Irkçılık gerçekte nedir? Irkçılık, milliyetçilik, ulusçuluk bunların birbirinden farkı var mı? Yeryüzünde insan toplulukları neden ırklar, milletler, uluslar şeklinde ayrılmaktadır? Bunlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar neden olmakta? İslam’da ırkçılık var mıdır? Ulusçuluk, milliyetçilik İslam’a sığar mı?
Öncelikle kavramlardan başlayalım, üç tane temel kavramımız var ırk, millet ve ulus. Irk kelime kökü itibariyle etimolojik olarak baktığımızda bildiğimiz bir kelime. Irk, ırak kökünden geliyor. Irak Türkçede de kullanılıyor; uzak, uzakta olan şey demektir.
Geçmişe doğru bir yolculuk yaptığımızda bizim genetik soyumuz nereye gidiyor acaba? En uzaktaki atamız kim? Acaba biz kimin soyundan geliyoruz? Bizden önce kimler vardı ve bizler kimlerden geliyoruz? Çoğu insan bunu merak eder, merak edenler için bu geçerli bir kavramdır. Geçmişe doğru yapılan yolculuk esnasında, dedemiz atamız kimin dilini konuşuyorsa, onun dedesi atası kimin dilini konuşuyorsa ve atalarımızın beraber yaşam sürdüğü insanlar kimler ise onlar bizim ırkımız oluyor.
Antropolojik olarak bilinmektedir ki, yeryüzünde ırklar var olan gen havuzlarıyla oluşmaktadır. Bunlara biyolojik ve kültürel gen havuzları deniliyor. Yani yeryüzünün belli başlı bölgelerinde; akarsu kıyılarında, ovalarda, dağ yamaçlarında, köylerinde, şehirlerinde insanlar bir arada yaşıyorlar. Onlar orada bir arada yaşadıkça birbirlerine genlerini taşıyorlar. O topluluk başka bir yere de çıkmadıkça, dışarıdan başka birisi de onların yanına girmedikçe, birbirleri ile evlenip üredikçe, biyolojik olarak genlerini birbirlerine aktarıyorlar. Ayrıca karakterlerini, geleneklerini, kültürlerini, dillerini, lehçe ve şivelerini de birbirlerine aktarıyorlar ve böylece birbirine benzeyen insanlar topluluğu oluşmuş oluyor. İşte ırk dediğimiz şey insanların sürekli bir arada olmalarından dolayı birbirlerine benzeşmeleridir. Aynı coğrafyada, aynı güneşin altında, aynı gölgede, aynı dağ yamacında, aynı benzer kişilerle birbirleri ile evlenerek, aynı kültürün içinde, aynı dili konuşarak, aynı türküleri söyleyerek, insanlar birbirlerine benzeşiyorlar. İşte yeryüzündeki öbek öbek, topluluk topluluk yaşayan insanların birbirlerine benzeştikleri, yaşam yoğunluğu sağladıkları yerlere biyoloji ve genetik gen havuzları deniyor. Oralarda birbirlerine benzeşen insan topluluklarına aynı ırktan deniliyor.
Esasında ırk, bir benzeşme ve hissiyattan ibaret, ırkın bir kanı yok. Mesela Türk kanı diye birşey yok, Arap kanı, Rus kanı diye de birşey yok. A, B, AB, 0 Rh pozitif ve negatif kan grupları var. Kanlar ırklara göre, uluslara göre bölünmez. Irkların ve ulusların biyolojide bir karşılığı yok, sosyolojide ve kültürde bir karşılığı var. İnsanlar sosyolojik olarak bir arada yaşarlar, kültürler birbirine benzeşir ve onlara ‘’şu’’ milletten denilir. Genellikle ırkların isimleri de bu şekilde oluşuyor. Irklar yeryüzünde siyah ırk, beyaz ırk, sarı ırk diye birkaç gruba ayrılıyor. Siyah ırk Afrika coğrafyasında, sarı ırk Çin coğrafyasında, beyaz ırk daha çok Avrupa ve Avrasya coğrafyasında ve esmer ırk daha çok Ekvatoral kuşakta yaşayanlardır. Bunların hepsi yeryüzündeki coğrafyaya göre oluşmuş yoğunlaşmadan oluşan insan türleridir. Eğer Afrikalılar İskandinavya ülkelerine göçseler 3-4 nesil sonra beyaza dönüşebilirler. Çünkü beyazlık, siyahlık veya insanların yeryüzündeki genetik oluşumunun da yeryüzünde bir tarihi var. Genlerin yeryüzünde oluş süreçleri var. Acaba gözleri çekik olanlar ne zaman ortaya çıktı? Tümüyle simsiyah olanlar ne zaman ortaya çıktı? Esmer, sarı veya beyaz olanlar coğrafyanın da etkisiyle oluştu ama bir de belli genlerin ortaya çıkma süreleri var. Bu yedi milyon yıllık insan tarihinin yeryüzündeki macerası ile anlaşılabilecek bir şeydir. Buradan anlamamız ve bilmemiz gereken ırklar sosyolojik kavramlar olduğudur. Biyolojik, genetik, kana dayalı kavramlar değildir. Sosyolojiktir, onun için değişebilir, dönüşebilir, birbirine geçebilir. Bugün böyle olan, yarın başka türlü olabilir. Kültürel yoğunlaşma ile oluşan gen havuzlarındaki insan toplulukları zaman içerisinde kendilerine bir isim alıyorlar.
Mesela Çin ismi nereden geliyor? Bugün adına Çin dediğimiz uzakdoğu coğrafyasındaki bir kısım insanlar orada yoğunlaşmışlar ve hep orada yaşıyorlar. On nesil orada yaşayınca onların çocukları, torunları da birbirine benzemeye başlıyor. ‘’Çeo’’ ve ‘’Hin’’ kabilelerinin uzun yıllar birbiriyle savaşı sözkonusu. Birisine Çeo kabilesi, diğerine Hin kabilesi deniliyor. Çeo ve Hin isimleri de başka yerlerden bir şekilde alınmış. Sonra bunlar birleşiyor, iki büyük kabile birleşince ÇEO-HİN topluluğu oluşuyor. Çin kelimesi oradan geliyor.
Mesela Türk kelimesi nereden geliyor? Bu da sosyoloji ve siyaset ile ilgilidir. Tabi şuradan, buradan geliyor diye birçok görüş ortaya atılıyor ama içlerinde en uygun olan görüş bana şudur: Hun İmparatorluğu birleştiği zaman Töre kelimesini kullanıyorlardı. Töre, Torah, Tevrat da buradan geliyor. Töreye uymak, ilkeye, prensibe uymak demektir. Bu büyük kabilelerin birleşmesi ile oluşturulan törelere uyanlara Törük, töreye uymayanlara, kabul etmeyip ovalara, dağlara çekilenlere orada yaşayanlara da Kazak deniliyordu. Törük töreye uyan anlamındadır ve Türk kelimesi de buradan gelmektedir.
Aynı şekilde ulus kelimesi de eski Moğolca da kabileler birliği manasına geliyor. Kabileler, aşiretler bir araya geliyorlar ve bir birlik oluşturuyorlardı buna ulus deniliyordu. On tane kabile birleşince bir ulus meydana gelmiş oluyordu. Ulus Moğolca bir kelime, tabi bu kelimeler, kavramlar da insanlar, topluluklar gibi zaman içerisinde değişiyor, dönüşüyor, başka başka manalara gelebiliyor.
Millet kelimesi de Arapçadır. Ulus Moğolca, ırk Arapça ama hepsi Türkçe’ye geçmiş ve Türkçeleşmiş kelimelerdir. Millet kelimesi de milel kökünden geliyor ve yürüyen demek. Bir topluluğun birlikte olması, tarihte beraber yürümesi, aynı coğrafyada aynı kaderi paylaşarak ve giderek de birbirleriyle aynı dili konuşarak, aynı otoriteye, imparatora veya krala, devlete bağlı olarak yaşayan topluluklara da millet deniliyor.
Nitekim en son bu kavramların etkisiyle Türkiye’de yaşayan insanlar şöyle tanımlanmıştır: Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlanan herkes Türktür. Yani Hun İmparatorluğu’na bağlı olanlara Törük deniliyordu, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı olanlara da Türk denmiş oluyor. Böylelikle ulus, bir devlete, bir imparatora bağlı olan topluluk manasında kullanılmış oluyor. Benim görüşüme göre bu anlamların değiştirilmesi gerekir. Çünkü ulus, devlete, krala bağlılıkla, oluşmaz. Bir devlete bir krala bağlı olanlara aynı isim verilmez. Çünkü birden fazla topluluk, bir imparatora, bir devlete veya bir krala bağlı olabilir. Her biri kendi kendine ayrı ayrı isimler veriyor olabilir. Bu devletle ulus arasındaki ilişki, devletin ulus devlete dönüşmesi ve tek bir ismin herkese dayatılması ayriyeten bir sorun teşkil eder.
Oysaki gerçek bir Adalet Devletinde, çağımızdaki ifadesiyle Demokratik Cumhuriyette, devletin yani otoritenin, kamusal idarenin, din, dil, ırk, mezhep, kavim, aşiret ve ulu kişi tanımlamalarından ve kimliklerinden arınmış olması gerekir. Bunların hepsi sosyolojide olabilir. Bu coğrafyada Türkler, Kürtler, Araplar, Arnavutlar, Ermeniler yaşayabilir. Bunlar sosyolojidir. Ancak devlet, kamusal alan, onların hepsinin ortak alanı olmasından dolayı herhangi birisinin kimliği ile tanımlanmamış olması gerekir. Buna gerçek anlamda Demokratik Cumhuriyet diyoruz. Eğer tanımlanacaksa adalet ile tanımlanabilir. Devletin dini, kimliği adalet, mezhebi eşitlik, meşrebi özgürlük, tarikatı medeniyet, ırkı da insanlık olabilir. Bunun dışındaki herhangi bir tanımı ortak kamu idaresine, herkesin vergisi ile oluşan devlete vermek doğru değildir. Şu halde yeryüzünde oluşmuş ırklar, milletler ve ulusların devletlerle ilişkisi böyle olması gerekir..
Peki bu işin İslam’daki yeri nedir?
Kur’an-ı Kerim’de yeryüzündeki insanların, aşiretler, halklar ve kabileler şeklinde var edildiği söylenir. Bu sosyolojinin din dilindeki ifadesidir. ‘’Biz sizi yeryüzünde şuû’b ve kabâil (halklar ve kabileler) şeklinde var ettik’’ (Hucurât 13) denilir. Din dilinde bütün bunlar tarih, toplum ve coğrafyanın tamamını da içine alacak şekilde Biz diye ifade edilir. Bu Kur’an-ı Kerim’in, kutsal kitapların bir üslubudur. Sosyolojik varoluşları, tabiat ve doğadaki evrimsel, fiziksel varoluşları hep ‘’biz yaptık, biz yarattık, yaptık’’ diye ifade eder. Adeta bütün bir tarih, toplum ve doğa dile gelerek Biz diye konuşur. Aslında orada anlamamız gereken sosyolojik bir tespit yapılıyor. Yeryüzünde halklar ve kabileler sonradan oluşmuştur. Önce insanlar vardı, sonrasında da sadece insanlar olacaktır. İnsanlar annelerinden doğduğu gibi çıplak ve beyaz bir beze sarılı olarak dünyaya gelirler ve yine çıplak ve beyaz bir beze sarılı olarak mezara gömülüyorlar. Başımız ve sonumuz aynıdır ve insan aslında budur. Bu ikisi arasındaki bütün her şey isimler, ırklar, kabileler, dinler, mezhepler, diller sonradan oluşmuştur. Yaşam ve ölüm arasında insanoğlu bunlarla yeryüzünde karşılaşır. Savaşlar, huzursuzluklar, çatışmalar, kavgalar, haksızlıklar hep bunlardan dolayı olur. Bazen öyle olur ki insanlar varoluşsal mücadelelerini tamamen bunların hakkını kazanmak için adarlar.
Mesela bir halk düşünün 4-5 nesil kendi ana dili ile ibadet edebilmek için mücadele ediyor. Bir halk düşünün ki kendi kültürünü, kendi kimliğini var etmek, yeryüzünde sürmesini sağlamak için 10 nesil uğraşıyor. Bu aslında o halkı geri bırakmak, varoluşunu gerçekleştirmesinin önüne geçmek anlamına gelir. Bu nedenle esasında bu kimlikler sonradan olmadır ama insanlar sonuçta bunlarla kendini ifade etmekte. Tarih, toplum ve doğa ile bunlarla ilişki kurduğundan dolayı insanların önce biçimsel eşitliğinin sağlanması, bütün dillerin, dinlerin, mezheplerin, aşiretlerin, ırkların, toplulukların eşit hale gelmesi, tüm devletler ve kanun önünde eşit muameleye tâbi tutulması, bu eşitlikten yararlanamayanlara destek verilerek onların da eşit hale gelmesinin sağlanması gerekiyor. Ondan sonra bunların aslında geçici şeyler olduğu, asıl insanlığın bunlar olmadığı, daha ileri şeyler olması gerektiği, bunların hepsinin yaşamla ölüm arasında insana ârız olan özellikler olduğu, daha evrensel, daha ufku geniş, daha yüce insani değerler bulunduğu üzerinde çalışılması ve bunların geliştirilmesi gerekiyor.
Mesela ‘’Yeryüzünde açlık problemi var, bu sebeple yeryüzünde yoksullar zenginlerden hakkını almalıdır, ben bu mücadeleye kendimi adıyorum’’ dediğiniz zaman, sizin 6 milyar insanla bir mücadele alanınız oluşmuş olur. Çünkü bu sorun 6 milyar kişiyi ilgilendiriyor. ‘’Yeryüzünde hakkı yenilenler var, ben hak yiyenlere karşı hakkı yenilenlerden yanayım’’ deseniz bu da bütün insanları ilgilendirdiği için kendinize bir anda 6 milyar kişilik bir alan bulmuş oluyorsunuz.
Mesela ‘’Ben siyahların kendi dilleri ile konuşabilme hakkını, siyahların beyazlarla aynı lokantada yeme hakkını savunuyorum’’ deseniz bu, lokantalarda beyazlarla yemek yiyemeyen siyahları ve onları dışarıdan destekleyenleri ilgilendiren bir konu olmuş oluyor. Veyahut ‘’Kürtler yeryüzünde kendi ana dilleri ile konuşmalı, onların da bir devleti, ülkesi olmalı’’ dediğiniz zaman bu yeryüzündeki kırk milyon Kürdü ilgilendiren bir olay olur. Diğer insanlar ancak isterlerse destek verir. Hatta kimi Kürtler bile buna destek vermeyebilir.
Yani şunu anlatmaya çalışıyorum; herhangi bir ulusun, herhangi bir milletin hakkını alması ve o hakkı almak için ona destek olunması geçici bir olaydır. Aslolan bütün ulusların eşit hale gelmesi, kimsenin hakkının yenmemesi ve daha evrensel olaylara yönelerek, yeryüzündeki açlık sorununu gidermek, yeryüzünün her yerini güzelleştirmek, insanların hepsinin eğitim seviyesini belli bir düzeye getirmek gibi hedeflere adanmak daha üstün, daha yüce bir davadır. Öbür sorunlarla uğraşmaktan, bunlara bir türlü sıra gelmiyor. Eğer bir millet 10 nesil kendi ana dilini konuşabilme mücadelesine adanmak zorunda kalıyorsa, onun evrensel hedefler peşinde koşma sırası bir türlü gelmemiş demektir. Şu halde; ırklar, milletler, uluslar yeryüzünde vardır ama bunların hepsi değişen, dönüşen geçici kavramlardır. Evrensel değerler ve hedefler değildir. Açlık, yoksulluk, adalet, özgürlük, eşitlik bunlar evrensel kavramlardır ve tüm ulusların kendilerini gerçekleştirdikten sonra bunlar için çalışması gerekir.
Şöyle bir örnekle bitirelim: Benim görüşüme göre yeryüzünde sınırsız, sınıfsız, devletsiz, sömürüsüz, savaşsız bir dünya olmalıdır, nihai hedef budur. Biz buna cennet diyoruz, cennete inanmak bu oluyor. Fakat devletsiz bir dünyaya ulaşıncaya kadar var olan devletlerin ortaklaşacı yönetilmesi gerekiyor. Ulusların da nihai noktada önce hepsinin eşit hale gelmesi, daha sonra ulusların da bir anlamının kalmadığı devletsiz, ulussuz yeryüzü cennetine ulaşılması gerekiyor.