- 8. Halîfe Ömer’in Toprak Politikası
“Sana ganîmetler hakkında soruyorlar. Onlara ‘Ganimetler kamuya ve kamu adına kullanan vicdân elçisi Muhammed’e aittir. Bu nedenle kimse kamu malı olan ganîmetleri kafasına göre dağıtmaya ve paylaşmaya çalışmasın. Topluma karşı görev ve sorumluluk bilinciyle donanın. Yanlışı düzeltin, kötüyü iyileştirin. Güvenilir kişi olmak istiyorsanız vicdân, sağduyu ve aklın gereğine göre davranın.”[1] âyeti ganimetleri kabîle dayanışmasına[2] dayalı bir dağıtım yerine adâlet ve kıst değerlerini[3] temsil eden ve Müslim, gayr-ı Müslim ayrımı yapmaksızın herkesi kapsayan bir otoritenin temsilcisi olan Peygamber’in dağıtmasını istiyor. Henüz yeni oluşmakta olan İslâm toplumunda kurumlaşma oturmadığı ve eski düşünceler bütünüyle kalkmadığı için dağıtım işi âdil bir lidere devrediliyor. Böylece kolektif yaşamın düzeni inşâ ediliyor. Çünkü ileriki âyette ganîmetin 1/5’i yetim, miskin, ibn-i sebîl, hazîne, hazîneden sorumlu Peygamber ile Peygamber’in yanı ve yakınında duran ihtiyaç sahipleri için pay ayrılıyor. Bu davranış, ganîmetçi ve bencil bir toplum için önemli bir devrimdir.
“Ele geçen feyler hazineye, hazîneden sorumlu Peygamber’e, zekât ve sadaka alması yasak olan Peygamber yakınlarına, yetim, miskin ve ibn-i sebîle aittir. Bu tür bir bölüştürmenin nedeni servetin sadece zenginler arasında dolaşan bir nimete dönüşmesini engellemektir. Adâlet ve kıst ile paylaşım yapan vicdân elçisi Muhammed’in almanızı istediği şeyleri belirlediği oranda alın; almanızı istemediklerinden uzak durun. Feyler konusunda açgözlülük yapmayın, topluma karşı görev ve sorumluluklarınızın farkına varın. Vicdânsızlık, akıl tutulması ve sağduyudan uzaklığın sonu çok acıdır.”[4] âyeti servetin zenginlerde toplanmasını, paranın zenginler arasında dolaşmasını engellemeyi hedeflediğini açıkça söyler. Bu âyet, servet ve paranın tüm ihtiyaç sahipleri arasında dağıtılması gerektiğini; dağıtımda zenginler arasında gerçekleşen para transferlerinin engellenmesi gerektiğini vurgular.
Psikolojik sağlığı yerinde bir halk yaratmanın ilk yolu ekonomik yönden birbirine yakın gelir sahiplerinden oluşan bir toplum yaratmaktır. Kişiler arasında ekonomik ara açıldıkça barış, birlik, birliktelik, dostluk, kardeşlik de parçalanmaya başlar. Bu gerçeklerden hareket eden Kur’ân, oluşturmak istediği barış toplumunu öncelikle ekonomik dengesizlikten uzaklaştırarak işe başlıyor. Medîne Sözleşmesi de bu kaygının bir yansıması olduğundan dayanışma ve destekleşmeyi birincil meselesi yapmıştı. Bu nedenle lüks evlerde oturup ciplerle hava atan başörtülü abdestli kapitalistlerin bir dilenciye para vermeyi sadaka sayması, cinsiyet partileri yapması Kur’ânla ne kadar savaşılma ise çalıştırdığı işçiyi asgarî ücrete mahkûm edip haccına hac katan ve tarîkât mahfillerinde şeyhe para dağıtan, İmam Hatip Lisesi derneklerinde görev alan abdestli kapitalistler de Kur’ân’ın başdüşmanlarıdır.
Müslümanlar, çölün sarı kumlarından çıkıp Fırat-Dicle havzasındaki ekili, ağaçlık ve koyu yeşil alanı uzaktan gördüklerinde buralara uzakta karartı halde bulunan yer anlamına gelen sevâd, buraların arazilerine de sevâd arazî[5] demişlerdir. Sâ’d bin Ebî Vakkas, savaşla alınan sevâd arazîlerinin arazi ve ganîmetleri hakkında Halîfe Ömer’e mektup gönderir. O da imam Ali ve Muaz bin Cebel ile fikir alışverişinde bulunduktan sonra yazdığı mektupta “Ganîmetleri askerler arasında paylaştır, sular ve arazîleri askerlere dağıtma. Buralar Müslümanların giderleri için kullanılsın. Toprak ve suları askerler arasında bölüştürürsen sonraki nesillere bir şey kalmaz.” der.[6] Ömer’in bu düşüncesine Abdurrahman bin Avf, Abdullah bin Zübeyr ve Farslı Selman karşı çıkar. Bu kişiler ile Halîfe Ömer arasında çok şiddetli tartışma yaşanır. Bu tartışmada Ömer ne kadar Kur’ânî düşündüyse Abdurrahman bin Avf, Abdullah bin Zübeyr ve Farslı Selman da o kadar Kur’ân dışı bir istekte bulunmuşlardır.
Nadir oğullarının malları ele geçirilince Peygamber ensara “Bu malları mallarınızın üstüne katayım ve elinizdeki tüm malları muhâcirlerle paylaşın.” der. Onlar da “Muhacirlere hem mallarımızdan dağıt hem de bu malları dağıt.” derler.. Peygamber de Nadir oğullarından ele geçenleri muhâcirlere verirken iki tane de ensar yoksuluna verir.[7] Halîfe Ömer, Suriye ve Irak arazîlerini askerler arasında dağıtsaydı feodal toprak ağalığı doğardı. Çünkü araziler oldukça geniş olmasına rağmen oraların sahipleri de o kadar az kişi olacak ve oraların eski sahipleri de gizli bir köleleşme içine düşecekti. Mekke arazileri Kâbe nedeniyle fey ve ganimet dışı sayılmıştır. Bu nedenle Ömer bin Abdülaziz, Mekke’de arazi satışı ve ev kiralamayı yasaklar.[8]
Mısır alındığında Amr bin Âs, araziler konusunda ne yapacağını mektupla sorar. Halîfe Ömer de ona “Arazileri askerler arasında bölüştürme. Böylece Müslümanlar nesiller boyu Allah yolunda savaşsınlar.” diye cevaplar.[9] Yani tarıma başlayan askerlerin askerlikten kopacağını belirtir.
Kadisiye Savaşı’na[10] giden ordunun dörtte biri Buceyle kabilesinden oluşuyordu. Ganîmet konusunda sayı oranında ganimet vereceğini Halîfe Ömer söz verdi ve savaş sonrasında da sözünü tuttu. Halife söz verdiği için ele geçen topraklar Buceyle kabîlesi askerlerine üç yıllığına verildi ve sonra mülkiyetlerinden alındı ve kabîle reisine 80 dinar verildi.[11]
Bizans ve Sâsânîlerde toprakların büyük kısmı saray mensupları ve ordu komutanlarına aitti. Bizans’ta arazilerin bir kısmı imparatorun malikânesi,[12] bir kısmı da Kilise mülkiyetiydi. Araziler satıldığında burada çalışan işçi ve köylüler de satılıyordu. Halîfe Ömer, bu feodal düzeni yıktı. Halîfe Ömer, kraliyet malikâneleri ile Romalı memurların mülkiyetinde olan arazileri halka verdi. Halka dağıtılan arazilerin alınıp satılmasını yasakladı. Hatta Halîfe Ömer, buralarda Müslümanların tarım yapmalarını yasaklamayı düşündüğü de söylenir.[13] Halîfe Ömer, oraları mağduriyet yaşamış yerli halkın kullanmasını istemiştir.
Geniş alanlar ele geçince artan nüfusu beslemek, çiftçilere yardım ulaştırmak ve ordunun ihtiyacını karşılamak için Ömer tarım ve su politikası üretti. Önceliği alt yapıya verdi. Kanallar, su depoları için özel bütçe ayrıldı. Örneğin Mısır’da su işlerinde çalışan 120 bin işçi vardı ve bunlar devletten maaş alıyorlardı.[14] Kanallar ve sulama sayesinde yeni tarım alanları da açıldı. Kızıldeniz ile Akdeniz arasında kanal açılması plânlandı, ancak bu durumda Rumların hacıları rahatsız edeceği endişesiyle proje durduruldu.[15]
Ömer, fethedilen arazilerin ölçümleri için Osman bin Hanife ile Huzeyfe bin Yeman’ı görevlendirdi. Ölçüm sonunda “kraliyete ait mâlikâneler, ateş tapınaklarının gelirleri, vâris bırakmadan ölenlerin arazileri, kaçan ve isyan edenlerin arazileri; yol bakım, inşaat ve haberleşme giderleri için ayrılmış araziler” devlet malı sayıldı ve oradan gelen tüm gelirler kamu için harcandı.[16] Ele geçirilen toprakların geri kalanları eski sahiplerinin işletmesine bırakıldı ve arazi vergisi alındı:[17] Pamuktan 5 dirhem, üzümden 10 dirhem, sebzelerden 3 dirhem, şeker kamışından 6 dirhem, buğdaydan 2 dirhem, arpadan 1 dirhem gibi. Medîne’ye yıllık 120 milyon dirhem arazi geliri geliyordu. Halîfe Ömer vergi konusunda çok hassas olduğundan oralardan gelenlere sürekli Müslim veya gayr-ı Müslim fark etmeksizin vergi zulmü yapılıp yapılmadığını da sorardı.[18]
Halîfe Ömer, her sene arazilere keşif memurları gönderir, çiftçilere geçen yılki kazancı sorulur, vergilerin kendilerine ağır gelip gelmediği, vergi tahsildârlarının[19] davranış ve hesapları çiftçilere sorulurdu. Çiftçilere verilen bir belge ile vereceği vergi baştan belli edilir ve bu orandan fazla vergi alınmayacağına dair yazı verilirdi. Kiliseler, misafirhâneler ve sinagoglardan vergi alınmazdı.
Ömer Irak arazileri için ölçüm yaptırdı. Suriye ve Mısır’da eski vergi defterlerini dikkate aldı, oradaki hatalar düzeltildi ve şikâyetler dinlenerek tedbirler alındı. Vergi defterlerinin yerli ve eski dili bile değiştirilmedi. Irak arazilerinin vergi defteri Farsça, Bizans arazilerinin Rumca ve Mısır arazilerinin Kıptîce idi. Tarımın gelişmesiyle nüfus da artmaya başladı. Sâsânî ve Bizans dönemlerinde haksızlığa uğrayan gayr-ı Müslim köylülere hazineden yardım yapıldı. At, sığır ve paradan vergi alınmadığı için buralarda yaşayan gayr-ı Müslimlerin ekonomik durumu iyileşmeye başladı. Doğal felaketler nedeniyle yeterli ürün alamayanlardan ya vergi alınmadı veya zarar oranında vergi alımı düşürüldü.[20]
Emevîler Dönemi’nde sevâd arazilerinde vergi artırımına gidildi. Hatta istenen vergiyi alabilmek için şiddete bile başvuruldu. Bu durumdan rahatsız olan Ömer bin Abdülaziz, Haccac’a lanet ettikten sonra “Haccac ve Ziyâd baskıları artırmalarına rağmen Irak arazilerinden Ömer devrindeki 100 milyon dirhemi almayı bırakın 20 milyon dirhem bile toplayamadılar.”[21] demiştir.
- Ahlâk
İslâm, Arap’ın kabîle ve kişi gururu için yaptığı cesaret ve kahramanlığı adâlet için yapmaya yönlendirdi.[22] Peygamber’in “Ahlâk güzelliğini tamamlamak üzere gönderildim.”[23] sözü yapılan iyiliğin büyüklenme için yapılmamasını gerektiğini dile getirir. Özellikle “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”[24] âyeti birilerine hoş görünmeyi, hava atmayı, sözde şeref yükseltmeyi, korku yaymak için veya kahraman desinler diye olmadık hokkabazlıklar yapmayı kendini tehlikeye atmak olarak niteler.[25] “Veren el, alan elden üstündür.”[26] ilkesini ortaya koyan Peygamber, bireysel fazîlet yarışı ortaya koyarak kabîle asabiyesine[27] de darbe vurdu. Peygamber, fazîlet konusunda kendisiyle o kadar barışıktı ki kendini eleştiren âyetleri bile açıklamaktan çekinmiyordu.[28] Peygamber, “Kötülük, insanın içine sıkıntı verir.[29] Kötülük yapmak seni üzüyorsa mü’minsin.”[30] derken Arapların çok da tınlamadığı vicdânı harekete geçirir ve insanın içindeki yargıcın en doğru kararı veren duygu olduğunu dillendirir.
- 1. Saygı
Peygamber, kendisi için ayağa kalkılmasını istemediği gibi İranlıların topluca ayağa kalkma âdetini de hoş görmemiştir.[31] Peygamber, toplantılardan izin isteyerek ayrılmayı istemiştir.[32] Ancak saray ve saltanat dininin temsilcileri sultanlar, şeyhler, üstadlar ve efendilerin karşısında el pençe divan durmayı saygı diye göstererek Peygamberle yoldaş olmadığını bu konuda da gösterir. Zaten politik hizmetkârlığı nedeniyle pompalanan ve tüm olanaklar önüne serilen statükonun dindârlığı Kur’ânsız bir mezhepçiliğin tarîkat şerbetine batırılmış cemaat şöbiyetli rivâyet hokkabazlığıyla şen şakrak[33] hurafeler kumkukası[34] değil de nedir?
- 2. Şakalaşma
Nuayman bin Amr, Peygamber’i çok güldüren mizahçı bir sahabeydi.[35] Ömer, Hasan ile Hüseyin’i Peygamber’in omzunda görünce “Ne kadar kıymetli bir atınız var.” der. Çok hızlı namaz kılıp “Allah’ım beni cennetteki hurilerle evlendir.” diye dua eden bir bedevîyi gören Ömer “Ey adam! Parayı az ödedin, ama karşılığını çok istiyorsun.” diyerek ironi yapar.[36]
- Eğitim
Peygamber, Müslüman olan yerlere sorunları çözmesi, barış ve güven devriminin ilkerini anlatması için öğretmenler gönderirdi. Ziyâd bin Lebid, Muâz bin Cebel, Ebû Mûsâ el-Eş’ârî bunlardan bazılarıydı.[37] Suffa’da Ubâde bin Sâmit okuma-yazma ve Kur’ân öğretiyor, Abdullah bin Sâ’d el-Âs ise hikmet[38] öğretiyordu.[39] Suffa’da öğretmenlere ücret ödenmiyordu. Öğrencisinden hediye kabul eden Ubâde bin Sâmit’e Peygamber kızar.[40] Görevi arasında eğitim-öğretim de olan yöneticiler, sadece yönetim görevleri için ücret alırdı.[41] O dönemde işi sadece eğitim öğretim olan bir meslek grubu henüz yoktu.
Mescitte Peygamber’in etrafında toplanılır, ona sorular sorulurdu. Peygamber olmadığında da Müslümanlar aynı şekilde bir araya gelir ve zihinlerine takılan sorular üzerinde konuşurlardı.[42] Peygamber, yabancı dil eğitimine de önem verirdi. Başta diplomatik gerekçelerle de olsa Zeyd Yunan, Kıptî, Fars ve Habeş dillerini öğrendi.[43]
Peygamber, “Kolaylaştırın, müjdeleyin; zorlaştırmayın, nefret ettirmeyin;[44] din başkasının hata ve kusurunu gidermek için gösterilen çaba; iyiliği teşvik eden, kötülükten sakındıran sözler; birinin faydası veya zararına olan durumlarda bir kimsenin onu aydınlatması ve bu yönde gayret göstermesidir.”[45] diyerek eğitimin temel ilkelerini ortaya koydu.[46] İmam Ali, “İnsanlarla anlayabilecekleri kadar konuşun.”[47] derken eğitimde bireysel yetenekleri dikkate almanın gerekliliğini vurguladı. Kur’ân’da öğüt vermek, ders çıkarmak;[48] kanıtlarla konuşmak,[49] yumuşak konuşmak,[50] sembol ve örneklendirici anlatımla konuşmak,[51] inandırmak için zorlamamak,[52] açık ve net konuşmak[53] etkili eğitim yöntemleri arasında belirtilir.
Peygamber yavaş ve anlaşılır konuşur, bazı önemli yerlerde üç kere tekrar yapar, gerektiği kadar anlatır, ne uzatır ne kısaltır;[54] soru-cevap yöntemiyle konuşur. Peygamber’in tek taraflı bir ders anlatım ve konuşma yöntemi yoktur;[55] dinleyicilerin ilgisini diri tutmak için dinleyicilere soru sorar,[56] muhatabının anlayabileceği düzeyde konuşur,[57] kişilerin ilgi alanları ve isteklerini dikkate alarak konuşur,[58] konunun iyi anlaşılması için öyküleme yöntemini kullanırdı. Örneğin bir keresinde mağarada kapalı kalan üç kişinin durumu hikâyesi üzerinden konuyu anlatmıştı.[59] Peygamber, şemalar çizer ve işaretlerle de anlatır,[60] edebî sanatlar yanında özellikle mecazlı, alegorik, metaforik biçimde anlatmayı severdi.[61] Alegori[62] ve metaforun[63] Araplarlarda yaygın bir anlatım biçimi olduğunu Kur’ân’daki kıssa anlatımlarından, Arap şiirinden ve Arapların günlük konuşmalarından anlayabiliriz.
devam edecek…
________________________________________________________________
[1] Enfâl, 1/Yes’elûne-ke ‘ani’l-enfâl(i) guli’l-enfâlu li’l-lâhi ve’r-rasûl(i) fe’t-tegu’l-lâhe ve asli-hû zâte beyni-kum ve atî’u’l-lâhe ve rasûle-hu in kuntum mu’minîn(e)
[2] Günümüzde sadece aynı parti, dernek, vakıf, cemaat, cemiyet, tarikât, ocak ve örgütten olanlar arasında bir paylaşım yapıp toplumu görmezden gelme eylemi gibi.
[3] Adâlet, eşitlik; kıst, hak edene hak ettiği oranda vermektir. İhtiyacı olanları ayırmamak, tüm muhtaçları gözetmek eşitlik/adâlet, muhtaçların ihtiyaç duydukları mallar ve oranlar ise kısttır. Her aça ulaşmak, hiçbir aç arasında kayırmacılık yapmamak, tüm açları birbiriyle eşit görmek adâlettir; ancak her açın açlık duyduğu farklı gıda veya şeyi ihtiyaçları oranında vermek kısttır.
[4] Haşir, 7/Mâ efa’l-lâhu ‘alâ rasûli-hi min ehli’l-gurâ feli’l-lâhi ve li’r-rasûli ve li-zî’l-gurbâ ve’l-yetâmâ ve’l-mesâkîni ve’b-ni’s-sebîli key lâ yekûne dûleten beyne’l-ağniyâi min-kum ve mâ âtâ-kumu’r-rasûlu fehuzû-hu ve mâ nehâ-kum ‘anhu fe’n-te-hû ve’t-tegu’l-lâh(e) inna’l-lâhe şedîdu’l-’igâb(i)
[5] Sevâd: Karartı, karaltı, uzakta karartı halinde görülen kalabalık, karalama (yazma), siyahlık. Bir şehrin dışındaki karartı hâlinde görülen bağ, bostan, koru, köy vb. yerler (sevâd-ı Medîne). Sevâd-ı A’zam: Büyük görünüşlü şehir (Genelde Mekke için kullanılır.), büyük insan topluluğu (Özellikle İslâm cemâati/Müslümanlar kastedilir.)
[6] Yahyâ bin Âdem, Kitâbu’l-Harac, 45-46.
[7] İmam Şâfî, el-Umm, 4/64; Yahyâ bin Âdem, Kitâbu’l-Harac, 33.
[8] Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniye, 184-185.
[9] Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-Emvâl, 149.
[10] Kadisiye Savaşı: Halife Ömer döneminde yapılan savaşlardan biridir. Müslümanların İran topraklarına girme isteği üzerine başlamıştır.
[11] Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-Emvâl, 154-155; Yahyâ bin Âdem, Kitâbu’l-Harac, 43.
[12] Malik-âne: Geniş bahçeli, büyük ve gösterişli ev. Kâmus-u Türkî’ye göre bir memur veya emektara özel mülkü gibi kullanması için verilen arazi veya çiftlik. Osmanlı toprak düzeninde bir kimseye gelirinden hayatı boyunca faydalanma ama satamama ve miras bırakamama koşuluyla verilen toprak(lar).
[13] Numan Şiblî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/73.
[14] Numan Şiblî, Asr-ı Saadet, 4/359.
[15] Numan Şiblî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/115.
[16] Numan Şiblî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/665.
[17] Buna iktâ sistemi deniyordu.
[18] Numan Şiblî, Asr-ı Saadet, 4/353.
[19] Tahsil-dâr: Vergi ya da kamu alacağını toplayan görevli. Bir kuruluşun/kimsenin alacaklarını toplayan yetkili.
[20] Numan Şiblî, Asr-ı Saadet, 4/353.
[21] Numan Şiblî, Asr-ı Saadet, 4/353.
[22] Âl-i İmrân, 103.
[23] İmam Mâlik, Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8.
[24] Bakara, 195.
[25] İnsân, 9.
[26] Buhârî, Vasaya, 9.
[27] Asabiye: Damarcılık, sinirlilik. Aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların karşıtlarına karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan olumsuz dayanışma bilinci. Kabîleclik, soyculuk, boyculuk, akrabacılık, grupçuluk, dernekçilik, mezhepçilik, milliyetçilik, dincilik, takımcılık, bölgecilik, ırkçılık, devletçilik gibi tüm duygusal veya çıkara dayalı yandaşlık ve taraftarlık.
[28] En’âm, 68; Mü’min, 55.
[29] Müslim, Birr, 14.
[30] Ahmed bin Hanbel, 5/251.
[31] Ebû Dâvûd, K. Edeb, 165.
[32] İbn-i Kesir, tefsir, 2/306.
[33] Şen şakrak: Ânın tadını çıkaran, hiçbir şeyin kolay kolay kendisini üzmesine izin vermeyen, enerjisi yüksek. Carpe diem, ânın tadını çıkar, anı yaşa, günü yakala. Bu ünlü sözün tam söylenişi şöyledir: Carpe diem quam minimum credula postero (Günü yakala, ertesi güne veya geleceğe olabildiğince az bel bağla.).
[34] Kumkuma: Olumsuz bir özelliği veya özellikleri fazlasıyla barındıran kişi, olay, olgu veya yer. Küçük testi, çömlek.
[35] İbn-i Abdi’l-Ber, el-İstâb, 4.
[36] Buhârî, Târihu’l-Kebîr, 5, 184.
[37] Belâzurî, Futuhu’l-Buldân, 76.
[38] Hikmet: Varlık, bilgi ve değer üzerine tam ve kapsayıcı bir bilgiye ulaşılması. Kişiyi güzel eylemler yapmaya götüren, kişinin ahlâkının olgunlaşmasını sağlayan sağlam bilgi ve anlayış. Bilgelik, ilim ve akılla gerçeği bulma, varlıkların var oluş amaçlarının kavranması, doğru bilgi ve faydalı iş.
[39] Kettânî, Terâtîb, 1/48.
[40] İbn-i Mâce, Sünen, Ticâret, 8.
[41] Hamidullah, İslam Peygamberi, 2. Cilt
[42] İbn-i Mâce, Sünen, Mukaddime, 17.
[43] İbn-i Abdi’l-Ber, el-İstiâb, 1/149; Kettânî, Terâtîb, 1/119.
[44] Buhârî, Cihâd, 164.
[45] Buhârî, İman, 42. (Ed-dînu nasîhatun)
[46] Nasîhât: Başkasının hata ve kusurunu gidermek için gösterilen çaba; iyiliği teşvik eden, kötülükten sakındıran söz; birinin faydası veya zararına olan durumlarda bir kimsenin onu aydınlatması ve bu yönde gayret göstermesi.
[47] Buhârî, İlim, 49.
[48] Kamer, 17.
[49] Secde, 24.
[50] Tâhâ, 44.
[51] Yunus, 24; Haşir, 21.
[52] Yunus, 99.
[53] Nahl, 82.
[54] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Zâdü’l-Meâd, 1/46.
[55] Buhârî, İlim, 53.
[56] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1/155-156.
[57] Kettânî, Terâtîb, 2/316.
[58] Buhârî, İlim, 1.
[59] Müslim, Rikâ, 27.
[60] Buhârî, Rekâik, 3.
[61] Tirmizî, Edeb, 79-80.
[62] Alegori: Soyut kavramların insan niteliği ile verilmesi. Bir fikir, davranış, eylem, duygu, kavram ve nesnenin simgeler ve sembollerle anlatılması. Adaletin gözü bağlı ve elinde terazi bulunan bir kadınla (Themis) anlatılması, fablların hayvanları insan benzeri bir ortamda yaşatıp konuşturması alegoridir. Şeyhi’nin Harname’si, Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ı, Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si, Tevfik Fikret’in Devenin Başı’sı, Ahmet Haşim’in Merdiven’i; George Orwell’ın Hayvan Çiftliği, Jonathan Swift’in Güliver’in Seyahatleri alegorik eserlerdir. Arap edebiyatındaki teşbih, istiâre, teşhis ve intâk gibi sanatlar alegorik anlatımdır.
[63] Metafor: Taşıma, aktarma. Birbirinden farklı iki şeyi bir veya birkaç benzer özellikleri üzerinden birbirine benzetmek. Analoji genellikle birbirine doğrudan benzeyen, birbirini andıran şeyler arasında yapılan benzetmedir. Örneğin kan dolaşımının trafik akışına benzetilmesi analojidir. Yan/yakıştırma anlamlılığı içerir. Metafor ise anlam yönünden hiçbir ilişki bulunmayan iki şeyin ortak bir özellik üzerinden birbirine benzetilmesidir ve benzetme unsurlarından benzetme edatı taşımaz, pekiştirilmiş teşbih özelliği taşır Örneğin “Zaman dedikleri kanatlı bir kuştur. Kirpikleri demirden birer oktu. İhtimaller denizinde boğuldum. O, karda açan bir çiçekti.” cümleleri birer metafordur. (nedir.com)