İslam devleti, Müslüman yurdu, mü’min ülkesi anlatımları gelenekçi ulemânın Ahkâmu’s-Sultâniye ve Siyâset-i Şer’iyye kitaplarında yazdığı, mezhepçi kalemlerin eserlerinde yaydığı, askerî-tarım devlet biçimlerinin Bizans taklitçiliğiyle uyguladığı modellemeler olmadığından bu makale İslâm’ı siyasal ikbâline tarih içinde basamak yapmış olan monarşik, oligarşik, totaliter ve otoriter düzenlerin ipliğini pazara çıkarmayı amaçlamaktadır. Ayrıca küfür devleti, kâfir yurdu ve münkir ülkesi gerçekte ne anlama geliyor, bunu doğru yerine oturtacaktır.
- Kur’ân’a Göre Savaşın Etik Problemi
Kur’an’da savaş, istenen ve emredilen bir olgu değil, koşullar zorladığında kaçınılmaz olan bir zorunluluktur. اُذِنَ لِلَّذ۪ينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُواۜ [1] “Baskı ve zorbalıkla gerçekleri karartanların öldürmeye geçmesi üzerine onlarla öldüresiye savaşma izni çıktı.” âyeti bu nedenle savaş emrinden değil, savaş izninden bahseder.اَلَا تُقَاتِلُونَ قَوْمًا نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ وَهَمُّوا بِاِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُمْ بَدَؤُ۫كُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۜ [2] “Savaş başlatan, sizi ve vicdân elçisi Muhammed’i yurdundan sürmeye çalışan bu kavimle savaşmayacak mısınız?!” âyeti saldırıya uğrama sonucunda savaşın bir yanıt olabileceğini belirtir.
Devrimci Muhammedîler, hiçbir zaman savaşın nedeni olamaz, barış ve güven bayrağını dalgalandırır. Çünkü Muhammedî devrimin adı olan İslâm, barış; yükselen değeri olan imân, güven demektir. كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْۚ [3] “Savaştan kaçsanız da savaş sizi bulur. Bu nedenle savaşmak zorunda kaldığınızda savaşın.” âyeti her an bedensel, hukuksal, siyasal ve ekonomik saldırılara karşı cevap verecek biçimde hazır olmak gerektiğini vurgular. وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ [4] “Sizi öldürmek için size saldıranlara siz de öldürerek cevap verin.” âyeti ile فَاِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْۜ [5] “Sizi öldürmeye kalkarlarsa siz de onları öldürün.” âyeti “Önce siz saldırın, savaşı siz başlatın.” demez. Çünkü وَاللّٰهُ يَدْعُٓوا اِلٰى دَارِ السَّلَامِۜ [6] “Tanrı sizi barış yurdu kurmaya çağırıyor.” diyen Kur’an’da barışçı bir dünyanın inşası hedeflenir. وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِۜ فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِم۪ينَ [7] “Karmaşa, kışkırtma, işkence, saptırma, skandal, terör ve baskı ateşleri sönünceye ve hayata sevgi, acıma, adâlet, akıl ile sağduyu egemen oluncaya kadar savaşı sürdürün. Saldırılardan vazgeçildiğinde siz de yanıt vermeyi bırakın. Ancak sizden onlara hiçbir tehdit ve saldırı yokken sizinle savaşmayı sürdüren zâlimlere karşı savaşmaya devam edin.” âyeti savaşı bir yaşam tarzına dönüştüren siyaset ve sömürge efendilerine yanıt veriyor. Âyet savaşın ancak evrensel insanlık değerlerini ayakta tutmak için yapılabileceğini, zorbalık ve baskı yoluyla gerçekleri karanlığa gömmeye çalışanlara karşı asla barış yapılmayacağını belirtir.
وَقَاتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ الَّذ۪ينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَد۪ينَ [8] “Vicdân, sağduyu ve aklı bir tarafa itip sizi öldürmeye gelenleri öldürün. Ancak kâtilleri öldüreceğiz diye siz de katliam yapmayın, tecavüz, işkence, teşhircilik gibi aşırılıklar sergilemeyin. Çünkü ne Tanrı ne de vicdân ve sağduyu sahipleri aşırı davranışları onaylar.” âyeti savunma uygulaması dışında savaş yapılamayacağını ve düşman etkisiz hale getirilinceye kadar savaşılacağını belirtir. Galip gelince de öldürme, işkence, gasp, tecavüz gibi aşırılıklar uygulanamaz. Kur’an eski çağların savaş hukukuna şiddetle karşı çıkar.
اِنَّمَا جَزٰٓؤُا الَّذ۪ينَ يُحَارِبُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الْاَرْضِ فَسَادًا اَنْ يُقَتَّلُٓوا اَوْ يُصَلَّبُٓوا اَوْ تُقَطَّعَ اَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ اَوْ يُنْفَوْا مِنَ الْاَرْضِۜ ذٰلِكَ لَهُمْ خِزْيٌ فِي الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۙ [9] “Sevgi, acıma, eşitlik, sağduyu, akıl ve bunların ete kemiğe bürünmüş yaşayan örneği olan elçi Muhammedle kim savaşırsa savaş sırasında ya öldürülür ya da elleri ile ayakları çaprazlama kesilir; yakalandığında ise ya asılır ya da sürgün edilir.” âyetinde dört tür ceza belirtilir. Burada savaş tarihine ait genel bir uygulamanın aktarımı vardır. Ayrıca âyet saldırganlara başlarına ne gelebileceğine dair bir uyarıda bulunuyor ve “Saldırma kararı aldığınızda olası sonuçlarını da hesap edin.” demeye getiriyor. Ancak فَاِذَا لَق۪يتُمُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِۜ حَتّٰٓى اِذَٓا اَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَۙ فَاِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَاِمَّا فِدَٓاءً حَتّٰى تَضَعَ الْحَرْبُ اَوْزَارَهَاۚ ذٰلِكَۜ وَلَوْ يَشَٓاءُ اللّٰهُ لَانْتَصَرَ مِنْهُمْۙ وَلٰكِنْ لِيَبْلُوَ۬ا بَعْضَكُمْ بِبَعْضٍۜ وَالَّذ۪ينَ قُتِلُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَلَنْ يُضِلَّ اَعْمَالَهُمْ [10] “Hukuku çiğneyen ve gerçekleri gizleyenler ile çatışma ortamında karşılaştığınızda öncelikle onların kontrol noktalarını ve komuta merkezlerini etkisizleştirin. Onların güçlerini kırıp da onlara karşı üstünlük sağladığınızda onları kontrol altında sımsıkı tutun. Çatışma/çarpışma bitince ya hiçbir karşılık beklemeden ya da savaş tazminatı alarak özgürlüklerini verin. Tanrı, onları cezalandırmak isteseydi bu işi size bırakmazdı. Fakat siz birbiriniz aracılığıyla kalite kontrolünden geçiyorsunuz. Hicret, infak ve cihat yolunda güzel, faydalı ve iyi işler ortaya koyarken öldürülenlerin hiçbir eylemi boşa çekilmiş kürek olmayacaktır.” âyeti barış ve güveni düşünce merkezine almış devrimci Muhammedîliğin savaş etiğinde yukarıda belirtilen dört yöntemi değil, bu âyette belirtilen iki yöntemi savaş ahlâkı olarak kabul ediyor. Yani düşmanı etkisizleştirip teslim aldığımızda ya hiçbir karşılık beklemeden serbest bırakacağız ya da savaş tazminatı karşılığında özgür bırakacağız. Ancak tarihte İslâm’ın bu devrimci eylem çağrıları yerine kol ve bacağı çaprazlama kesme, boyun vurma, asma, sürgün edip köle olarak çalıştırma yahut satma eylemleri gerçekleştirilmiştir. لَاُقَطِّعَنَّ اَيْدِيَكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَاُصَلِّبَنَّكُمْ اَجْمَع۪ينَ [11] “Firavun onlara ‘Önce elleriniz ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sonra da asacağım. Sizi böyle teşhir edeceğim.’ dedi.” âyeti işkenceyle öldürme ve ölmüş bedeni de ipte sallandırmayı Firavun davranışı olarak gösterir ve onaylamaz. Osmanlıda Şeyh Bedreddin’in çırılçıplak asılıp çıplak bedeninin Serez çarşısında teşhir edilmesi, Osman Bey’in amcası Dündar’ı önce boğdurtup sonra ölü bedenini teşhir ettirmesi, III. Murat’ın tahta çıkınca önce kardeşlerini kör ettirmesi ve amcası Mustafa’yı öldürtüp cesedini Edirne surlarında teşhir etmesi, Fatih ünvanını alan II. Mehmet’in annesini emen kundaktaki kardeşi Ahmet’i boğdurması, IV. Mustafa’nın emriyle III. Selim’in önce kılıçla dilim dilim doğranması, sonra da parçalanmış bedeninin bir kazığa bağlanıp vahşi hayvanlara yedirilmesi Firavun yöntemleridir. Bu tarz katliamlara beşik ulemasının onaylayıcı fetva vermesi eylemleri Kur’ânî yapmaz. “Söz ve davranışlarında haddi aşanlar helâk oldular.”[12] sözü tüm firavun düzenlerini kapsayan bir sonun habercisidir.
Kur’an’da savaş, öldürme ve ölümcül çatışma kıtal kelimesiyle anlatılır. Kıtal dışındaki siyasî, ticârî, eğitimsel, hukukî, tarımsal yöntemlerle değişim ve dönüşüm için çaba ortaya koymaya cihâd denir. Fakat cihad ile kıtalin karıştırıldığı bir gerçektir. Örneğin وَجَاهِدُوا بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ [13] “Vicdân, sağduyu ve akılcı değerler için malınızla çalışıp çabalayın ve canınızla uğraşıp didinin.” âyeti kıtalden daha etkili ve kalıcı olan cihad yöntemiyle mücadeleyi[14] öne çıkarır. Kâtil,[15] mukâtele[16] ve mukâtil[17] ile cehd,[18] mücâhede[19] ve mücâhid[20] birbirinden oldukça farklı kavramlardır. Hukûk terimi olan içtihat da cehd’den türemiş bir sözcüktür. O nedenle içtihat etmek, farklı fikir sunanı öldürmek değildir.
- Dâru’l-Harb Fıkhı
Dâru’l-harb “savaş evi, çatışma konağı, savaş yurdu, silahlı çatışmanın yürütüldüğü şehir, bölge ve ülke; barış ve güven ortamını kaybetmiş yer.” anlamlarına gelir.[21] Kur’an’a göre dâru’l-harb’de sorumluluklar kalkmaz, hedefler kaybolmaz ve savunma dışında kimse öldürülemez. Askerî-mezhepçi tarım toplumlarının siyasal yapısına göre üretilmiş olan dâru’l-harb fıkhını Kur’an’da göremeyiz. Kur’an, bir yerde savaş var diye orada “İnfâk, barış, özgürlük, adâlet, kıst, kardeşlik değerlerini terk edin veya görmezden gelin; namaz, oruç, kurban ve hac gibi ritüellerinizi Tanrı kabul etmez; haksız kazançlar elde ederek sermâye tepeleri oluşturabilirsiniz, kumar oynayabilir, fuhuş yapabilir, sarhoş olabilir, çalabilir, tecavüz edebilir ve adâleti terk edebilirsiniz. Cumâ salâtı yapmaz, başkasının malına haksızca çökebilirsiniz.” demez. Ancak sıraladığım tüm bu garabetlerin savaş ortamında yapılabileceğine dair fetva ve kabuller gır gider.
Dâru’l-harb, geleneksel fıkıh tarafından Kur’an’daki gerçekliğinden çıkarılarak “halkının çoğu Müslüman olmayan ve Müslüman kimliğine sahip bulunmayan bir yönetici tarafından yönetilen ülke, Müslümanlar ile aralarında barış bulunmayan Yahûdî ve Hıristiyanların yönettiği yer“ anlamında kullanılır.[22] Bu tanımdaki Müslüman Kur’an’ın dilindeki devrimci Muhammedî veya barışçı biri değil, tıpkı Yahûdî ve Hıristiyanlıkta olduğu gibi geleneksel fıkhın benimsediği “anadan-atadan gelen Müslüman” kimliğine sahip kişidir. Geleneksel fıkha göre köleci, cariyeci, müsâdereci,[23] katliamcı, işgalci, yalancı ve zorba yöneticilerin sırf “Müslümanız.” demesi ve geleneksel şeriata bağlılıklarını ilan etmesi nedeniyle yaşanılan ülke dâru’l-İslâm’dır, dâru’l-harb değildir. Geleneğin seslerinden olan Hanefî fıkıhçısı Kâsânî, “Dâru’l-İslâm ve dâru’l-küfür’den maksat bir yerin güvenlik ve korku meselesidir. Hükümler güven ve korku ortamına göre verilir.” diye doğru bir giriş yaptıktan sonra birden bire mezhebist saplantılara girerek “Mü’minlerin kesin güvende ve kâfirlerin kesin bir korku içinde olduğu yer dârü’l-İslâm, durum tersi ise dâru’l-harb/dâru’l-küfür’dür.”[24] demesi barış yurdu ve savaş alanının nasıl çarptırıldığını gösterir. Kâfirler neden korku içinde yaşasın, Kur’an ve Hz. Muhammed kendi değerlerini benimsemeyenlere yaşam hakkı vermemiş midir? Bu adamların Kur’an ve Medîne Sözleşmesi’nden hiç mi haberi yok. Aşağıda gelecek olan analizlerde görüleceği üzere Kur’an Mersin’e giderken mezhepçi ulemâ insanlığın tersine gitmeyi hiç bırakmamış. Mü’min, müslim, kâfir, münâfık, şeytan, fâsık gibi kavramlara takla attıran besleme ulemâ savaş, ganîmet, saray ve saltanat devrinin en büyük hizmetçisi olmuştur. Firavun’un Amon rahiplerinden hâmân, ruhbân, ahbâr, haham sınıflarına kadar akan çizgiden miras alınan egemen soytarılığı maalesef mezhepçi besleme ulemâyı da etkisine almıştır.
Gelenekçi bakışa göre Kâbe’yi yıkan, sahabe çocuklarına tecavüz eden,[25] Peygamber’in torunlarını katleden[26] Yezid ile Kur’an sayfalarını mızrak uçlarına takarak savaş hilesi yapan Muâviye, devleti yönetmek için kardeşlerini boğduran ve kölelik düzenini sürdüren sultanlar; hadis uydurmalarına göz yuman ve zenci köle ticaretinde Arabistan’da devrim yaratan Abbâsî kralları İslâmî düzenin temsilcileridir. Ancak sultan sofrasından beslenen ulemâ için bu ve benzeri uygulamalar küfür ahkâmı[27] olarak görülmemiştir. Sarayın besleme ulemâsı küfür kelimesini gerçekleri bile-isteye karartma eylemi olmaktan çıkarıp Tanrı ve Hz. Muhammed’i reddetme zihniyeti olarak anlam saptırmasına uğratmasıyla despotların sevimli penguenleri, itaatkâr kulları olmuşlar. İşte bu nedenle gelenekçi fıkhın dâru’l-İslâm dediği zulüm diyarlarına Kur’an dâru’l-harb der.
- Din-Şeriat Ayrımı
Kimi çevrelerin “İslâm nizâmı ile yönetilmeyen ülkeye dâru’l-harb denir.” tezi temelsizdir. Çünkü bu cümleye göre İslâm nizâmı Arap-Emevî-Mezopotamya geleneklerini sentezlemiş olan mezhepçilik temelleri üzerinde yükselen ve Araplar için bir hukuk düzeni oluşturan şeriat[28] sistemidir. Hâlbuki insanlığın ana ilkelerini oluşturan din değişmez, hukuka giden yasamalar olan şeriat koşullara göre yenilenir, dönüşür ve değişir.[29] Kur’an’da bahsedilen Arap şeriatı örneklemeleri Mekke-Medine ve Arap-Mezopotamya koşullarına uygun yerel ve tarihsel çözümlemelerdir. Bu nedenle geleneksel şeriat Kur’an’da Arap halkları için 1400 yıl öncesinin koşullarında dillendirilir.
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًاۜ وَلَوْ شَٓاءَ اللّٰهُ لَجَعَلَكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةً [30] “Her toplumun bir hukuk sistemi ve hukuka giden farklı bir yöntemi vardır. Tanrı sizin siyâsî, sosyal, ekonomik alanlarda tek tip üst birliktelik kurmuş bir toplum olmanızı istemediği için sizi farklı farklı yarattı.” âyeti şeriatları ve yöntemlerini sabit, değiştirilemez ve tartışılamaz bir kategoriye yerleştirmez. Bu bağlamda din-şeriat ayrımını İmam Âzam’dan da önce yapan Katâde bin Diâme[31] de “Din tek, şeriatlar farklı farklıdır.” demiştir.[32] Kur’an’daki şeriat hükümleri de dahil olmak üzere tüm şeriat içtihatları[33] dinin aslı ve amacı olmadığı için değiştirilemez ve tartışılamaz değildir. Şeriat, din denilen yaşam alanlarını düzenleyen, barış ve güveni sağlamaya çalışan hukuk kuralları ve toplumsal törelerdir. Bu kural ve normların Yahûdî, Hıristiyan, Müslüman, Budist, Zerdüşt, ateist dünyadan gelmesinin hiçbir önemi yoktur. Kural, norm ve törelerin kaynağı önemli değildir; insanın onuru, özgürlüğü, güveni, mutluluk ve barışını sağlayan hükümler her şeyin üstündedir.
فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفًاۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ [34] “Kimseyi putlaştırmayan, kimseye Tanrısal karizma vermeyen yüzünü kaldır, başını yere eğme. Senin yanında olduğun yaşam biçimi insanların yaratılıştan getirdiği gerçeklikle uyumlu olan doğal tarzdır. Kimse Tanrı’nın yaratma yasasını değiştiremez. İşte gerçek ve doğal olanı yaşamak budur, ancak insanların çoğu bunun farkında bile değildir.” âyetinde ed-dînu’l-gayyim(u) denilerek değişmeyen, köklü olan dine dikkat çekilmiştir.
اَنْ اَق۪يمُوا الدّ۪ينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا ف۪يهِۜ [35] “Tanrı’nın insan doğasına kodladığı doğal dini ayağa kaldırın ve bu konuda uyuşmazlık ve anlaşmazlığa düşmeyin.” âyeti dinin tartışmasızlığını net biçimde anlatır. Ancak âyetin öncesinde İsâ, Mûsâ, İbrâhîm ve Nûh’tan gelen hukuk düzenlerinin Muhammed’e kadar taşındığını; onlara gelen hukuk düzenlerinden Muhammed’e doğal bir yol, insanlık caddesi oluşturulduğundan bahseder. Bu da şeriat-din ilişkisini belirtir, ancak bu durum dini şeriat yapmaz ve şeriatı da dinleştirmez.
Mâtürîdî’ye göre şeriat hükümleri içeren âyetlerin tamamen kaldırılması caiz olduğu gibi hükmü kaldırılan âyetin metninin Kur’an’da bırakılması da caizdir.[36] وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ د۪ينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُۚ [37] “Kim barıştan başka bir insanlık yolu seçerse onun yolu kabul görmeyecektir.” âyetinde İslâm/barış bir yol olarak tüm insanlığın ortak alanı olarak dillendirilirken lokal, yerel ve tarihsel nitelik gösteren şeriat insanlığın büyük caddesi olarak ele alınmıyor.
“Evrensel insanlık yolu, doğal ve kadîm din nedir?” diye sorduğumuzda “Kimseye Tanrısal karizma vermemek, anne-babaya güzel davranmak, yoksulluk korkusuyla çocukları öldürmemek, çirkin ve rezil davranışları açıktan veya gizlice yapmamak, bir canı haksız biçimde öldürmemek,[38] bir yetimin malını malı yönetecek duruma gelinceye kadar sadece daha iyi bir duruma getirmek için kullanmak, tartı ve ölçüyü hak ettiği biçimde ölçüp tartmak, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklememek, en yakınlarımızın aleyhine de olda adâletin gerçekleşmesi için doğruyu söylemek, vicdânımızda karşılığı olan sözü gerçekleştirmek”[39] diye sıralanan ilkeler karşımıza çıkar. Bu değerlerin yaşandığı yer dâru’l-İslâm, terk edildiği yer dâru’l-harb’dir.
وَاَنَّ هٰذَا صِرَاط۪ي مُسْتَق۪يمًا فَاتَّبِعُوهُۚ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ ذٰلِكُمْ وَصّٰيكُمْ بِه۪ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ [40] “İşte benim dosdoğru yolum budur ve bunlara uyun. Onun yolundan saptıran yollara gitmeyin. Muhammed bu yolu hem kendine hem de size toplumsal görev ve sorumluluk bilinci kuşanmanız için tavsiye etti.” âyeti kendinden önce sıralanan ilkeleri[41] dosdoğru yol çerçevesine alıyor, bu yollara ulaştıran şeriatları ve ulaşım araçları olan minhâcı değiştirilmez ve tartışılmaz kural ve yöntem biçiminde değerlendirmiyor. İşte kadîm insanlık kültüründeki din yukarıda sıralanan değerlerdir, insanlığın vazgeçemeyeceği ana yol bunlardır ve bunlara ulaşmayı amaçlayan ritüel, töre, norm, yasa ve düzenlemeler birer araçtır.
- Dâru’l-Harb Neresidir?
A) قَالُوا وَمَا لَنَٓا اَلَّا نُقَاتِلَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَدْ اُخْرِجْنَا مِنْ دِيَارِنَا وَاَبْنَٓائِنَاۜ [42] “İsrail oğullarının ileri gelenleri Mûsâ’ya ‘Yurdumuzdan sürülmüş ve çoluk çocuğumuzdan ayrı düşmüşken daha ne için savaşmayalım!’ dediler.” âyetine göre insanları köyü, kasabası, şehri veya yurdundan haksız biçimde sürgün eden; âilelerin birliğini kendisi için tehdit olarak gördüğü için dağıtan yönetimlerin olduğu bir yer dâru’l-İslâm olma özelliği kaybettiği için dâru’l-harb olmuştur. Sürülen ve âilesi dağılanlar âile birleşimi sağlayana ve yurduna geri dönünceye kadar savaşma hakkına sahiptir. Hz. Muhammed, sürüldüğü yurdu olan Mekke’yi barış ve adâlete açana kadar Mekkelilerle savaşmıştır. Mekke alındığı güne kadar hem Muhammedîler hem de Mekkeliler için güvenli bölge olamamıştır.
B) وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِۜ فَاِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ اِلَّا عَلَى الظَّالِم۪ينَ [43] “Karmaşa, kışkırtma, işkence, saptırma, skandal, terör ve baskı ateşleri sönünceye ve hayata sevgi, acıma, adâlet, akıl ve sağduyu egemen oluncaya kadar savaşı sürdürün. Bu tür saldırılardan vazgeçildiğinde siz de yanıt vermeyi bırakın. Ancak sizden onlara hiçbir tehdit ve saldırı yokken sizinle savaşmayı sürdüren karanlıktan beslenenlere karşı savaşmaya devam edin.” âyetine göre karmaşa, kışkırtma, işkence, saptırma, skandal,[44] terör[45] ve baskı uygulanan; sevgi, acıma, akıl ve sağduyuyu hiçe sayan yer dâru’l-harb’dir. Böylesi bir yurda düzen, sukûnet, doğru bilgi ve sağlıklı haber akışı, düşünce ve yaşam biçimlerine saygı, eşitlik, akılcılık ve sağduyu egemen olana kadar savaşmak bir gerekliliktir. Hz. Muhammed, Medîne Sözleşmesi’ne ihanet edip Medîne’de kaos çıkarmaya çalışan bazı Yahûdî kabileleriyle bu nedenle savaşmıştır. Çünkü Medîne’nin dâru’l-İslâm olması için dâru’l-harb koşullarına izin verilmemeliydi.
وَالْفِتْنَةُ اَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِۚ [46] “Karmaşa, kışkırtma, işkence, saptırma, skandal, terör ve baskı ateşleri yakma bir kişiyi öldürmekten daha beterdir.” âyetinin yanında وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ [47] “Karmaşa, kışkırtma, işkence, saptırma, skandal, terör ve baskı ateşleri yakma bir kişiyi öldürmekten daha büyük bir suçtur.” âyetini birlikte ele aldığımızda insanları birbirine kışkırtan, gerçekleri saptıran, skandallar patlak veren, işkence yapılan, baskı uygulanan kaos ortamının olduğu yer dâru’l-harb’dir. Bu beldenin dâru’l-İslâm olması için bahsi geçen arızaların temizlenmesi gerekir.
C) وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ [48] “Sizi çıkarmaya çalıştıkları yerinizden siz onları söküp atın. İşgale karşı direnerek onlarla savaşın ve işgalcileri yaşam alanlarınızdan kovun.” âyeti işgal edilen yurdu dâru’l-harb olarak görür. Çünkü işgal nedeniyle can, mal, ırz, yaşam, onur ve nesil hakları güvende olmaz. Temel insânî değerler güvene erişince ve barış sağlanınca dâru’s-selâm[49] ortaya çıkar.
D) يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ ف۪يهِۜ قُلْ قِتَالٌ ف۪يهِ كَب۪يرٌۜ [50] “Sana kan dökmenin yasaklandığı barış aylarındaki çatışmalar hakkında soruyorlar. Onlara ‘Barış zamanlarında barışı bozan bir savaş büyük günahtır.’ de.” âyetinde barış teması vurgulanıyor. Buna göre çatışma olan yer dâru’l-harp’tir. Çatışmanın sonlandırılıp ateşkes ve barışın sağlanması ile mekân dâru’l-İslâm’a dönüşür.
E)وَصَدٌّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِه۪ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه۪ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِۚ [51] “Vicdân, akıl ve sağduyuyu susturmak; barış ve güven değerlerine gözlerini kapamak, kan dökmenin yasaklandığı mekândan insanları çekip çıkarmak suç bakımından barış ayına saygısızlıktan daha beter bir yanlıştır.” âyeti sevgi, acıma, eşitlik ve akılcılığın olmadığı, barış ve güvenin bulunmadığı, insanlığın ortak miraslarından olup saygı duyulması gereken yerlerin güvenliğinin kalmadığı yere dâru’l-harp demektedir. Buna göre cami, zikir, tespih, başörtüsü, namaz, sarık, oruç, hac kafileleri, kurban törenleri ve ezanın olması bir yeri İslâm yurdu yapmaz; ancak akılcılık, sağduyu, barış, güven, haksız biçimde kan dökmeme, sözleşmelere saygı duyma olan yere dâru’l-İslâm denir.
F) وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّٰى يَرُدُّوكُمْ عَنْ د۪ينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُواۜ [52] “Eğer güçleri yeterse sizi yaşam biçiminiz ve hayat felsefenizden vazgeçirinceye kadar sizinle savaşırlar.” âyetine göre din ve vicdân özgürlüğü olmayan, yaşam biçimi ve ideoloji dayatan yer dâru’l-harp’tir. Müslümanlar Hıristiyan, Yahûdî, ateist,[53] agnostik,[54] deist,[55] panteist[56] ve panenteiste;[57] Katolikler Ortodoks, Protestan ve Kalvinistlere; Sünnîler Şii, Alevî, Hâricî ve Mûtezile’ye; sağcılar solculara, iktidâr sahipleri yönettiklerine, anne-babalar çocuklarına, öğretmenler öğrencilerine, yasalar vatandaşlarına, yazarlar okurlarına, oyuncular seyircilerine, mahkemeler sanık ve mahkûmlara, Batılılar Doğululara, zenginler yoksullara; Türkler Kürt, Arap, Laz, Ermeni, Gürcü, Çerkez, Arnavut ve Boşnaklara; Zazalar Kurmançilere, şehirliler köylülere, Pomaklar Manavlara, Çingeneler Romanlara, tüccarlar çiftçilere, yerliler göçmenlere, beyazlar siyahlara ve erkekler kadınlara nasıl yaşayacaklarını, neye inanıp neyi reddedeceklerini, kimi onaylayıp kimden uzak duracaklarını, ne tür giyinip nasıl iletişim kuracaklarını, neyi sevip neyden kaçınacaklarını, kiminle oturup kime dost olacaklarını, hangi dili kullanıp ne tür töreyi benimseyeceklerini dayatamaz; bu nedenle özgürlük hakkını kimsenin elinden alamaz. Muhammedî devrimciler için Mekke bu tip bir dâru’l-harp’ti, o nedenle barışçı Muhammedîler kendilerine barış yurdu[58] bulmak/kurmak için yerlerini terk ettiler, yeni yurtluk aradılar. Özgür seçim ve kişilikli tercihlerin olduğu, yaşam biçimi ve inanç anlayışı dayatması ile düşünsel seçenek zorlamasının olmadığı yer dâru’l-İslâm’dır.
G) فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ۚ وَاِنْ تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُؤُ۫سُ اَمْوَالِكُمْۚ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ [59] “Borçlunun sırtından haksız biçimde kazandıklarınızdan kendinize zenginlik tepeleri oluşturursanız, borçlunun borcuna ilaveler yaparak borcun yığılmasına neden olursanız Tanrı, Peygamber, vicdân ve sağduyuya karşı savaş açmış olursunuz. Ancak haksız kazanç peşinde koşmayıp size verilmesi gereken ana malı/sermayenizi isterseniz bunda sakınca yoktur. Verdiğinizi isteyip verdiğinizden fazlasını beklemediğinizde ne siz ne de borçlu kimse karanlığın boğucu ortamında boğulur.” âyeti ribâ denilen haksız mal birikimi yapıp mülk tepesi oluşturmaya karşı çıkar. Âyete göre zenginlerin zenginlik tepeleri, rezidansları, alımlı yaşam alanları, çekici binaları yükselirken yoksulluk, açlık ve imkânsızlığın eksi yönden arttığı yer dâru’l-harp’tir. Böylesi bir beldede dayanışma, yardımlaşma, ihtiyaç sahibini gözetme, yoksullukla mücadele etme olmadığından ve üstüne üstelik zengin-yoksul sınıflaşması toplumsal denge ve barışı bozduğundan kapitalist ekonomik düzenlerin yaşandığı yerler dâru’l-harp’tir. كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْاَغْنِيَٓاءِ مِنْكُمْۜ [60] “Sermaye, para ve varlıklar sadece zenginleriniz arasında dolaşmasın, bunlar herkesten herkese doğru hareket etsin, belli ellerde toplanıp birilerinde birikirken başkalarında eksilmesin.” âyeti dâru’l-İslâm’ın temelinde yatan ekonomik eşitliğe dikkat çeker. Bu nedenle bir yurt kapitalist,[61] abdestli kapitalist,[62] takkeli emperyalist[63] ve namazlı faşist[64] nitelikleri gösteriyorsa orası dâru’l-İslâm değildir. Peygamber yaşamı ve ekonomik dengeyi esas alan âyetler dikkate alındığında adâlet[65] ve kıst[66] ile savaşan bir yer dâru’l-harb’dir.
H)وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يرًاۜ [67] “Vicdân, sağduyu ve aklın egemen olması yanında ‘Halktan aldığı desteğe dayanarak gerçekleri karartıp baskı ve dayatma yapan egemenlerin yönettiği yerden bizi kurtar, bizi bu karanlık ruhlu zorbalardan kurtaracak ve bize dost olacak birilerini gönder, bize güç katacak birilerini bize yardımcı yap. Yanımızda, yakınımızda, sesimizi duyacak birilerini imdadımıza ulaştır.’ diyen erkek, kadın ve çocuk ezilenler için size ne oluyor da savaşmıyorsunuz.” âyetine göre eziklerin desteğini alarak iktidara gelen zorbaların egemen olduğu, doğru bilgi almanın engellendiği, baskı ve dayatmanın yapıldığı yer dâru’l-harb’dir. Bu bağlamda dâru’l-İslâm zorba ve dikta yönetimlerin olmadığı, doğru bilgi ve haberin yayıldığı, kişilik haklarına saygı duyulduğu yerdir. Barış yurdunda ezikler istese de zorbaları iktidara getiremez, buna fırsat verilmez.
I) فَقَاتِلُٓوا اَوْلِيَٓاءَ الشَّيْطَانِۚ [68] “Öfke, şiddet ve nefrete dost olanlar ile savaşın. Şeytan evliyası ile savaşın.” âyeti şiddet politikası uygulanan, nefret suçları işlenen ve öfke patlaması oluşturan yere dâru’l-harb demektedir. Konuşma ve anlaşmayı tercih eden, sevgiyi yayan ve sukûneti sağlayarak insanları mutlu eden yer dâru’l-İslâm’dır.
İ) فَاِنِ اعْتَزَلُوكُمْ فَلَمْ يُقَاتِلُوكُمْ وَاَلْقَوْا اِلَيْكُمُ السَّلَمَۙ فَمَا جَعَلَ اللّٰهُ لَكُمْ عَلَيْهِمْ سَب۪يلً [69] “Sizinle ateşkes yayıp savaşmazlar, barış yapma kararı alırlarsa vicdân, sağduyu ve aklın gereği sizin de ateşkes ve barışa uymanızdır.” âyeti silahlı çatışma yapılan, barışa yanaşmayan yere dâru’l-harb Çatışmaların durduğu, silahların sustuğu, baltaların gömüldüğü, barış çubuklarının içildiği, insanların gülüp eğlendiği yer dâru’l-İslâm’dır.
J) اِنَّ الْكَافِر۪ينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُب۪ينًا [70] “Gerçeklerin duyulmasını, öğrenilmesini engelleyenler apaçık düşmanınızdır.” âyetine göre gerçek bilgi ve doğru haberin duyulmasını engelleyen yer dâru’l-harb’dir. Bilginin gerçeğini ve haberin doğrusunu ulaştırarak halkını yanıltmayan, aldatmayan ve kandırmayan yer dâru’l-İslâm’dır.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ يَلُونَكُمْ مِنَ الْكُفَّارِ وَلْيَجِدُوا ف۪يكُمْ غِلْظَةًۜ وَاعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّق۪ينَ [71] “Ey güven toplumu oluşturanlar! Pek de uzağınızda durmayan nankör ve gerçeği gizleyen tipler ile savaşın. Sizin emek ve gerçeklere saygı konusunda ne kadar titiz ve dikkatli olduğunuzu; yalan, nankörlük ve gizli iş çevirmeye ne kadar düşmanlık beslediğinizi görsünler. Herkes bilsin ki her vicdân sahibi, topluma karşı görev ve sorumluluğunun farkında olanın yanındadır.” âyeti gerçekleri karartan, doğru bilgi ve gerçek haberin akışını yalan haber ve yanlış bilgiyle değiştiren, emek hırsızlığı yapan, düşmanca tavırlar sergileyen ve toplumdaki güvene dayalı iilşkileri aşındıran yeri dâru’l-harb olarak belirler. Emeğe hakkını veren, haber ve bilgiyi aldatmak için kullanmayan, dostluğu pekiştiren, barış toplumu oluşturan, her alanda güven ve güvence sağlayan yer dâru’l-İslâm’dır.
K) كُلَّمَٓا اَوْقَدُوا نَارًا لِلْحَرْبِ اَطْفَاَهَا اللّٰهُۙ وَيَسْعَوْنَ فِي الْاَرْضِ فَسَادًاۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِد۪ينَ [72] “Yeryüzünü kaos ortamına sürüklemek isteyenler ne zaman savaş ateşini yaksa vicdân, akıl ve sağduyu sahipleri bu ateşi döndürür. Ayrıca sevgi, adâlet, acıma, sağduyu ve akıldan söz eden hiç kimse denge ve ölçüyü yok etmekten yana olmaz; karmaşa, düzensizlik, ilkesizlik ve kuralsızlıktan hoşlanmaz.” âyeti hukuksuzluk, keyfîlik, ilkesizlik temelleri üstünde kurgulanan ve hiçbir denge-değer-denetim ölçüsü bulunmayan, kaostan beslenen, savaşla ömrünü uzatan yere dâru’l-harb Hukuk, ilke, denetim, denge, barış ve düzen olan yer dâru’l-İslâm’dır.
L) قَاتِلُوا الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَد۪ينُونَ د۪ينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ حَتّٰى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ۟ [73] “Hem vicdân, akıl ve sağduyuya hem de adalet, özgürlük, barış ve kardeşlik devriminin gerçekleşeceğine güveni olmayan; kamu vicdânı ile vicdân elçisinin yasakladıklarına karşı direnen, insanlığın vicdânında gerçek anlamda yer bulan yaşam biçimine karşı olan kimseler ile savaştan vazgeçip savaş tazminatını kendi elleriyle teslim edene kadar savaşın.” âyetinde sevgisiz, acımasız, eşitsiz, devrimcileri ezen, akılcı ve sağduyulu davranışları aşağılayan, kişilerin özgürce yaşam hakkını elinden alan yer dâru’l-harb olarak nitelenir. Bunun tersi olan sevgi, acıma, adâlet, akıl, sağduyu, özgürlük ve barış devrimi yatağı olan yer dâru’l-İslâm’dır.
M) وَقَاتِلُوا الْمُشْرِك۪ينَ كَٓافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَٓافَّةًۜ [74] “Kendinde Tanrısal yetkiler görerek tüm yaşam alanlarınızı ve zihniyet dünyanızı kontrol etmek isteyenler size topluca savaş ilan edip sizinle savaştığı gibi siz de onlara karşı bölünüp parçalanmadan savaşın.” âyetine göre kendinde Tanrısal nitelikler olduğunu düşünerek toplumu emir-komuta sisteminde yönetmeye çalışan, kendini Tanrı’nın özel görevlisi göstererek Tanrı adına yönetmeye kalkışan, sınıflaşma ve dikey hiyerarşiyi toplum düzeni olarak kabul ettirmeye çabalayan yönetimlerin egemen olduğu yer dâru’l-harb’dir.
وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْۖ [75] “İşlerini arının çiçeklerden öz toplayıp bal yapması gibi ortak aklın ulaştığı karara göre yaparlar.” âyeti yanında لَسْتَ عَلَيْهِمْ بِمُصَيْطِرٍۙ [76] “Kimseye satır sallayamaz, zorbalık yapamazsın; kimseyi susturamazsın.” âyeti ile لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُواۜ [77] “Yöneticilerinize ‘Biz sürün olalım, sen de çobanımız ol ve bizi güt.’ demeyin. ‘Bizimle tartış, bizi dikkate al ve bizi dinle.’ deyin.” âyetinin çiçek açtığı yer İslâm yurdu’dur.
N) وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مَسْجِدًا ضِرَارًا وَكُفْرًا وَتَفْر۪يقًا بَيْنَ الْمُؤْمِن۪ينَ وَاِرْصَادًا لِمَنْ حَارَبَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ مِنْ قَبْلُۜ وَلَيَحْلِفُنَّ اِنْ اَرَدْنَٓا اِلَّا الْحُسْنٰىۜ وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ [78] “Vicdân sahipleri ve vicdân elçisini henüz savaşmadan önce gözetlemek, aralarında güven oluşmuş toplumda güvensizlik ve bölücülük yaratmak için kamufle olanların zararlı yapılanmaları vardır. Onların kurumlarında yararlı işlerin yapıldığını düşünenler olabilir, ancak oralar nankörlük, gerçeklerin karartılması ve güvensizliğin oluşması için düşünce üretim merkezleridir. Buralara takılan kimselerin ‘İyilikten başka bir şey istemiyoruz; iyilik, güzellik ve toplum yararı için çalışıyoruz.’ demelerine aldırmayın. Onların ağzı öyle konuşşa da akıl sahibi vicdânlılar onların ne yapmakta olduğunu bilir.” âyetine göre siyâsî, dînî, ekonomik, askerî, hukûkî, ırkî bölücülük yapılan bir yer dâru’l-harb’dir.
يَٓا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ [79] “Ey insan âilesi” âyeti insanların birbirinden farklı olmayan eşitliğine vurgu yapar. Kur’an insanların ontolojik[80] eşitliği yanında وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰىۘ وَاتَّقُونِ يَٓا اُو۬لِي الْاَلْبَابِ [81] “Yanınıza alacağınız en hayırlı azık topluma karşı görev ve sorumluluk bilinci azığıdır. Ey aklından zoru olmayan, aklını vicdânının kontrolünde işleten, aklını önyargılara teslim etmeyenler! Toplumunuza karşı görev ve sorumluluk bilincinizi kuşanın.” âyetiyle görev ve sorumluluk bilincini devreye sokar.
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ [82] “Vicdân, sağduyu, akıl ve Tanrı katında üstün olanlarınız topluma karşı görev ve sorumluluk bilincine sahip olanlarınızdır.” âyeti ise üstünlük ve değeri bölge, bilgi, renk, boy, yakışıklılık, zayıflık, dil, din, inanç, zenginlik ve sağlık ölçütlerine göre belirlemez; topluma karşı görevleri yerine getirme ve sorumlulukların gereklerini yapmayı insan kalitesinin ölçüm aracı olarak belirler. Görevini hakkıyla yapan ve sorumluluklarına sımsıkı sarılan kimselerin olduğu yer sevgi, saygı, barış, kardeşlik, dayanışma ve özgürlük üreteceği için burası dâru’l-İslâm olur.
O) اُذِنَ لِلَّذ۪ينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُواۜ [83] “Baskı ve zorbalıkla gerçekleri karartanların öldürmeye geçmesi üzerine onlarla öldüresiye savaşma izni çıktı.” âyeti fiilî öldürmelerin olduğu yeri dâru’l-harb ilan eder. تُقَاتِلُونَهُمْ اَوْ يُسْلِمُونَۚ [84] “Onlar teslim oluncaya kadar onlarla savaşın.” âyeti de saldırgan taraf çatışmayı bırakana kadar savaşılmasını belirtir. Silahlara veda edilip barış güvercinleri uçuruldu mu orası dâru’l-İslâm
Ö) وَاِنْ طَٓائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اقْتَتَلُوا فَاَصْلِحُوا بَيْنَهُمَاۚ فَاِنْ بَغَتْ اِحْدٰيهُمَا عَلَى الْاُخْرٰى فَقَاتِلُوا الَّت۪ي تَبْغ۪ي حَتّٰى تَف۪ٓيءَ اِلٰٓى اَمْرِ اللّٰهِۚ فَاِنْ فَٓاءَتْ فَاَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَاَقْسِطُواۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُقْسِط۪ينَ [85] “Tanrısal değerlere güvenen iki toplum, iki grup savaşır veya kavga ederse aralarını barış değerleri ile düzeltin. Barış koşullarının ortaya konulmasına rağmen saldırı ve savaş kararında ısrar eden tarafa karşı barışın tarafında yer alarak saldırganlarla barışa yanaşıncaya kadar savaşın. Saldırganlar saldırı ısrarından vazgeçerse her iki taraf neyi hak ediyorsa hiçbirini birbirinden ayırmadan onu verin. Tanrı ve kamu vicdânı kimseyi ayırmayanları, hakkı oranında dağıtım yapanları kesinlikle sever.” âyeti çiçeğe namlu gösteren, barış için uzatılan eli sıkmayan, anlaşmaya karşı savaşmayı seçen yeri dâru’l-harb ilan eder. Namlusuz, tokalaşılan ve anlaşmalara saygı duyulan yer dâru’l-İslâm’dır.
P) لَا يَنْهٰيكُمُ اللّٰهُ عَنِ الَّذ۪ينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدّ۪ينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ اَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُٓوا اِلَيْهِمْۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُقْسِط۪ينَ [86] “Kamu vicdânı sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarıp atmaya çalışmayan veya sürgün edilmeniz için çabalamayanlar ile dostluk kurmanıza ve hak ettiklerini onlara vermenize itiraz etmez. Çünkü toplum vicdânı herkese hak ettiğini vereni sever.” âyeti ile اِنَّمَا يَنْهٰيكُمُ اللّٰهُ عَنِ الَّذ۪ينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدّ۪ينِ وَاَخْرَجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلٰٓى اِخْرَاجِكُمْ اَنْ تَوَلَّوْهُمْۚ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ [87] “Kamu vicdânı sizinla savaşan, sizi yurdunuzdan atmaya çalışan veya sizi sürgün etmek isteyenlere yardım edenleri dost edinenlerden rahatsız olur. Sizin yaşam hakkınızı elinizden almaya çalışanlar ile dost olanlar da gerçeği baskı ve zorbalıkla susturmaya çalışanlardan biridir.” âyeti savaşılan, sürgün edilen, insan hakları elinden alınan yere dâru’l-harb Savaş yerine barışı, sürgün yerine dayanışmayı, işgal yerine kaynaşmayı, bölünme yerine birleşmeyi, uzaklaşma yerine yakınlaşmayı, nefret yerine sevgiyi, torpil yerine adâleti, fırsatçılığa karşı eşitliği, bencilliğe karşı sorumluluğu varoluşsal değer yapan yere dâru’l-İslâm, beledi’l-emîn, dâru’s-selâm, dâru’s-sulh ve beldetün dayyibetün denir.
I.MEAL VE SÖZLÜK KAYNAKÇASI
BİLGİN, Abdülcelil, Kur’an’daki Deyimler ve Zemahşerî’nin Keşşaf’ı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2008.
BOLAY, Süleyman Hayri, Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü, 9. Baskı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, 14. Baskı, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 1997.
EBÛ HAYYÂN el-ENDÜLÜSÎ, Kur’an Lügati, Çeviren: Enes Selam, İşaret Yayınları, İstanbul, 2019.
EBÛ HİLÂL el-ASKERÎ, Farklar Sözlüğü, Tercüme: Veysel Akdoğan, 3. Baskı, İşaret Yayınları, İstanbul, 2017.
ELİAÇIK, Recep İhsan, Yaşayan Kur’an, İnşa Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2014.
GÜLER, İlhami, ÖZSOY, ÖMER, Konularına Göre Kur’an, 13. Baskı, Fecr Yayınları, Ankara, 2009.
İSLAMOĞLU, Mustafa, Hayat Kitabı Kur’an, 5. Baskı, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2011.
İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ, Kelimeler Arasındaki Farklar, 2. Baskı, Çeviren: Ömer Aydın, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016.
KUR’AN YOLU MEÂLİ, Hazırlayanlar: Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, İbrahim Kafi Dönmez, Sadreddin Gümüş, Diyanet İşleri Başkanlığı, 7. Baskı, Ankara, 2017.
MUHAMMED ESED, Kur’an Kavramları, Çevirenler: Ömer Aydın, Ertuğrul Özalp, İşaret Yayınları, İstanbul, 2016.
___________________Kur’an Mesajı, Çevirenler: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, İstanbul, 2002.
MUHAMMED HAMİDULLAH, Aziz Kur’an, Çevirenler: Abdülaziz Hatip, Mahmut Kanık, Beyan Yayınları, İstanbul, 2000.
MUKATİL BİN SÜLEYMAN, Kur’an Terimleri Sözlüğü, Tercüme: Beşir Eryaysoy, İşaret Yayınları, İstanbul, 2004.
MÜSTECÂBÎ-ZÂDE İSMET, Lafızlar Arasındaki Farklar, Hazırlayan: Ömer Zülfe, İşaret Yayınları, İstanbul, 2011.
OKUYAN, Mehmet, Kur’an Sözlüğü, Düşün Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 2019.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, Kur’an’ın Temel Kavramları, 21. Baskı, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2001.
PENRICE, John, Kur’an Sözlüğü, Çeviren: Ömer Aydın, İşaret Yayınları, İstanbul, 2010.
RÂĞIP el-İSFEHÂNÎ, el-Müfredât, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
SARI, Mevlüt, el-Mevârid Arapça-Türkçe Lugat, İpek Yayınları, İstanbul.
SOYALAN, Mehmet Yaşar, Vayhin Dili ve Terimleri, İşaret Yayınları, İstanbul, 2017.
TÜRKÇE SÖZLÜK, Türk Dil Kurumu, 10. Baskı, Ankara, 2005.
YILMAZ, Hakkı, Kur’an’daki Önemli Sözcük ve Kavramlar, Nergiz Yayınları, İstanbul, 2017.
YILMAZ, Hakkı, Kur’an’ın Türkçe Meali, İşaret Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2015.
YÜKSEL, Edip, Mesaj, 14. Baskı, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2016.
II. MUKÂYESELİ KAYNAKÇA
ABDÜLKADİR UDEH, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, Çeviren: Akif Nuri, İhya Yayınları, İstanbul, 1976.
BİLMEN, Ömer Nasuhî, Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, Ravza Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2018.
İBN-İ ABİDİN, Redd’ül-Muhtar Şerhi, Derleyiciler: Ahmet Davudoğlu, Mazhar Taşkesenlioğlu, Mehmet Savaş, Şamil Yayınları, İstanbul, 2017.
İBN-İ KUDÂME el-MAKDİSÎ, el-Muğnî/Delilleriyle Hanbeli Fıkhı, Çeviren: Alpaslan Tuncer, Polen Yayınları, İstanbul, 2015.
MÂVERDÎ, Ahkamü’s-Sultaniye/İslam’da Devlet ve Hilafet Hukuku, Çeviren: Ali Şafak, 2. Baskı, Bedir Yayınları, İstanbul, 2017.
SERAHSİ, Mebsût, Çeviren: Mustafa Cevat Akşit, 3. Baskı, Gümüşev Yayıncılık, İstanbul, 2016.
[1] Hac, 39/Uzine li’l-lezîne yugâtelûne bi-enne-hum zulimû
[2] Tövbe, 29/Elâ tugâtilûne gavmen nekesû eymâne-hum ve hemmû bi-ihrâci’r-rasûli ve hum bedeû-kum evvele merra(tin)
[3] Bakara, 216/Kutibe ‘aley-kumu’l-gıtâlu ve huve kurhun le-kum
[4] Bakara, 191/Vegtulû-hum haysu segiftumû-hum
[5] Bakara, 191/Fe-in gâtelû-kum fe’g-tulû-hum
[6] Yunus, 25/Va’l-lâhu yed’û ilâ dâri’s-selâm(i)
[7] Bakara, 193; En’am, 39/Ve gâtilû-hum hattâ lâ-tekûne fitnetun ve yekûne’d-dînu li’l-lâh(i) fe-ini’n-tehev fe-lâ-‘udvâne illâ ‘ale’z-zâlimîn(e)
[8] Bakara, 190/Ve gâtilû fî-sebîli’l-lâhi’l-lezîne yugâtilûne-kum ve lâ-ta’tedû inne’l-lâhe lâ-yuhibbu’l-mu’tedîn(e)
[9] Mâide, 33/İnne-mâ cezâu’l-lezîne yuhâribûna’l-lâhe ve rasûle-hu ve yes’avne fî’l-arzi fesâden en yugattelû ev yusallebû ev tugatta’a eydî-him ve erculu-hum min hilâfin ev yunfev mine’l-arz(i) zâlike le-hum hizyun fî’d-dunyâ ve le-hum fî’l-âhireti ‘azâbun ‘azîm(un).
[10] Muhammed, 4/Fe-izâ lagîtumu’l-lezîne keferû fedarbe’r-rigâbi hattâ izâ esḣantumû-hum fe-şuddu’l-vesâga fe-immâ mennen ba’zu ve immâ fidâen hattâ teza’a’l-harbu evzâra-hâ zâlike velev yeşâu’l-lâhu le’n-tesara min-hum ve lâkin li-yebluve ba’za-kum biba’z(in) ve’l-lezîne gutilû fî-sebîli’l-lâhi fe-len-yuzille a’mâle-hum.
[11] Şu’arâ, 49/Le-ugaddi’anne eydiye-kum ve ercule-kum min hilâfin ve le-usallibenne-kum ecma’în(e)
[12] Müslim, İlim 7; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5.
[13] Tövbe, 41/Ve câhidû bi-emvâli-kum ve enfusi-kum fî-sebîli’l-lâh(i).
[14] Mücâdele: Sözlü tartışmaya girme, bıkmadan sert tartışma yapma, usanmadan sözlü kavga etme. (C-d-l/cidâl kelimesinden türer. Cedel ise tartışma sanatı, diyalektik demektir. Halk arasında cedelleşme yerine yanlışlıkla cebelleşme denir.)
[15] Kâtil: Cana kıyan, öldüren.
[16] Mukâtele: Karşılıklı boğazlama/öldürme.
[17] Mukâtil: Karşılıklı öldüren/boğazlayan.
[18] Cehd: Çalışıp çabalama, uğraşma, didinme, gayret etme. (“Tırnaklarımla kazarak geldim.” deyimi cehddir.)
[19] Mücâhede: Uğraşma, didinme, çabalama (C-h-d/cehd kökünden türemiştir.)
[20] Mücâhid: Uğraşan, didinen, çalışıp çabalayan, gayret ortaya koyan. (C-h-d/cehd kökünden türemiştir.)
[21] Dâru’l-Harb’in gerçekte ne olduğunu tüm ayrıntısıyla dördüncü bölümde vereceğim için şimdilik bu ön bilgiyi veriyorum.
[22] Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, Ravza Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2018.
[23] Müsâdere: El koyma, zorla alma, çekip alma, zorbalık ve hukuksuzlukla ele geçirme, savaşta yenen tarafın yenilenlerin her şeyine el koyması.
[24] Kâsâni, Bedâʾiʿu’s-Sanâʾiʿ fî Tertîbi’ş-Şerâʾi, VII. 131, Beyrut, 1974.
[25] Harra vakâsı
[26] Kerbelâ fâciâsı
[27] Tanrı’yı inkâr edenlerin hükümleri
[28] Şeri’a(t): Çölde su kuyusuna götüren yol, hukûku sağlamayı amaçlayan kanun/yasa.
[29] İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, 6. Baskı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2019.
[30] Mâide, 48/Li-kullin ce’al-nâ min-kum şir’aten ve minhâc(en) velev şâ-allâhu le-ce’ale-kum ummeten vâhideten
[31] Ölümü: M. 734/ H. 117.
[32] Metin Avcı, Mezhep Araştırmaları Dergisi, İmam Mâturîdî’nin Din-Şeriat Ayırımı Anlayışında Ebû Hanîfe’nin Etkisi, e-makalat, Bahar, 2018.
[33] İçtihat: Gücü oranında uğraşma/çabalama, hakkında net karar verilemeyen bir konuda ortaya konan kişisel görüş/karar/hüküm.
[34] Rûm, 30/Fe-egim veche-ke li’d-dîni hanîf(en) fıdrate’l-lâhi’l-letî fedara’n-nâse ‘aleyhâ lâ-tebdîle li-halgi’l-lâh(i) zâlike’d-dînu’l-gayyimu ve lâ-kinne eksera’n-nâsi lâ-ya’lemûn(e)
[35] Şûrâ, 13/En egîmu’d-dîne ve lâ-te-teferragû fî-hi
[36] Ebû Mansûr el-Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an, 1: 199, 202, Tahkik: Bekir Topaloğlu, Mizan Yayınları, İstanbul, 2005-2011.
[37] Âl-i İmrân, 85/Ve men yebteği ğayra’l-islâm(i) dînen fe len-yugbele min-hu
[38] En’am, 151.
[39] En’am, 152.
[40] En’am, 153/Ve enne hêzê sırâdî mustagîmen fe’t-tebi’ûhu ve lâ-tettebi’u’s-subule fe-teferraga bi-kum ‘an sebîli-hi zâli-kum vassâ-kum bi-hi le’alle-kum te’t-tegûn(e)
[41] En’am, 151-152.
[42] Bakara, 246/Gâlû ve mâ-le-nâ ellâ nugâtile fî-sebîli’l-lâhi ve gad uhric-nâ min diyâri-nâ ve ebnâi-nâ
[43] Bakara, 193; En’am, 39/Ve gâtilû-hum hattâ lâ-tekûne fitnetun ve yekûne’d-dînu li’l-lâh(i) fe-ini’n-tehev fe-lâ-‘udvâne illâ ‘ale’z-zâlimîn(e)
[44] Skandal: Toplumda büyük yankı uyandıran küçük düşürücü ve utanç verici olay/durum
[45] Terör: Siyasal bir amaca ulaşmak için toplumu korkutan yıkıcı, yakıcı ve öldürücü eylem
[46] Bakara, 191/Ve’l-fitnetü eşeddü mine’l-gatli
[47] Bakara, 217/Ve’l-fitnetü ekberu mine’l-gatli
[48] Bakara, 191/Ve ehricû-hum min haysu ehracû-kum
[49] Barış yurdu
[50] Bakara, 217/Yeselûne-ke ‘ani’ş-şehri’l-harâmi gıtâlin fîh(i) gul gıtâlun fî-hi kebîr(un)
[51] Bakara, 217/Ve saddun ‘an sebîli’l-lâhi ve kufrun bi-hi ve’l-mescidi’l-harâmi ve ihrâcu ehli-hi min-hu ekberu ‘inda’l-lâh(i)
[52] Bakara, 217/Ve lâ-yezâlûne yugâtilûne-kum hattâ yeruddû-kum ‘an dîni-kum ini’s-tedâ’û
[53] A-teist: Tek Tanrı fikrini savunanların Tanrı görüşünü reddeden.
[54] Agnostik: Tanrı, ölüm sonrası yaşam, peygamberliğin geçerliliği gibi konularda gerçeğin asla bilinemeyeceğini düşünen.
[55] Deist: “Tanrı, evren ve içindekileri yaratmış, yasaları koymuş ve işleyişi bu çerçevede kendi haline bırakmıştır. Bu nedenle din, peygamber ve vahiy denilen şeyler de yoktur. Sadece doğal din vardır.” diyen.
[56] Pan-teist: Tüm Tanrıcı. Tüm varlık ve evreni Tanrı’yı oluşturan bütünlüğün parçaları gören. “Tanrı kimdir veya nedir?” sorusuna tüm varlık ve evrenin toplamıdır, diye cevap veren. ﻻ موجود اﻻ هو Lâ-mevcûd illâ hû “Ondan başka bir şey yoktur, var olan sadece odur.” demek bu düşünceyi savunmaktır.
[57] Pan-en-teist: Tüm varlık ve evrenin Tanrı’dan bir yansıma olduğu, ancak Tanrı’nın bunların dışında bir varlık olduğunu kabul eden. Bu nedenle tüm varlıkların tek amacının Tanrı’da birleşmek olduğunu düşünen. ﻻ مشهود اﻻ هو Lâ meşhûd illâ hû “Ondan başka görünen yoktur, gördüklerimiz odur.” demek bu fikri benimsemektir. Bu teoriye göre varlık sonunda Tanrı’yla bütünleşir, Tanrılaşır. بقى بالله Bekâ bi’l-lâh “Tanrı’yla sonsuzluğa ermek, Tanrı’da kalıcı olmak, Tanrılaşmak” denilen şey de budur. Bunun bir tık altı olan فنا فى الله fenâ fi’l-lâh “Henüz Tanrılaşmadan Tanrı’da zihinsel olarak erimek/yok olmak”tır.
[58] Dâru’s-selâm, dâru’l-İslâm, beledi’l-emîn, belde(tün) dayyibe(tün), dâru’s-sulh
[59] Bakara, 279/Fe-in lem-tef’alû fe’zenû bi-harbin mina’l-lâhi ve rasûli-hi ve in tub-tum fe-le-kum ruûsu emvâli-kum lâ-tazlimûne ve lâ-tuzlemûn(e)
[60] Haşir, 7/Key lâ-yekûne dûleten beyne’l-ağniyâi min-kum
[61] Kapitalist: Para, sermaye ve servetin belli ellerde toplanmasını savunan, zengin sınıflar ve yoksul kesimlerin oluşmasını ekonomi yasası kabul eden.
[62] Abdestli kapitalist: Zengin-yoksul, efendi-köle, patron-işçi, ağa-maraba çelişkisini geleneksel-mezhepçi fetva ve uygulamalara dayanak savunan.
[63] Emperyalist: Sömüren, yer altı ve yer üstü kaynakları ile insan kaynağını kendi çıkarları için kullanan. Emekçinin beden/zihin emeğinden çalarak zenginleşen.
[64] Faşist: Tüm yetkilerin tek parti ve tek adamda toplanmasını savunma yanında tek tip insan ve halk yaratmak ve ülke sınırlarını olabildiğince genişletmek amacı taşıyan; bir boy/soyun başka halklara mutlak üstün gelmesi gerektiğini savunan; lider ve ideolojiyi kutsayıp eleştiriler üstü gören, devleti bireylerden üstün gören, vatan-millet ikilemesine dayalı bireyi ikincil konuma oturtan kutsallık üreten, otoriter ve totaliter yönetime dayalı sert bir yönetim biçimini savunan; siyaset, ekonomi, eğitim, hukuk, basın, düşünce alanlarında farklılıklara asla fırsat ve imkân vermeyen. (Mussolini ve Hitler gibi kişiler; Kuzey Kore, Çin, Venezuella, Kamerun, Kongo Cumhuriyeti ve Zimbabve gibi ülkeler)
[65] Adâlet: Eşitçe bölüştürme, dağıtırken kimseyi dışlamadan verme, verirken herkese verme, vermezken hiç kimseye vermeme.
[66] Kıst: Herkese hak ettiği şeyi hak ettiği oranda verme.
[67] Nisâ, 75/ Ve mâ le-kum lâ-tugâtilûne fî-sebîli’l-lâhi ve’l-mustaz’afîne mine’r-ricâli ve’n-nisâi ve’l-vildâni’l-lezîne yegûlûne rabbe-nâ ehric-nâ min hêzihi’l-garyeti’z-zâlimi ehlu-hâ ve’c’al le-nâ min ledun-ke veliyyen ve’c’al le-nâ min ledun-ke nasîr(an)
[68] Nisâ, 76/Fe-gâtilû evliyâe’ş-şeydân(i)
[69] Nisâ, 90/Fe-ini’-tezelû-kum fe-lem-yugâtilû-kum ve elgav iley-kumu’s-seleme fe-mâ ce’ala’l-lâhu le-kum ‘aley-him sebîl(en)
[70] Nisâ, 90/İnne’l-kâfirîne kânû le-kum ‘aduvven mubîn(en)
[71] Tövbe, 123/Yâ eyyuhe’l-lezîne âmenû gâtilu’l-lezîne yelûne-kum mine’l-kuffâri ve’l-yecidû fî-kum ğilza(ten) va’lemû enne’l-lâhe me’a’l-muttagîn(e)
[72] Mâide, 64/Kulle-mâ evgadû nâran li’l-harbi edfeehe’l-lâhu ve yes’avne fî’l-arzi fesâd(en) va’l-lâhu lâ-yuhibbu’l-mufsidîn(e)
[73] Tövbe, 36/Gâtilu’l-lezîne lâ-yu’minûne bi’l-lâhi ve lâ-bi’l-yevmi’l-âhiri ve lâ-yuharrimûne mâ harrama’l-lâhu ve rasûlu-hu ve lâ-yedînûne dîne’l-haggi mine’l-lezîne ûtû’l-kitâbe hattâ yu’tû’l-cizyete ‘an yed(in) ve hum sâğirûn(e)
[74] Tövbe, 38/Ve gâtilu’l-muşrikîne kâffeten kemâ yugâtilûne-kum kâffe(ten)
[75] Şûrâ, 38/Ve emru-hum şûrâ beyne-hum
[76] Ğâşiye, 22/Leste ‘aley-him bi-musaytir(in)
[77] Bakara, 104/Lâ-tegûlû râ’i-nâ ve gûlû’n-zur-nâ ve’s-me’û
[78] Tövbe, 104/Ve’l-lezîne’t-tehazû mesciden dırâran ve kufran ve tefrîgan beyne’l-mu’minîne ve irsâden li-men hâraba’l-lâhe ve rasûle-hu min gabl(u) ve le-yahlifunne in erad-nâ ille’l-husnâ va’l-lâhu yeşhedu inne-hum le-kâzibûn(e)
[79] İnfitar, 6/Yâ eyyuhe’l-insân(u)
[80] Onto-loji(k): Varlık bilgisi(yle ilgili), varoluş(sal), var oluş(a ait), varlığın var oluş süreç ve nitelikleri(ne ait).
[81] Bakara, 197/Ve te-zevvedû fe-inne hayra’z-zâdi’t-tagvâ ve’t-tegûni yâ uli’l-elbâb(i)
[82] Hucurât, 13/İnne ekrame-kum ‘inda’l-lâhi etgâ-kum
[83] Hac, 39/Uzine li’l-lezîne yugâtelûne bi-enne-hum zulimû
[84] Fetih, 16/Tugâtilûne-hum ev yuslimûn(e)
[85] Hucurât, 9/Ve in dâifetâni mine’l-mu’minîne’k-tetelû fe-asli-hû beyne-humâ fe in beğat ihdâ-humâ ‘ale’l-uhrâ fe-gâtilû’l-letî tebğî hattâ tefîe ilâ emri’l-lâh(i) fe-in fâet fe-asli-hû beyne-humâ bi’l-’adli ve agsidû inne’l-lâhe yuhibbu’l-mugsidîn(e)
[86] Mümtehine, 8/Lâ-yenhâ-kumu’l-lâhu ‘ani’l-lezîne lem-yugâtilû-kum fî’d-dîni ve lem-yuhricû-kum min diyâri-kum en teberrû-hum ve tugsidû iley-him inne’l-lâhe yuhibbu’l-mugsidîn(e)
[87] Mümtehine, 9/ İnne-mâ yenhâ-kumu’l-lâhu ‘ani’l-lezîne gâtelû-kum fî’d-dîni ve ehracû-kum min diyâri-kum ve zâherû ‘alâ ihrâci-kum en tevellev-hum ve men yetevelle-hum fe-ulâike humu’z-zâlimûn(e).