A. Câhiliye Devri
- Câhil ve Câhiliye
Câhiliye zannı,[1] câhiliyenin şehvet kışkırtıcılığı;[2] câhiliyenin soy, boy, kavim ve atacı zihniyeti;[3] câhiller laf attıklarında,[4] “Hâlâ cahiliye hükümlerinin peşinde mi koşuyorlar?[5] Cehâletle kötülük yaparlar.[6]” gibi ifadeler içinde ele alınan câhiliye Kur’ân’da olumsuz biçimde değerlendirilmiştir.
Cehâlet ve câhiliye Kur’an’da saf bilgisizlik, öğrenmemişlik, bilgiden uzaklık anlamlarında değil hilm’in[7] karşıtı bir anlamda kullanılmıştır. Böylece câhiliye veya cehâlet deyince büyüklenme, havalara girme, küstahlık, zorbalık, kör inat, sınır tanımazlık, sağduyudan uzaklık ve önlem almadan yaşama[8] kastedilir. Yabancı diller bilen, zeki bir tüccar olup Mekke’nin yönetiminde söz sahibi olan Amr bin Hişam’a Peygamber’in câhillerin babası, cehâlet atası anlamına gelen ebû cehil demesinin anlamı onun bilgisizliği değildi. O; okuma yazması olan, sağlıklı, bilgili, kurnaz ve akıllı biriydi. Ancak vicdân elçisi Muhammed’in özgürlük, eşitlik, kıst, barış ve dayanışma çağrılarına karşı inatla zıtlaşan, ısrarla zorbalığı sürdüren, sınır tanımaz biçimde barış değerlerine karşı çıkan, sınıflaşmayı korumak için tüm sağduyulu niteliğini kaybeden biriydi. Bu nedenle Türkçede argo biçimde kullanılan câhilliğin allahı der gibi bir deyimle adlandırıldı.
- 1. Hurâfeler
Câhiliye Araplarında uğursuzluk fikri yaygındı. Örneğin baykuş uğursuz sayılırdı. Çünkü kâtili bulunmadığı için kısası yapılmayan[9] bir ruhun baykuş şeklinde dolaştığına inanılırdı.[10] Tenha yerlerde yaşayan, farklı biçim ve renklere bürünebilen ve yoldan geçenleri öldüren cin veya şeytan türü olduğuna inanılan hayâlî bir varlığa gûl, gûl’un dişisine de sûlât denirdi.[11] Köpek uluması ve eşek anırması uğursuzluk sayılırdı. Karganın ötmesini ayrılık işareti saydıklarından kargayı uğursuz kabul ederlerdi. Göz seğirmesi uğur sayılırdı. Câhiliye Araplarında evlere kapı dışından girme geleneği vardı. Araplar bir şeye niyetlenip de o iş kendilerine zor geldiğinde veya ihramlıyken, hacdan veya yolculuktan dönünce evlerine kapıdan girmezlerdi. Kasabalarda ya evin arka tarafından bir delik açılarak eve girilir ya da bir merdiven yardımıyla duvar üstünden atlanarak eve girilirdi. Bedevîler de çadırın arkasından girerdi. Araplar, sevilmeyen bir misafirin gelmemesi için bir kap kırardı.
Câhiliye Arapları yolculuk sırasında ıssız bir yere geldiklerinde oranın cini veya şeytanından korunmak için “Bu yerin rabbine sığınıyorum.” derlerdi.[12] Araplar yolculuk dönüşünde önce tavaf yapar, putlar için kurban keser ve ardından evine giderdi.[13] Yolculuktan dönenler güvenle evlerine kavuştukları için ziyâfet verirlerdi. Yolculuğa çıkan biri bir ağaca ip bağlar. Geldiğinde ipin çözüldüğünü görürse karısının kendine ihânet ettiğine inanırdı.[14]
- 2. Kâhîn-Arrâf
Câhiliye döneminde kâhinlik en itibarlı işlerden biriydi. Kâhinler genelde geçmişten bilgiler aktarır, arraflar ise gelecekten haber verirdi.[15] Kâhin, sorunları çözüme kavuşturur, rüya yorumlar, zinâ suçlamalarının gerçek olup olmadığını belirler, kayıpları bulur, cinayet ve hırsızlığı çözer, aile içi anlaşmazlıkları bitirir, savaş kararlarını onaylar veya reddederdi.
Kâhinlerin dışında işi sadece putlara hizmet etmek olan kişiler vardı. Onlara her konuda danışılırdı ve onların verdiği hükümlere uyulurdu.[16] Bunlar bazen öz çocukların öldürülmesini bile öğütlerdi.[17]
- 3. İçki
Câhiliye devrinde herkes alkollü içki içmeyi sevmezdi. Örneğin Velid bin Muğire, Kays bin Âsım gibi alkollü içki içmeyenler de vardı. Medîneliler, hurmadan yapılan ve nebîz denilen bir alkollü içki içerdi. Yemenliler, bit’ denilen ve baldan yapılan alkollü bir içki içerdi.
- 4. Yemîn
Araplar Güneş’in doğuşuna, Ay’a ve yıldızlara yemin ederdi.[18] Güneş, Ay ve yıldızlar için kurbanlar kesilir; olayların uğurlu-uğursuz olmasında Güneş, Ay ve yıldızların etkisinin olduğuna inanılırdı.
- Ritüeller
Câhiliye Arapları Müslüman mistiklerin mecazı gerçek sanarak çok kullandığı hamele-yi arş[19] ve mele-i âlâ[20] fikrine inanırdı.[21] Câhiliye Arapları cenazeyi kefenler, cenaze namazı kılar, cenazeyi “Allah rahmet etsin.” diyerek gömerdi. Onlar üç talakla boşanır, eşkiyayı idam eder, hırsızın elini keserdi.[22] Araplar, İslâmî dönemde uygulanan ritüelleri bilir ve uygulardı. Örneğin Ebû Zer, İslam’a girmeden üç yıl önce namaz kılmaya başlar. Kus bin Saîde, İslâm öncesinden beri namaz kılardı.
Araplarda zekât, sadaka, kurban, hac, oruç, namaz, yolcuları ağırlama, sıla-yı rahim,[23] aşure orucu ve itikâf bilinir ve uygulanırdı.[24] Peygamber, toplumda iyilik, güzelik ve birliktelik aracı olan ritüellere hiç dokunmadı, olduğu gibi sürdürdü. Çünkü Peygamber’in amacı ritüelci bir topluluk üretmek değildi.
Peygamber; âdil, özgür, güvenilir, barışçı, direnişçi ve dayanışmacı bir toplum inşâ etme yolunda çabalıyordu. Adı geçen değerlerin egemen olmasında en iyi kullanılacak araçların başında toplumun alışkın olduğu ritüelleri kullanmak geliyordu ve Peygamber Arap geleneğinin başköşesinde oturan ritüelleri amaca götüren bir aracı olarak kullanmaktan asla kaçınmadı.
- 1. Hac
Araplarda siyâsî birlik olmadığı gibi dinsel birliktelik de yoktu. Kureyş, Kinâne ve Huzâ gibi kabîleler hums diye tanınırdı. Bunlar, Mekke’de oturup Kâbe’nin hizmetini yaptıkları için kendilerini diğer Araplardan üstün görürlerdi. Bu kabîleler hac sırasında süt içmez, süt ürünleri yemez, av yapmaz, saç ve tırnak kesmez, cinsel ilişkiye girmez, deve tüyünden yapılmış çadırlarda oturmaz ve eve kapısından girmezlerdi.
Temim, Mazin ve Humeys gibi kabîlelerden oluşan hille grubu Arafat’ta vakfe yapar, tavaf yapmaya karar verdiklerinde yanlarında yiyecek getirmezler, humslulardan aldıklarıyla karınlarını doyururlardı. Selamlama kapısından Kâbe’ye girdiklerinde üstlerindekileri çıkarırlar ve böylece günahlardan arınacaklarına inanırlardı. Bunlar hac zamanında deri çadırlarda kalır, evlerine çatıdan açtıkları bir delikten girerlerdi.
Yemen, Hadramut, Ak, Acîb ve İyaz Araplarından oluşan gruba tıls denirdi. Bunlar tavafı elbiseleriyle yapar, evlere kapısından girer ve hille grubuyla vakfe yapardı.[25]
- 2. Güneş ve Ay Tanrıları
Câhiliye devrinde yaşayan Hanîfler tek Tanrı’ya inanır, leş yemez, kan içmez, putlar için kesilmiş kurbanların etlerinden yemez, şarap içmez ve kızlarını gömmezdi.[26] Araplar arasında Güneş ve Ay dini de yaygındı.[27] Güneş’e tapanlar, Güneş doğduğunda, tepeye ulaştığında ve battığı vakitte ritüellerini yapardı.[28] Bu nedenle Peygamber yoldaşları kendilerini onlardan ayırmak için bu vakitlerde ritüel yapmaktan uzak durdular. Güneş’e iman edenler için Güneş aklı ve nefsi olan bir melekti. Onlara göre Yıldızlar ve Ay ışığının kaynağı Güneş’ti. Tüm varlıkların varoluş kaynağı da Güneş’ti. Güneş’in felek meleğinin yanında durduğuna inanılır ve bu nedenle Güneş secde edilmeye ve ritüel yapılmaya layık görülürdü.[29] Hatta diş değiştiren bebekler, Güneş’e doğru tutularak “Bu dişi daha güzeliyle değiştir.” diye dua edilirdi.[30]
Güneş hakkında ortaya konan düşüncelerin aynısını Ay için düşünenler de vardı.[31] Araplar her yıldızın bir görevi olduğuna inanırdı. En ünlü yıdızlar Müşteri,[32] Süreyyâ,[33] Şi’râ,[34] Zuhal,[35] Merih,[36] Zühre,[37] Utarid[38] idi.[39] Yıldız kayması, ünlü birinin öleceğine, bir felaket geleceğine veya ünlü birinin doğacağına işaret sayılırdı.[40] “Ülker yıldızı akşam doğarsa çoban örtü ister.”[41] diye bir atasözleri vardı.
- 3. Melek, Cin ve Şeytan
Câhiliye Arapları melek, cin ve şeytana da tapardı. Melekler, Tanrı katında kıymetli varlıklar olarak düşünülür ve onlara tapınınca onların Tanrı katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanılırdı. Meleklerin cinlerden üstün ve Tanrı’ya yakın varlıklar olduğuna inanılırdı.[42] Melekleri tanrılaştıranlar onlar için semboller yapardı.[43] Cinlerin gaybı bildiği, insanlara zarar verdiği, hastalık ürettiği ve tedavi ettiğine inanıldığından biri bir şey kazandığında, bir ev sattığında veya mala kavuştuğunda mutluluğunun sürmesi ve kazancının devamı için hemen cinler için kurban keserdi.[44]
Cinler ile Tanrı arasında akrabalık bağı olduğuna inanılırdı.[45] Şeytana tapanlar, şeytanı Tanrı’nın ortağı sayardı. Cin ve şeytanların putlar veya kutsal kabul edilen bir evin veya mekânın içinde yaşadığına inanılırdı. Cin ve şeytanların yaşadıkları yerlerden kâhinlere gayb bilgileri[46] verdiklerine inanılırdı. Bu nedenle buralarda yaşayan cin ve şeytanlar ritüele layık görülürdü.[47]
Araplar, her evin bir cini olduğuna inanırdı. Bir köye veya ıssız bir yere geldiklerinde oranın cininden güven duymak için eşek gibi anırırlar ve tavşan kemiği takarlardı. Evde yılan öldürdüklerinde onun bir cin olduğunu düşünürler ve öldürülen yılanın yakınlarının ev halkından intikam almaması için yılanın üstüne kül döküp “Seni nazar öldürdü. Senin intikamın yok.” derlerdi.
- 4. Taştan Putlar
Kâbe ve Harem bölgesinin taşları diğer taşlara oranla kutsal sayılırdı. Uzza, Mekke yakınında üç ağaçtan ibaret olan bir tâğuttu.[48] Mekke’nin koruyucu tanrıçasıydı.[49] Lât, dört köşe bir kayaydı.[50] Es’af, Nâile, Hübel ve Vedd putları insan biçimli taşlardı.[51] İslâmî Dönemde Peygamber, Uzza’yı yıkmak üzere Hâlid bin Velid’i, Menat’ı yıkmak üzere Said bin Ubeyd el-Eşhel’i, Suva’yı yıkmak üzere Amr bin el-Âs’ı görevlendirmişti.[52] Peygamber’in bunları yıkmasının nedeni insanların zihnindeki putçu yaklaşımı yıkmaktı. Çünkü insanlar bu putların kutsal ve dokunulmaz olduğuna, dilekleri yerine getireceğine, onlara yan bakanın çarpılacağına, inanıyorlardı. Putların taşlardan başka bir şey olmadığını, onlara insanların anlam yüklediğini ve gerçek kutsalın insan onuru olduğu göstermek için devrimci bir peygamber tüm putları kırmak zorundaydı. Çünkü yüzyıllardır putların gölgesinde bir iman ve toplum sistemi kurmuş halkların boş bir inanç peşinde koştuğu de facto[53] gösterilmesi gerekiyordu.
- 5. Dehrîlik
Câhiliye devrinde kendilerine dehrîler denilen kişiler evreni yaratan bir Tanrı olduğunu reddederdi. Evrenin başından sonuna kadar geçen zamana dehr denirdi.[54] Dehr, bir tanrı değildi; kaderi belirleyen ve bela okları atan[55] evrensel bir güçtü.[56] Onlara göre evrenin başı ve sonu yoktu, doğa yaratıcı, dehr ise öldürücüydü. Zamanın başlangıcı olmadığına inanırlardı, ancak her otuz bin yılda evrenin yeniden aslına dönerek yenilendiğini kabul ederlerdi.[57]
- 6. Beliy(y)e
Câhiliye Araplarının çoğu ölüm sonrası dirilmeye inanmazdı. Araplar biri ölünce onun arkasından ağıt yakardı. Buna niyâhe denirdi. Ölenin kabri başında kurban kesilirdi. Ölen şerefli (soylu) kimseyse deve kesilirdi. Kesilen deve yenmez, hayvanlara bırakılırdı. Ölünün o etten yediğine inanılırdı. Yeniden dirilişe inananlar ise ölenin sevdiği hayvanı keserek yeniden diriliş gününde kişinin o hayvana bineceğine, yoksa yaya kalacağına inanırdı.[58]
Ölüm sonrası yaşamın olduğuna inanan Araplar arasında beliyye inancı vardı. Bu inancın gereği olarak ölen birinin mezarı başına dişi deve getirilir, deve mezar başına sıkıca bağlanır, devenin boynuna gerdanlık asılır ve ayakları kesilerek kaçması engellenir, deve aç susuz bırakılıp ölüme terk edilirdi. Deve ölünce ya mezar yanında bir çukura gömülür ya yakılır ya da organları boşaltılıp içi doldurulurdu. Ölenin mahşer[59] yerine bu deveyle gideceğine inanılırdı. Bu tür devesi olmayanın mahşer alanına yaya gideceğine inanılardı.[60]
devam edecek…
_________________________________________________________
[1] Âl-i İmrân, 154/Zanne’l-câhiliyye
[2] Ahzâb, 33/Teberruce’l-câhiliyyeti
[3] Fetih, 26/Hamiyyete’l-câhiliyyeti
[4] Furkân, 63/İzâ hâtabe-humu’l-câhilûn(e)
[5] Mâide, 50/E-fe-hukme’l-câhiliyyeti yebğûn(e)
[6] Nisâ, 17/Ya’melûne’s-sûe bi-cehâletin
[7] Hilm: Öfke ve şiddet gerektiren durumlarda kendini kontrol ederek sâkin ve serinkanlı olma. Duygusal davranışı aklın kontrolüyle yönlendirme.
[8] Toshihiko İzutsu, Kur’an’da Tanrı ve İnsan, Çeviren: Mehmet Kürşat Atalar, Pınar Yayınları, İstanbul, 2012.
[9] Kısas yapmak: Cana can, dişe diş biçimde cezalandırmak.
[10] İbn-i Manzur, Lisanu’l-Arab, 13/624-625.
[11] İbn-i Manzur, Lisanu’l-Arab, 11/507.
[12] İbn-i İshak, Sîre, 92; İbn-i Hişâm, Sîre, 1/201.
[13] Muhammed Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul, 2019.
[14] Alusî, Buluğu’l-Erab, 2/316-317.
[15] Alusî, Buluğu’l-Erab, 3/269.
[16] Ferrâ, Meâni’l-Kur’ân, 1/357.
[17] En’âm, 137.
[18] Necrimânî, Eyyânu’l-Arab, fi’l-Câhiliyye, 27-35.
[19] Hâkka, 17/Hamele-yi Arş: Tanrı’nın tahtını taşıyan melekler.
[20] Sâ’d, 69/ Mele-yi âlâ: Yüce yönetim, en üst yönetim, baş yönetim.
[21] Şah Veliyullah Dehlevî, Hüccetullahi’l-Baliğa, İz Yayıncılık, 1. Cilt, İstanbul, 2012.
[22] İbn-i Habîb, el-Muhabber, 309-328.
[23] Sıla-yı rahim: Dost ve yakınları ziyaret etme.
[24] Şah Veliyullah Dehlevî, Hüccetullahi’l-Baliğa, İz Yayıncılık, 1. Cilt, İstanbul, 2012.
[25] İbn-i İshak, Sîre, 75-80; İbn-i Habîb, el-Muhabber, 178-179.
[26] Mes’ûdî, Mürcucu’z-Zeheb, 2/126-127.
[27] İbn-i Kuteybe, Te’vîl-ü Muhtelifi’l-Hadîs, 154.
[28] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, 2/258.
[29] Alusî, Buluğu’l-Erab, 2/215-216.
[30] M. N. el-Carim, Edyânu’l-Arab, 189.
[31] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, 2/258-259.
[32] Müşteri: Jübiter gezegeni.
[33] Süreyyâ: Ülker takımyıldızı.
[34] Şi’râ: Sirius, Akyıldız. Büyük Köpek takımyıldızında yer alan ve bahar ayında kuzey yarımküreden görülebilen gökyüzünün en parlak yıldızıdır. Türkler arasında Akyıldız adıyla bilinir.
[35] Zuhal: Venüs gezegeninin isimlerinden biridir. Seher Yıldızı, Akşam Yıldızı, Zühre Yıldızı, Sabah Yıldızı, Çoban Yıldızı da denir.
[36] Merih: Mars gezegeni (eski Türkçede Bakır Sokım, Merih). Roma mitolojisindeki savaş tanrısı Mars’a ithafen adlandırılmıştır. Yüzeyindeki yaygın demir oksitten dolayı kızılımsı bir görünüme sahip olduğu için kızıl gezegen de denir.
[37] Zühre: Seher Yıldızı. Zühre Yıldızı’nın Eski Mezopotamya, Orta Amerika ve Uzak Doğu kültürlerinde önemli bir yeri vardır. Seher Yıldızı, sabahın habercisi olarak kabul edilirdi.
[38] Utarid: Merkür.
[39] Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, 2/57.
[40] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 7. Cilt.
[41] “Hava soğur.” demektir.
[42] İbn-i Kesir, Tefsir, 4/377; Toshihiko İzutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, 19.
[43] Alusî, Buluğu’l-Erab, 2/197.
[44] M. N. el-Carim, Edyânu’l-Arab, 125-126.
[45] Saffât, 158.
[46] Gayb: Kayıp, gizli, saklı.
[47] Alusî, Buluğu’l-Erab, 2/197.
[48] Tâğût: Put-hâne, tapınak, putların bulunduğu alan/bölge.
[49] Ezrakî, Ahbâr-u Mekke, 1/125, 128.
[50] İbn-i Kelbî, K. Esnâm, 16.
[51] Ezrakî, Ahbâr-u Mekke, 1/119-124.
[52] Ezrakî, Ahbâr-u Mekke, 1/131.
[53] De facto: Fiilen, pratikte. (Yasal yönden, hukûken anlamlarına gelen de jure’nin karşıtıdır. De jure durum, fiilî bir durumu değil yasal bir durumu anlatır. Örneğin KKTC’nin varlığı de jure olarak yoktur, ama de facto olarak vardır.)
[54] Külliyât-ı Ebi’l-Bekâ, 328-329.
[55] Meydani, Mecmau’l-Emsâl, 1/248.
[56] W. M. Watt, Modern Dünyada Vahy, 61.
[57] Alusî, Buluğu’l-Erab, 2/220; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl,2/235; Nesefî, Medârik, 3/343; Cevat Ali, el-Mufassal, 6/142.
[58] Ebû Dâvûd, Cenâiz, 5.
[59] Mahşer: Toplantı, toplanma.
[60] M. N. el-Carim, Edyânu’l-Arab, 106.