bütün bu tabiat olaylarını din diliyle ifade etmemiz veya Allah’la ilişkilendirmemiz ve bu şekilde konuşmamız gayet kolay olacaktır.