Genel geçer dindarlık anlayışına, Müslümanların içleri acısı haline, İslam dünyasının içine düştüğü sefalete dönük sert eleştirilerim var.
Görüyorum ki bu eleştirilerim kimi okurlarımın zihninde benimle ilgili soruların oluşmasına neden oluyor.
Gerçekte öyle mi?
Esasında yaptığım bir hüküm vermek değil, sorgulama.
Düşünen, sorgulayan, sonuçlara bakıp, nedenler üzerinde kafa yoran herkes gibi ben de dindar toplumların yaşadığı bu açmazı sorguluyorum.
Özellikle de mensubu olduğum toplumun halini.
Yani Müslümanların dünyada bu kadar sefil durumda olmasına neyin kaynaklık ettiğini merak ediyor; kendimce çıkış yolları arıyorum.
Dinler hakkında “Bunlar gerçek değil insan uydurması” veyahut “Eminim bunlar Allah’ın kelamı” diyecek net bir bilgim de yok delilim de.
Zaten inanç bilgiyle edinilen bir şey değil.
Gördüklerimiz, yaşadıklarımız dünyaya dair tasavvurlarımız neticesinde her birimiz farklı yorumlar çıkarıyoruz.
Kimimiz dünyanın oluşumuna, o oluşumdaki muhteşemliğe, aklımızın almadığı olayların kendi döngüsü içinde sektirmeden devam etmesine bakarak bunun kendiliğinden olmayacağını, bütün bunları yaratan, kontrol eden bir varlığın, yani Allah’ın var olduğu yorumunu çıkarıyoruz.
Kimimiz ise dünyanın döngüsüne, sektirmez düzene, yaşamın kaynağına dair ileri sürülen bilimsel verilerden çıkardığımız yorumlara bakarak bütün bunları yapan Allah değil tabiatın kendi döngüsü olduğu yorumuna inanıyoruz.
Kendimi birinci grubun içinde görüyorum.
En basitinden kendi yaşamımda olan; aklımın, zihnimin almadığı bazı olaylara baktığımda bile yaşamımıza dokunan bir elin varlığı konusundaki inancım güçleniyor.
Fakat yine de Allah inancı çerçevesinde ileri sürülen her fikri, görüşü sorgulamadan, araştırmadan merak etmeden olduğu gibi kabul etmek bana pek sağlıklı gelmiyor.
Peki neyi eleştiriyorum? İtiraz ettiğim alanlar neresi?
Bir tarafta barışı, sevgiyi, doğruyu, ahlaklı olmayı, hakka adalete uymayı vaaz eden dinler var; diğer tarafta “Bu dine inanıyorum”, “Bu dine uygun yaşam sürüyorum” deyip vazedilen değerlerin zıddı yaşam süren toplumlar, insanlar var.
Bu, esasında sadece Müslümanların sorunu da değil.
Dindarlığın koyulaştığı, din hayatın odağı yapıldığı farklı din mensubu bütün toplumlarda durum neredeyse aynı.
Hristiyanlarda da bu böyle, Yahudilerde de böyle.
Mesela Ortaçağ Hristiyan dünyasının durumunu hepimiz okuyoruz. Diğer taraftan çocuk istismarında kilisenin en başlarda gelmesine tesadüf diyemeyiz.
Veyahut İsrail gibi dini bir devletin yaptığı bütün kötülüklere koyu dindarlık anlayışını kaynak göstermesi…
İslam dünyasının durumu ise zaten içler acısı.
Bir tarafta “Din güzel ahlaktır” diyen bir din var; diğer tarafta ahlaki yozlaşmanın en yoğun yaşandığı o dinin mensuplarının yaşadığı ülkeler.
Bir tarafta “Çalmayın”, “Başkasının hakkını yemeyin”, “Adil olun” diye vazeden bir İslam var; diğer tarafta tüm bu değerlerin esamesinin okunmadığı Müslüman toplumlar, ülkeler var.
Kabul edelim ki dinler insanların elinde toplumları çürüten, karanlığa sürükleyen, kötülüklere kaynaklık eden bir olguya dönüştü.
Mesela Müslüman ülkelerin durumu ortada.
Ahlaki yetersizlik, tembellik, çürümüşlük, hak hukuk adalet tanımazlık, her alandaki geri kalmışlık… Bütün bunlara ne kaynaklık ediyor? Neden böyleler?
Müslümanların “İslam’ı doğru anlamıyorlar o yüzden böyleyiz”demesi kolaycılıktan başka bir şey değil.
Çünkü burada karşımıza çıkan başka sorular var: Niçin doğru anlayamıyorlar? Yanlış anlayanların doğru anlayanlardan daha çok olmasını neyle açıklayacağız?
Yani her 10 Müslümandan biri İslam’ı doğru anlayıp, dokuzu yanlış anlıyorsa sorun nereden kaynaklanıyor?
Biraz düşünen, birazcık akıl eden her insanın aklına takılacak türden sorular bunlar.
Benim yaptığım da bu sorulara kendimce cevap aramak.
Peki yaşadıklarımdan, gördüklerimden, okuduklarımdan ne sonuçlar çıkardım?
Kişisel kanaatim bu sorunların oluşmasının birinci nedeni din inancını yaşamımızda yanlış konumlandırmaktan kaynaklanıyor.
Yani dinden ne anladığımız ve ondan ne beklediğimizle ilgili bir sorun var.
En temel sorunların başında dini, ritüellerden ibaret saymak geliyor.
Ritüeller esasın yerini aldı ne yazık ki.
Yani namaz kılmayı, oruç tutmayı, sakal bırakmayı, başını örtmeyi, kurban kesmeyi, kiliseye gitmeyi, haç takmayı, kipa takıp her gün ağlama duvarının önüne gitmeyi, konuşmalarda dini terimlere vurgu yapmayı dini yaşamak sanıyoruz.
Böyle sanmakla kalmayıp yaşamı, hayatı bu din anlayışı üzerine bina etmeye çalışıyoruz.
Ritüelleri öne çıkarmak ve bu anlayışı yaşamın odağı yapmak dindarlık olarak görünüyor.
Tecrübeyle edindiğim bir gözlemim var: Ritüelleri öne çıkarmak bilmeden bir zaafı, eksikliği, bünyedeki kötülüğü de örtme, gizleme çabası.
Diğer bir sorun ise dinin her derde deva olacağını düşünerek bütün yaşamı onun üzerinden kurgulamak.
Bu yaklaşımın insanı çürütücü bir işlevi olduğunu düşünüyorum.
Çünkü tek beslenme kaynağı din görüldüğünde insanı iyileştiren, geliştiren, eğiten diğer kaynaklara ihtiyaç duyulmuyor.
Yani din her şeye yeter görüldüğü için sanat, felsefe, edebiyat, bilim, müzik gibi seküler değerlerin, kuralların insanı iyileştiren, geliştiren değerleri almaktan mahrum kalınıyor.
Yani iyi insan olmak için sadece dini inanç yetmiyor.
Sadece oradan beslenerek iyi insan olunamıyor.
Sadece oradan beslenerek iyi ahlak edinilemiyor.
İnsan değişiyor, hayat değişiyor, dünya değişiyor, ihtiyaçlar, sorunlar değişiyor.
Fakat dinler sabit kalıyor.
Sabitlikten doğan yetersizlik bir sorun, dini bütün dertlere deva görmek ayrı bir sorun.
Bir metafor üzerinden anlatmak gerekirse şöyle anlatabilirim.
Diyelim ki size bir fincan kahve içmenin ağzınızı tatlandıracağı, sindirim sisteminizi düzenleyeceği, kendinizi gün içinde iyi hissetmenizi sağlayacağı söylendi.
Ya da kahvenin böyle bir işlevi olduğunu düşünüyorsunuz.
Fakat siz bir bir fincan iyi geliyorsa 10 fincan 20 fincan daha iyi gelir diye günün her saatinde vaktinde sadece kahve içiyorsunuz.
Üstelik kahvenin bütün hastalıklarınızı iyileştireceğini, sizi sağlıklı bir insan yapacağını düşünüyorsunuz.
O bir fincan kahve 10 fincana döndüğünde yani başka içeceklere yer bırakmayacak şekilde bütün hayatınızı kapladığında bünyenize yarardan çok zarar verici bir hale geliyor.
Dini yaşamın tek odağı yapmak, bütün sorunların çaresine deva görmek de kanaatimce benzer sonuçlar doğuruyor.
Bu yaklaşımı kendimce dindarlık olarak tanımlıyorum.
Konuşmalarımda sıklıkla “Dindarlığın çürütücü bir işlevi var”derken bunu kastediyorum.
Peki ne diyorum?
İnanç kişisel bir ihtiyaca binaen doğar.
Kimin neye ihtiyaç duyduğuna bir başkası karar veremez.
İsteyen istediğine inanabilir. O inancını istediği gibi yaşayabilir.
İstediği yerde, istediği şekilde de o inancının gerektirdiği ibadetleri yapabilir.
Fakat dini, insanı iyileştiren tek değer olarak görmeye başladığımızda insanı geliştiren, iyileştiren, eğiten diğer değerlerden mahrum kalıyoruz.
İnanç ile sağlıklı bir bağ kurmak için bunu hesaba katmamız gerekiyor.
Çünkü insanı eğiten, geliştiren, terbiye eden tek kaynağı din görmek insanı korunaksız, dayanaksız, eksik, yetersiz bırakıyor, kötülüğe kaymaya açık hale getiriyor.
Amin Maalouf’un “Dinleri olduğu için bir ahlaka ihtiyaç duymadılar” tespitindeki gibi bir durum çıkıyor ortaya.
Farkındayım mesele bu kadar basit değil.
Ama bir köşe yazısı ancak bu kadarı ele almaya imkan veriyor.
Yani demem o ki sormadan, sorgulamadan, araştırmadan, sonuçlara bakıp nedenler üzerinde kafa yormadan yaşadığımız bu bataklıktan çıkamayız.
Benim yaptığım da bu.