Kuran’da yer alan “Dabbetu’l-arz” ve “Yecüc ve Mecüc tabirleri bin bir türlü tartışma konusu olmaya devam ediyor. Öyle ki bu iki kelime üzerine başlı başına bir dini edebiyat üretildiğini söylememiz bile mümkündür.
Peki, Kuran bu tabirlerle ne anlatmaktadır?
Denmek istenen aslında nedir?
Bu yazının konusunu bunlar oluşturuyor.
DABBETU’L-ARZ; YERYÜZÜNÜN DİLE GELİŞİ
Kuran’da dabbetül-arz tabiri şöyle geçmektedir;
Harfi harfine: “Söz üzerlerine vaki olduğu zaman onlar için yeryüzünden bir ‘dâbbe’ çıkarırız. Onlara ‘kelime’ olur da insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadığını söyler.” (Neml; 27/82)
Daha serbest çeviriyle; “Söz gerçekleştiği zaman, yeryüzünü canlandırıp dile getireceğiz. İnsanların ayetlerimize kesin olarak inanmadıklarını bir bir yüzlerine vuracak. (Neml; 27/82)
Daha sonra ayet şöyle devam ediyor; “O gün her milletten ayetlerimizi yalanlayanları ayrı bir grup olarak toplayacağız. Böylece topluca huzurumuza çıkarılacaklar. Huzura çıktıkları zaman Allah “Demek siz Benim ayetlerimi anlamadan dinlemeden yalanlıyordunuz? Değilse ne yapıyordunuz?” diyecek.” (Neml; 27/83-84)
Ayette geçen [DABBETU’L-ARZ] tabirinin “Yeryüzünün canlanışı” anlamında bir deyim olduğu anlaşılıyor. Sözlükte [DBB] kökü “Yavaş yavaş yürümek, yumuşak yürümek, emeklemek” anlamına geliyor.
Hastalık yavaş yavaş sirayet etti (dabbe’l-maraz), nehir yavaş yavaş aktı (dabbe’l-nehr), yavaşca yürütmek (idbâb), hayvan, yerde kımıldayan hayvan (dâbbe), ayı (debbu), tank (debâbe), emekleme, yavaş yürüyen, sürünen hayvan (debîb) kelimeleri bu köktendir…
Demek ki ayette geçen “Yeryüzünden bir ‘dâbbe’ çıkarırız, onlara ‘kelime’ olur da insanların ayetlerimize kesin olarak inanmadığını söyler” ifadesi bağlam içinde “Yeryüzünü canlı bir varlık gibi dile getirip konuştururuz; onlara ayetlerimize doğru dürüst inanmadıklarını, hep şüpheler içinde kıvranıp durduklarını söyler” anlamında kullanılmaktadır.
Kuran’ın, yerin, göğün, dağın, taşın, tabiatın, tarihin, güneşin, yıldızların, gecenin, gündüzün, tanyerinin, hatta insanın bizzat kendi ellerinin, gözlerinin, kulaklarının vs. dile gelip konuşturulması üslûbuna aşina olanlar için burada ne denmek istendiği gayet açıktır.
Ayette geçen [DBB] kelime kökünde yer alan “Yavaş yavaş yürümek” ile [KLM] kökünde yer alan “Kelâm etmek, yaralamak, yara açmak” anlamları ifadeye “Yeryüzü dile gelip konuşacak, onlara üzerinde yaşadıkları sürece ne yaptıklarını bir bir haber verecek, günahlarını yüzlerine vuracak” manası verir. Bu yorumu “varlığın dili ile konuşan Kuran’ın” metafizik gerilim içinde gelen üslûbundan çıkarıyoruz…
Yani burada durum şu ayetlerdeki gibidir;
“Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler. (Fussilet; 41/11).
“Cehenneme yaklaştıklarında kulakları, gözleri ve derileri dile gelip yaptıklarını bir bir anlatacak. Derilerine “Niçin dile gelip yaptıklarımızı bir bir anlattınız?” diyecekler. Onlar da “Bizi her şeyi söyleten Allah dile getirdi. Sizi de ilk defa O yarattı, yine O’na götürülüyorsunuz” diyecekler. Pervasızca günah işlerken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin bir gün dile gelip aleyhinize tanıklık edeceğini hiç düşünmüyordunuz. Yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. (Fussilet; 41/20-22)
Öte yandan bununla kıyametten önce “dabbatu’l-arz” diye bir yaratığın ortaya çıkacağı, onun kıyamet alâmetlerinden olduğu da ileri sürülmüştür. Bu konudaki rivayetleri sıralayan Razi bu ayetin tefsirinde Allah’ın kitabında bunlara delâlet eden hiçbir delilin bulunmadığını söyler. Bu yorum “dabbe” kelimesine “bir yaratık” manası verilmesinden kaynaklanmaktadır. Burada bir isimden değil bir olaydan, bir fiilden bahsedildiğini düşünürsek, peri masallarına yatkın doğu kültürümüzde algılandığı şekliyle ağzından alevler saçan yedi başlı bir ejderhadan değil, bir dile gelmeden, bir tanık olmadan bahsedildiğini anlarız. Olay “Yeryüzünden canlı bir varlık çıkarmak” değil, mecazî olarak “Yeryüzünün canlı bir varlık gibi dile getirilişi”dir.
Şüphesiz bu Kur’an’ın tarihi olayları ve doğal çevreyi metafizik gerilim içinde konuşturan, hepsini tek bir organizma gibi kavrayan bakış açısının yansıtılmasıdır.
Bu bakış açısına göre bütün oluş ve akış tek bir organizma olup bölünmez bir bütündür. Hepsi birbiriyle etkileşim ve iletişim halindedir. Örneğin yeryüzü üzerinde yaşayan tüm canlıların ne yaptığını bir gün dile gelip ortaya dökecektir. İçine gömülü cesetlere “Haydi çıkın hesap vermeye” diyecektir. Güneş, ay, yıldızlar vs. hepsi dile gelerek kendilerini tanrılaştıranları ifşa edecektir. Gece dile gelip bağrında ne günahlar işlendiğini bir bir haber verecektir. Dahası insanın bizzat kendi eli, ayağı, gözü, kulağı vs. dile gelip ne günahlar işlendiğini haber verecektir.
Bu nedenle insanoğlu bizzat kendi organları başta olmak üzerine bastığı toprağın, içinde yaşadığı tabiatın ve yaşadığı tarihin tanıklığından kaçabileceğini sanmamalıdır. Çünkü hepsi tek bir canlı organizma olup, “Mutlak Oluş” un karakterini ve davranışı yansıtmaktadırlar. Nitekim Türkçede çok bilinen ‘Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı/Düşün altında binlerce kefensiz yatanı” (M. Akif) mısraı bu manayı çağrıştırır. İşte dabbetu’l-arz tabiri ile de buna benzer bir şekilde “Üzerinde yaşadığın yeryüzünü toprak diyerek geçme tanı/Düşün bir gün dile gelip her şeyi anlattığını” denmek istenmektedir…
YECÜC VE MECÜC; HERCÜ MERC/ KARGAŞA
“Onlar “Ey Zulkarneyn, Ye’cuc ve Me’cuc. bu yerde fesat çıkarıyorlar. Bu yüzden onlarla bizim aramızda bir set yapman için sana bir vergi ödesek olur mu?” dediler. (Kehf; 18/94)
Ayette geçen [YE’CUC VE ME’CUC] tabiri sözlükte Arapça olmayan iki isim olarak geçer. Genel olarak din dilinde “Yeryüzünde fesat çıkaran topluluklar” anlamında kullanılmaktadır.
Kuran’da “Ey Zulkarneyn, Ye’cuc ve Me’cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar” (18/94), “Yecüc ve Me’cuc her köşeyi sarıncaya kadar” (21/95-97) şeklinde geçerken İncil‘de “Bin yıl tamamlanınca Şeytan atıldığı zindandan serbest bırakılacak. Gog’la Magog’u (Yecuc ile Me’cüc’ü) savaş için toplayacak. Toplananların sayısı deniz kumu kadar çoktur (Vahiy; 20-7) şeklinde yer alıyor. Tevrat’ta ise İsrail’in düşmanları alarak geçiyor (Çıkış; 10-2, Tarihler I; 5, Hazakiel; 38-2, 39-6)…
Bu tabirle kimin kastedildiğine dair yığınla rivayet üretildiğini görüyoruz. Bu rivayetleri üretenler aslında kendilerinden bahsedildiğinin farkında değiller. Şöyle ki: Önce şu ayetleri dikkatle okuyalım; “İyi dinleyin! Sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Çünkü hepinizin Rabbi Benim. Öyleyse Bana ibadet edin. Ama insanlar aralarındaki bu birliği paramparça ettiler. Hem de sonunda topluca bize döneceklerini unutarak. Kim iman edip iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışırsa karşılığını bulacaktır. Çünkü lehine her şeyi kaydetmekteyiz. Bu bakımdan yok etmeye karar verdiğimiz bir halkın artık geri dönüşü yoktur. Ta ki Ye’cüc ve Me’cüc başlayıp her köşeyi sarıncaya kadar. O zaman başa gelmesi kaçınılmaz olan söz de yaklaşmış olacaktır…” (21; 92-97).
Demek ki Ye’cüc ile Me’cüc tarihin belirli bir döneminde yaşamış veya mekânın belirli bir yerinde bekleyip duran bir halk değildir. Yecüc ile Me’cüc aslında her çağda sürekli yaşamaktadır.
Türkçede “herc-ü merc” deyimi bu tabirle ne anlatılmak istendiği hakkında bir fikir verebilir (Herc-ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab-M. Akif). “Karışıklık, kargaşa, altüst olma” anlamına gelen herc-ü merc, Ye’cüc-ü Me’cuc ile aynı manadadır. Nitekim yukarıdaki Kuran, Tevrat ve İncil’deki kullanımların tümünde bu manada kullanılmıştır.
Demek ki bu tabirle aslında toplumların çöküş, kokuşma ve yok oluş sürecine girmeleri anlatılmak istenmektedir. Birlik içinde iman ve salih amel üzere olan bir topluluk, kötülüğün, fesadın, kokuşmuşluğun, kargaşanın her köşeyi sarması, toplumun herc-ü merc olmasıyla yani Yecüc ve Mecücün ortaya çıkmasıyla giderek çöker. Bu, Allah’ın söz verdiği bir toplumsal çöküş yasasıdır. Böyle her çöküşten sonra insanlık aklını başına toplarsa yeniden kendine gelebilir ve ayağa kalkabilir. Buna da yükseliş yasası (iman ve amel-i salih) denir.
Bu duruma düşmemek için kokuşmuşluğun her yanı kaplamasına karşı setler örülmeli, kötülük duvarın arkasında kalmaya mecbur edilmelidir. Bu tek tek başarılamıyorsa iktidar gücü kullanılarak fesat ve kötülüklerin önüne demir külçelerle sağlam duvarlar örmelidir. Onlara bu hususta bedenen ve malen destek olunmalıdır ki toplumda huzur sağlansın, maddi ve manevi kokuşmuşluk toplumu yok etmesin. Aksi halde bu işin geri dönüşü yoktur. Toplum işgal, esaret, afet veya tabiî bir şekilde yavaş yavaş yok olur. Yaşadığı yer harabeye, konuştuğu dil ölü diller durumuna düşer, milletler mezarlığına gömülür.
Nihayet bu kokuşmuşluk bir toplumla sınırlı kalmaz tüm dünyaya yayılırsa, kötülüğün bütün setleri yıkılır, yani yeryüzünün her köşesi karışır, yecüc ve mecüc her yanı kaplarsa, insanlık toptan bir hercümerc hali yaşarsa, o zaman da “hak söz” yerine gelir. İnsanlık halk-ı cedid ile yeniden diriltilir yani yaratılış yenilenir, kıyamet koparak yeni bir yaratılış zamanına geçilir…
Görüldüğü gibi Yecüc ve Me’cücün “Belirli bir halk, zaman veya mekana” tahsis edilmesi mümkün görünmemektedir. Her eşcinsel sapıklığa -talihsiz bir şekilde- Hz. Lut’un üzerinde kalan “Lûtilik” denmesi, her kadın eşcinselliğine hemcinslerine düşkünlüğü ile meşhur Lesbos’lu kadın şair Sappho’dan kalma “Lezbiyenlik” denmesi, her azgın despota eski Mısır’dan kalma “Firavun“, eski Babil’den kalma “Nemrut” denmesi, her cesur çıkışa Hz. Ali’den kalma “Haydarâne” denmesi gibi Yecüc ile Mecüc de Zulkarneyn döneminden kalma bir adlandırma ile “Her fesat çıkaran topluluk” için genel bir ad olmak durumundadır.
Zira Yecüc ve Mecüclük bir halkın veya insanlığın tümünün davranışı ve ahlâkî pozisyonu ile ilgilidir. Zaman, mekân veya bir bölge ile kayıtlamak, gaybı bir haberin gerçekleşmesi beklentisi içinde sağa sola bakınarak Yecuc ve Mecuc aramak ham hayalden ibarettir. Üstelik Kuran’ın evrensellik iddiasındaki ruhuna da aykırıdır
Örnek tarihten veriliyor, ama anlatılan bugündür; yaşayan hayattır. Hz. Âdem kıssası dâhil aslında bütün kıssaları böyle okumak icap eder. Nasıl ki her doğan çocuk yeni bir Âdem’dir ve Âdem kıssası her doğan çocukla birlikte yeniden başlar. İnsanoğluna yaşamın ve ölümün, doğrunun ve yanlışın anlamını gösterir. Nasıl ki her hayata atılan genç bir Yusuf’tur ve Yusuf kıssası her hayata atılan gençle birilikte yeniden başlar ve insanoğluna hayatın içinde desise, yalan, dolan, ihtiras, şehvet gibi kötülük dürtülerine karşın söz, namus, vefa, doğruluk, dürüstlük, erdem gibi iyilik değerlerinin yükselişini anlatır, aynen böyle, Yecüc ve Mecüc de insanlık tarihindeki kokuşmuşluk, bozulma, çürüme ve insanlıktan giderek uzaklaşma ile birlikte yok oluşun kaçınılmazlığını anlatır.
Şu halde Yecüc ve Me’cüc tarih aktıkça her an, her yerde ve her edvarda (her devirde, çağda) ortaya çıkan herc-ü merc olma halinin din dilindeki ifadesi olmaktadır.