Adını doğru koymak lazım:
Ortada bir “sivil darbe” hazırlığı var.
Yıkımı gören Hükümet, olağanüstü hali gerekçe göstererek iktidarı gaspetmeyi planlıyor. Üstelik bunu gizlemeden, açıkça yapıyor. Erdoğan’ın OHAL ilan etmesi, bir yıl süre istemesi, Bülent Arınç’ın Mart 2024’ü işaret etmesi boşuna değil:
Halkın, üstelik de kendi seçmenlerinin öfkesini gördüler. Giderlerse başlarına ne geleceğini daha net anladılar. Ne pahasına olursa olsun gitmemeye, direnmeye karar verdiler.
Anayasada böyle bir hüküm olmadığını söyleyip duran siyasetçileri, hukukçuları hayretle izliyorum. Ülkede artık anayasal bir rejim, meşru bir hükümet olmadığını ne zaman idrak edecekler, merak ediyorum. 12 Eylül sabahı Zincirbozan’a giderken Demirel’in de cebinde anayasa kitapçığı vardı. Şu an Erdoğan’a anayasal mecburiyetlerden söz etmek, 1980’de Kenan Evren’e anayasal yükümlülüklerini hatırlatmakla aynı şey…
Kaldı ki anayasa, “savaş koşullarında seçimin ertelenebileceğini” söylüyor. Biz bu ülkenin istihbarat şefinin, “sınır ötesine sekiz füze attırıp savaş gerekçesi üretebileceği”ne dair sözlerini dinlemedik mi?
O koşulda seçim iptali anayasaya uygun hale gelmeyecek mi?
Son yıkımdan sonra hükümetin iktidara mecburiyeti çok daha arttı. AKP’nin iktidarda kalma hırsı, muhalefetin iktidarı devralma hırsından çok daha fazla şu anda…
Erdoğan’ı ne anayasa hükmünü hatırlatmak durdurabilir, ne Yüksek Seçim Kurulu’na baskı yapmak, ne Anayasa Mahkemesi’ni zorlamak… Sivil darbeyi ancak halkın kararlı, net, örgütlü direnci durdurabilir. Muhalefet, anayasa tartışmalarıyla vakit kaybetmek yerine acilen bu direnci örgütlemeli, darbeci iktidarı geriletmelidir.
Şimdi, “bu acının ortasında bunun sırası mı” diyeceklerdir.
Tam sırası… Türkiye’nin İstanbul depremine veya bir başka felakete bu aciz iktidarla yakalandığını düşünün, neden bu konunun gecikmeye tahammülü olmadığını anlarsınız. Evet, bir darbe sürecindeyiz artık… Şimdi topyekün direnme zamanı…