Esra Yalazan
Eğer siz de benim gibi kitabı her şeyden evvel bir nesne olarak seven, tarih boyu maceralarını farklı disiplinler aracılığıyla öğrenmekten sıkılmayanlardansanız, “Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi” başlıklı bir kitap gördüğünüzde heyecanlanırsınız. Onun sadece yok edilen kitaplarla ilgili olmadığını, o kıyımın doğrudan hafıza ve kültür yıkımıyla ilgili olduğunu bilirsiniz çünkü.
Umberto Eco, sinemacı-dramaturg Jean-Claude Carriere’le yaptığı söyleşi kitabı “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’da, insanın isyankâr aptallığını tarif ediyordu:
“İnsan kendine özgü olağandışı bir yaratıktır. Ateşi keşfetti, şehirler inşa etti, muhteşem şiirler yazdı, dünyaya çeşitli yorumlar getirdi, mitolojik imgeler yarattı vs. Fakat aynı zamanda, hemcinslerine savaş açmaktan, yanılgıya düşmekten, çevresini yok etmekten bir türlü vazgeçmedi. Terazinin bir kefesine, yüksek zihinsel meziyeti, öbür tarafına bayağı salaklığı koyduğunuzda terazi neredeyse dengede kalır. Dolayısıyla, aptallıktan bahsetmeye karar vermekle, bu yarı dahi, yarı ahmak yaratığa saygılarımızı sunuyoruz.”
Kendini tanrısallaştıran insanın, hayatı anlamlandırmaya yönelik düşünceleri yok etme fikrindeki ‘saflık’ da ilgimi çekiyor doğrusu. Matbaanın icadından önce Eskiçağ kütüphanelerini yakanlar el yazmalarına dair her türlü izi ortadan kaldırabileceklerini sanıyorlardı.
Nazilerin odun ateşinde yaktığı kitapların yazarları zaman içinde edebiyat ve bilim tarihinin en çok anılan isimleri oldu. Bugün yaşadığımız ülkede kendi dillerinde okuyup yazmak isteyenlerin kitaplarını yasaklama, toplatma, imha etme yöntemleri, yazıya, bilgiye ulaşılmasın diye ilgili kaynakları sansürleme çabası da çok farklı değil. Hepsi kültürleri, hafızayı iğdiş etmeye yönelik büyük bir çaresizlik aslında.
Umberto Eco, aynı söyleşide “İspanyollar bir uygarlığın kalıntılarını yok etmekte hiç acele etmediler. Oysa Nazizm topu topu 12 yıl sürdü” der. Ve asıl şaşırtıcı olanın, kitap düşmanlarının kitap yazarlar arasından çıkması olduğunu hatırlatır. Yaşarken kendi kitaplarının yakılmasını isteyen Vergilius, Kafka, Rimbaud. Ve gerçekten ilk kitaplarını yakan Borges, bir denemesinde itiraf eder: “Birkaç yıl öncesine kadar, çok pahalı olmasalardı hepsini kitapçılardan alıp yakardım.”
Kütüphaneler ve kütüphanecilik konusunda dünyanın önemli isimleriyle anılan şair, yazar Fernando Baez, ABD’nin 2003’te Irak işgali sırasındaki kitapların ve sanat yapıtlarının yok edilmesini anlatan araştırmasıyla tanınıyor. Bush döneminde ABD’ye girmesi yasaklanmış.
Uzun bir çalışmanın ürünü olan bu kitabın sunuş yazısında, o da Eco gibi sık düşülen bir hatayı hatırlatıyor:
“Kitapların yok edilmesinin sorumluluğunu nefretlerinin farkında olmayan cahil insanlara yüklemek, sık düşülen bir hatadır. 12 yıllık araştırmadan sonra, bir ulusun ya da bir kişinin kültür seviyesi ne kadar yüksekse kıyamet efsaneleri baskısı altında kitap yakmaya o ölçüde eğilimli olduğu sonucuna vardım.
Kitap kıyıcıları genellikle iyi yetişmiş, kültürlü, duyarlı, mükemmeliyetçi, özenli, sıra dışı düşünsel yetenekleri olan, depresyona yatkın, eleştiri kabul etmeyen, bencil, yalan söyleme hastası, orta veya üst sınıflara mensup, çocukluklarında ya da gençliklerinde ufak tefek travmalar geçirmiş, yerleşik bir gücü temsil eden kurumlara katılma eğilimli olan, karizmatik, dinsel ve toplumsal konularda aşırı duyarlı kişilerdir. Buna bir fanteziye eğilimli olduklarını da eklemek gerek. Özetle vahşi kitap yok edici klişesini aklımızdan çıkarmalıyız.”
Son cümlesi çarpıcı: “Cahil insanlar en masum olanlarıdır.”
Baez, sonunda yüzlerce kaynak ve referanstan oluşan kaynakçısıyla titiz bir araştırmayla yazdığı belli olan bu kitaba hazırlanırken kitap yok etmeyi amaçlayan bir kuram aramış. Ve kozmik felaketlerle ilgili, dünyanın kökenini açıklayan veya sonunu haber veren çok sayıda efsanenin varlığını keşfetmiş. Bütün uygarlıkların kökenleri ve sonları için bir ‘yaratılış efsanesi’ ortaya koyduğunu ve bunun da ana ekseni sonsuz geri dönüş olan bir kıyamet efsanesiyle dengelendiğini gözlemlemiş.
Kitap kıyımın evrensel tarihine ‘yok oluş ve yaratılış’ efsaneleri üzerinden de bakması ve yorumlaması, kitabı sıradan bir tarih kitabı olmaktan çıkarıp benzerlerinden ayırıyor.
Kitabın hayal gücünün ve belleğin bir uzantısı olduğunu söyleyen Borges, insanın yıkma dürtüsüne rağmen yok etmenin o kadar basit, kolay olmadığını ima ediyordu sanırım. Kişilerin ötesinde toplumların kütüphaneleri, müzeleri hafıza mekânlarının tapınakları gibi görmelerinin kültürel, toplumsal, politik karşılıkları var.
Baez de yazmış. “Anı olmazsa kimlik de olmaz. Ne olduğumuzu hatırlamazsak ne olduğumuzu bilemeyiz. Yüzyıllar boyunca bir grubun veya bir ulusun egemenliği altına almak istediğinde yaptığı ilk şeyin onun kimliğini yeniden belirlemek için belleğindeki izleri silmek olduğunu gördük.”
Esas soru şu olmalı belki; bir nesne olarak kitaptan değil de içeriğinden korkanlar, nefret edenler, toplu bir günah çıkarma eylemi olarak kitap yakanlar ‘bellek cinayetleriyle’ ortak kültürel değerleri, hafızayı yok edebilir mi? Tarih okumaları bunun kolay olmadığını söylüyor bize. Baez kitap kıyımının onlarca nedeni olduğunu yazmış en başında. Yine de temel niyetin kişileri ve toplumları kontrol etme isteği olduğunu vurgulayarak;
“Yunanistan’da, M.Ö 405’te Patrokleides’in ilan ettiği af örneğinde olduğu gibi, arşivlerin kısmen ortadan kaldırılmasına izin veriliyordu. Peloponnesos Savaşı yenilgisinin ardından Atinalıları birleştirmek için ilan edilen emirle kamu belgelerinin yok edilmesi gerekiyordu ve kopyaları saklayanların veya geçmişi kötülükle ananların cezalandırılmalarını öngörüyordu.”
Tanıdık geliyor mu?
“Romalılar Senato’nun adı kötüye çıkmış herkese ait anları ortadan kaldıran ‘hatıranın lanetlenmesi’ işlemine ‘damnio memoraie’ derdi. Bu başka yaptırımlarla birlikte ilgili kişinin adının tüm kayıtlarla birlikte ilgili kişinin adının tüm kayıtlardan, kitaplardan ve anıtlardan silinmesini de içerirdi.”
Baez diyor ki, “Bir kitap yırtan veya yakan biri bu klasik eylem kalıbını tekrar etmiş olur.”
Kitap bu anlamda üst üste yığılan çok katmanlı kıyım tarihine kendi süreçleri içinde birbirlerini etkileyen sebepleriyle de bakıyor. ‘Antik Dünya’, ‘Bizans Döneminden 19.Yüzyıla’ ve 20. Yüzyıldan Günümüze’ bölümlerinden başlıklar seçip okumaya başladığımda, yazarın kıyım tarihinin ötesinde çok daha geniş bir alanda dolaştığını fark ettim. Muradı taammüden yok edilen kitapların yanı sıra; doğal nedenlerle yok olan kağıtlar, yangınlar, savaşlar, kazalar, göçlerle kaybolan kütüphaneler, Rönesans, Engizisyon süreçlerindeki kıyımlar, Ortaçağ bağnazlığının sonuçları, modern dünyada yasaklanan, sansürlenen kitaplar ve yazarları, zulmedilen kutsal kitaplar vb alanlarda olup biteni hikâye ediyor.
Hikâye ediyor, demem boşuna değil. Bu tür yoğun bilgi içeren inceleme kitaplarında sorun, genellikle okuru bilginin ağırlığıyla sıkmasıdır. Baez kendini de o dönemin atmosferine dahil ederek – hatta yazılı kaynakların dışına çıkıp o coğrafyada yaşayarak – inşa etmiş anlatısını. En az bildiğim dönemlerden birisi (Latin Amerika’daki İspanyol işgali öncesi kültürlerin yok edilmesi) “2004 yılının ikinci yarısında Caracas’tan Ciudad de Mexico’ya gittim” cümlesiyle başlıyordu.
‘Faşizmin Yükselişi’, ‘Çin ve Sovyetler Birliği’ gibi bölümlerde kültür tarihini dönemin siyasi çalkantılarının nedenleri ve sonuçlarıyla takip ederken, ‘Edebiyatta Yok Edilen Kitaplar’a dair güzel bir makale de okumanın bu kitaba has bir ayrıcalık olduğunu söylemeliyim.
Baez, Roma ve Hristiyanlık dönemlerini anlatırken tablonun korkunçluğunu ifade edebilmek için “MS. 2. yy ile 6. yy arasında gerçekleşen kayıpların hesabını yapmaya nereden başlayacağımızı bilmiyoruz” diyordu. Kast ettiği yok edilen kitaplar değildi. Sebebi felsefecilerin ve şairlerin dili Yunancanın, çok sayıda sapkınlığın kaynağını edebiyatta ve felsefede gören kiliseydi. Latinceye geçiliyordu.
Kitaptaki hikâyelerin her biri ağır bir utanç duygusuyla sarsarken tuhaf bir şekilde kitap kıyımlarıyla düşüncenin yok edilemeyeceğini de gösteriyor.
En sarsıcı bölümlerden biri Bosna’da yaşananlardı. Tanıklıklar hikâyeleri daha insani kılıyor:
“Burada hiçbir şey kalmadı, diyordu, bir kütüphaneci olan Vjekoslav. ‘Bir duman sütunu gördüm, her yerde kağıtlar uçuşuyordu. Ağlamak, bağırmak istedim, ama başım ellerimde, dizlerimin üzerinde kalakaldım. Yaşamımın geri kalan kısmında Saraybosna Ulusal Kütüphanesi’ni nasıl yaktıklarını anımsamak gibi bir yük taşıyacağım.”
Kütüphanede 1.5 milyon cilt kitap, 155 bin nadir bulunan metin, 478 el yazması ve milyonlarca süreli yayın bulunuyormuş. Sırp General Radko Mladic, kütüphanenin 25 yangın merdiveniyle asılmasını emretmiş. İtfaiyeciler halkla birlikte yangını söndürmeye çalışmış ama bina çökünce eserlerin çoğu yanmış. Gazeteciler itfaiyecilerden birine yaşamını neden tehlikeye attığını sormuş: “Ben bu topraklarda doğdum, benim bir parçamı yaktılar” diye cevap vermiş.
İnsanlık tarihinin yüzde 99’u tarih öncesinde, yazılı tarih döneminde geçti. Yazının icadından matbaanın kullanılmasına kadar geçen yaklaşık 5 bin 500 yıl içinde insanlığı her anlamda dönüştüren, yazının-kitabın, sistematik bir biçimde ‘yıkım ritüelleriyle’ saldırıya uğraması ilk bakışta korkunç görünüyor. Öte yandan sebeplerini idrak edebilmek ve gelecek için umut besleyebilmek için o yıkımı sebepleriyle kavramak da önemli.
Kitapları ve kütüphaneleri yok edenlerin ne yaptıklarını iyi bildikleri söyleni: Yıldırmak, cesaret kırmak, tarihi unutturmak, direnişi zayıflatmak. J.C-Carriere “İrfan, bilginin bir hayat tecrübesine dönüşmesidir” diyordu Eco’yla kitaplar hakkında sohbet ederken. Bilgiyi sezgisel bir duyuşla içselleştirmiş kitaplar, kıyımların geniş bir zamanda mümkün olmadığını hatırlatıyor okura.
Malum diktatörler okuryazar toplumlardan hoşlanmaz. Alberto Manguel hatırlatır sıklıkla: “Okumak bir defa öğrenildiğinde asla unutulmayacağı için en kolay kısıtlama yöntemi okuma alanını darlatmaktır. Bu nedenle insanın icat ettiği nesneler arasında diktatörlerin en büyük düşmanı kitaplardır.”
Sadece bu gerçek için bile okumaya değer.
* Kitap Kıyımının Evrensel Tarihi / Fernando Baez – Can Yayınları