2019’da Gazete Duvar’da, Çiğdem Toker’in ‘Kamu İhalelerinde Olağan İşler’ kitabını anlattığım yazının başlığı “Bir yurttaşlık öğretmeni olarak Çiğdem Toker” idi. Üç küsur yıl sonra bir kitap daha yayınladı. Bu kez şehir hastanelerini anlatıyor, hani şu şehirlerle pek ilişkisi olmayan devasa hastaneleri: “Milletin Cebinden, Kamu-Özel İşbirliği.” Yine Tekin Yayınevi’nden.
İyi bir Çiğdem Toker okuru olduğumu sanıyorum. Eğer yaşamının bir kısmında anayasacılıkla ilgilenmemiş olsaydım da takip ederdim, ancak anayasa çalışmak Toker’in değerini daha iyi anlamamı sağladı. Okuduğunuz şu yazıyı çoğu insan yazabilir, pek çok gazeteci ve köşe yazarının yazıp çizdiği için geçerli bu durum. Buna mukabil Toker’in yazılarını kaleme almak için hem iyi gazeteci, hem iyi hukukçu, hem iyi yazar ve hem de yaptığı işe saygı duyan bir ‘kamucu’ olmak gerekiyor. Dolayısıyla Çiğdem Toker nadir bulunacak bir kalem. Hakkında açılan saysız dava ve irili ufaklı muktedirlerin kendisine yönelttiği ithamlar, bir başka deyişle ‘neden olduğu rahatsızlık’, bu durumun en açık ve somut göstergesi.
Neden anayasacılıkla haşır neşir olmuş birini özellikle ilgilendiriyor, derseniz; çok iyi bir yurttaşlık öğretmeni olduğu, yazdığı konular öncelikle yurttaş haklarını ilgilendirdiği için, yanıtını veririm. Çiğdem Toker büyük özveriyle bizim cebimizden çıkan paranın, emeğimizin takibini yapıyor.
Yurttaş olmak için öncelikle ortada yurttaşlık bağı kurulabilecek bir devlet olması gerekir. O devlet ile yurttaşı arasındaki karmaşık ağda çokça unsur bulunur ve bunların temelinde vergilendirme siyaseti yer alır. Devlet ve tüm alametleri yurttaş emeği sayesinde var olabilir. Klasik demokrasinin varlığını sürdürebilmesi ve devletin işlevlerini yerine getirebilmesi için vergi siyaseti son derece hayati. Adı üzerinde, siyaset. Her şey gibi vergilendirme, bütçe ve bütçe tahsisi de siyasi mücadele ve tercihlerle belirleniyor. Zaman zaman ‘bilimsellik’ ve ‘liyakat’ ölçütleri söz konusu tahsisat için de sarf ediliyor edilmesine, ancak verginin daha çok eğitime mi yoksa silah üretimi ve tedarikine mi ayrılacağı kuşkusuz siyasetin-siyasi karar sürecinin konusu. Verginin nasıl toplandığı ve nerelere harcandığı, bütçe hakkı, dolaysız biçimde bir yurttaşlık ve demokrasi meselesi.
Evet, vergi bir demokrasi meselesi, çünkü yurttaşın meclislerde temsil hakkını elde etmesiyle devletin saldığı vergi arasında tarihsel bağ var. İngiltere’de Magna Carta’ya göre hükümdar, danışma amacıyla toplayacağı temsilciler kurulundan izin almadan vergi salamayacaktı. İzin gerekliliği temsilcilerin gücünü giderek artırmasına neden oldu, çünkü hükümdar savaşlar nedeniyle sık sık vergi talep ediyordu. Zaman içinde, meclis, elindeki dilekçe hakkı (tebaanın yönetimden bir şey talep etme hakkı) ile vergiye izin yetkisini birleştirdi ve yasama yetkisini ele geçirdi. Meclis, önem verdiği önerilerini onaylatmak için vergiye izin yetkisini kullanıyordu. Amerikan devrimiyle özdeşleşmiş ifadeyle, ‘temsil yoksa vergi de yok.’ Amerikan kolonileri, sömürgeci yöntemler ve haksız vergilerle kendilerini bezdiren İngilizlere karşı ayaklandı, Boston limanındaki çay dolu İngiliz gemilerini basıp çayları denize döktü. İngiliz meclisinde temsil edilmeyen, buna karşın yaptırımla-vergiyle yüz yüze kalan kolonilerin isyanıydı bu ve İngilizlere karşı ayaklanma böyle başladı.
Görüldüğü üzere vergi konusu klasik burjuva demokrasisinin mayasında var. Meclislerin üç temel fonksiyonundan biri bütçe yapmak. 2017’deki değişiklikle yürütme organına, kendi başına belirleyebileceği bir bütçe yapma yetkisi tanındı. Dolayısıyla meclisin bütçe yetkisi önceki gibi değil. Bütçede hangi kuruma ne kadar pay ayrıldığı başlı başına tartışma konusu. Üzerine bir de vergilerin harcanmasına ilişkin doğru dürüst hesap sorulamadığını eklediğinizde, yurttaşın devletiyle kurduğu ilişkideki konumu adamakıllı tartışılır hale geliyor. Türkiye’deki yurttaşlık eğitimi ve yurttaşlık bilincinin zayıflığı böyle bir yapının devam ettirilebilmesinde büyük pay sahibi. Cüzdanından 50 lira düşürdüğünde ya da çaldırdığında üzülen biri, emeğinden ödediği vergilerin nasıl, nereye harcandığını pek umursamadığı gibi inanılması güç rakamların konuşulduğu yolsuzluk iddialarına da fazlaca aldırmıyor. Örneğin içki içen yurttaşlar, fiilen içki yasağı anlamına gelen güncel zam oranlarını protesto edip tepki göstermek yerine evinde rakı yapmayı deniyor. Demokrasinin şu hâlde oluşuyla yurttaşlık bilinci arasındaki sıkı ilişkiyi sürekli gündemde tutmakta ve ahaliye, aslında bir yurttaş olduğunu, devletin kendi vergileriyle ayakta kalabildiğini, kamu hizmetini finanse ettiğini ve yolsuzluğa konu olan meblağların da çoluk çocuğunun geleceğinden çalındığını bıkıp usanmadan anlatmak gerek. Çiğdem Toker’in inatla yaptığı da, bu.
Kitabın konusu şehir hastaneleri ve kamu-özel işbirliği, KÖİ yöntemi. İkincisi gazete yazılarını içeren toplam üç ana kısım ve sonunda eklerden oluşan çalışmayı sakin kalarak okumak kolay değil. Her şeyi herkesten iyi bildiğini düşünen, kibirden burnunun ucunu görmeyen, yapıp ettiğini bir ‘sır’ perdesi arkasına gizlemekte mahir, ağzı dualı ve dizginsiz neoliberal bir kadronun ülkeye ve insanına reva gördüğünün hikâyesini anlatıyor Toker, adım adım. Parti’nin marifetinde boncuk aranan yıllarda başlıyor her şey. Muhtelif alanlarda özelleştirme furyasının yaşandığı, 1980’lerle başlayan ‘kamuculuğu küçümseme’ propagandasının yoğunlaştığı, ‘vesayet rejimine son verme’ yaygarası esnasında konjonktürel para bolluğunun nereye sıvandığının hesabının sorulmadığı, konuya dikkat çekenlerin bile isteye işitilmediği 2000’li yıllar.
KÖİ ne demek? Kökü dışarıda bir kavram, Türkçesi, devletin kamu yatırımları için özel şirketlerle ortaklık yapması, kamu-özel işbirliği. “Bir sözleşmeye dayalı olarak, yatırım ve yatırım ve hizmetlerin projeye yönelik maliyet, risk ve getirilerinin kamu, özel sektör arasında paylaşılmasıdır.” Toker’e göre, “KÖİ sözleşmeleri ile aslında devletin görevi olan bir kamu hizmeti, özel sektöre gördürülür. Bu boyutuyla aslında hukuktaki ‘imtiyaz’ kavramının güncel bir formunu yansıtır… Şehir hastaneleri için… KÖİ modelinin Yap-Kirala-Devret (YKD) isimli bir türü uygulanmaktadır.”
KÖİ modeline dayalı şehir hastaneleri İngiltere’de 90’lı yılların başında John Major’ın başbakanlığında, 80’lerdeki özelleştirmelerin yıkıcı sonuçlarına karşı halk tepkisinin bir sonucu olarak başlamış: PFI (Private Finance Initiative). Neden? Halkın talep ettiği kamu yatırımları özel sektör eliyle görülecek, ama özelleştirme sözcüğünü hatırlatmayacak ve dolayısıyla tepki çekmeyecek bir kavrama gereksinim duyulmuş! Hedef neymiş? Ömrünü tamamlayan hastanelerin yenilenmesi: “Hastaneyi şirketler borçlanarak yapacak, şirket borcunu devlet üstlenecek ama hükümet kamuoyu önünde harcama yapmadan kamu yatırımı gerçekleştiriyor gibi görünecekti. Böyle başladı. Ancak İngiltere’de biryandan devletin borçluluğu artarken diğer yandan sağlık hizmetlerine erişim zorlaştı.”
Bu model, Türkiye’de AKP iktidarında uygulanmaya başlanıyor. Sağlık Bakanlığı’nın İngilizlerle toplantıların ardından. Gerekçe tahmin edilebilir, yıllarca yinelendiği gibi; kamu yatırımları için finansman sorunu var ve bu yolla daha hızlı, nitelikli hizmet sunulabilir. Girişim eleştirildi tabii, yüksek borçluluğa ve gelecek nesillerin yaşamını ipotek altına alacağı söylendi, ancak tahmin edilebileceği gibi eleştiriler umursanmadı. Diğer yanlış kararlara yönelik olanlar gibi. Sağlıkta dönüşüm programının ve sağlık hizmetlerinin piyasanın insafına terk edilmesinin AKP’den hemen önce başladığını hatırlatmak gerek. 2005’teki ilk adımla, bir yasal düzenlemeyle Sağlık Bakanlığı’nın özel şirketlere Hazine arazisi üzerinde belli bir süre ve bedel karşılığında ‘sağlık tesisi’ yaptırmasının önü açıldı. Değişiklik aynı zamanda KÖİ modeliyle yapılacak şehir hastanelerinin kurucu metni niteliğinde. Neredeyse tüm kamu olanaklarını şirketlere tahsis eden ve ayrıcalıklar tanıyan bir metin. Toker, söz konusu değişiklik yapılırken muhalefetten (hükümeti protesto edip genel kurula katılmayan) anlamlı bir itiraz gelmediğinin altını çizmiş. Türkiye’nin büyük talihsizliği muhalefetten.
Çalışmada gerek 2005’te yürürlüğe giren yasa, gerekse ilgili yönetmelik ayrıntılarıyla anlatılıyor. İhalelerin 2009’da başlaması, sözleşmelerin halktan saklanması (ticari sır), Sağlık Bakanlığı’nın ‘kamu hizmetinin piyasa alıcısı’ haline gelişi, bankaların önemli rolü, bu süreçte şehir içinde yıllardır hizmet veren önemli bazı kamu hastanelerinin, yurttaşı dağ başındaki şehir hastanelerine yönlendirmek (çarkı döndürebilmek!) için kapatılması, sonrasında hastaların, personel ve ailelerinin yaşadığı zorluklar… Bu çilenin nedeni, ihaleyi alan şirketlerin saadeti. Dedim ya, okudukça başına ağrı giriyor insanın. Şirketlerin, diyelim kur riskinden vs. doğacak olası zararlarının vs. kamu tarafından karşılandığını, makbul ifadeyle ‘ayaklarına taş değmediğini’ söylemeye gerek var mı? Hepsi bizim vergimizle olup bitiyor, varlığımız şirketlere armağan olsun! Toker’in ayrıntılarıyla anlattığı süreci izlerken, aynı zamanda memleket sağının türlü denetim mekanizmalarına alerjisinin (milli iradecilik) siyasal İslamcılar ile vardığı noktayı ve iktidarların, her aşamada açtığı davalar ile kamu yarını savunan TTB’den neden hazzetmediğini de kavrıyoruz.
Toker, çalışmasının sonunda yer verdiği “Lozan’dan şehir hastanelerine” başlığı altında, Türkiye’nin ve tabii yurttaşın asıl kaybettiğinin ne olduğunu, özcesi, bağımsızlıktan yüz yıl sonra hali pür melalimizi etkileyici biçimde anlatmış. Sonuç kısmındaki ifadesiyle: “Bir devletin özel şirketler ile 25 yıllık ticari sözleşmeler imzalaması demokrasiye, vatandaşlık haklarına aykırıdır. Sözleşmeleri gizli tutmaya… bu sözleşmeler ile girdiği taahhütler sonucu, devlet bütçesini her bir şirket açısından ayrı ayrı 25’er yıl yük altına sokmaya hiçbir siyasi iktidarın hakkı yoktur.” Doğru söze ne denir…
Çiğdem Toker, yurttaşlık eğitimine devam ediyor. Var olsun.
Yazı önerisi:
Ümit Kıvanç’ın ‘Zamanın hızı ve tortusu’ başlıklı yazısı.
Kansu Yıldırım’ın Mavi Defterdeki ‘Kubur kapitalizmi’ başlıklı güzel yazısı.