Eylül geldi. Sırrı Süreyya Önder’in, bir konuşmasında mealen “Eski Türkiye’nin ne hayrını gördük ki yenisinden bir şey bekleyelim,” nevi bir şeyler söylediğini hatırlıyorum. Şu aralar pek çok şey gibi mevsimlere de uyarlıyorum bu yaklaşımı, yazın ne hayrını gördük ki…
Cumhuriyet bir yüzyıla yaklaşmışken, her günün bir öncekini arattığı son derece yıpratıcı bir dönemden geçiyoruz. Sabah uyanıyorum, günlük ailevi rutin işler bir yana, akşama dek, ülkede kimin hangi tonda garip bir şeyler söylediğini, iktidar mensuplarının benim gibi düşünenleri hangi sözcüklerle aşağıladığını, hangi siyasetçi ya da bürokratın ne tür bir yolsuzluk iddiasıyla yüz yüze olduğunu, nerede hangi konserin iptal edildiğini, o gün hangi siyasal İslamcı’nın yaşamlarımızla ilgili ne tür bir fantezi yumurtladığını, yıllarca ‘organize’ işlerde görev alıp birkaç yıl önce ‘o esnada öyle söylemesi gerektiği için’ kanlarımızda banyo yapmak arzusunu ilan etmiş Turancı’nın yeni ifşalarını, ifşalar hakkında yapılan yorumları, Türkiye’nin en çok okunduğu iddia edilen gazetecilerinin ilgili kişiye iltifatlarını ve benzeri daha pek çok ulusal-uluslararası anormalliği işitip okuyarak, günü tamamlıyorum.
Ülke Türk-İslamcılar tarafından yönetiliyor, bir gün birini, beriki gün diğerini öne çıkarıyorlar, kitleleri yönlendirmek için hangisine ihtiyaç duyulursa. Muhalefetin bir kısmı, kendilerinin daha da dindar ve milliyetçi olduğunu kanıtlamaya çabalıyor. Irkçılık gözle görülür bir biçimde yükseliyor, ancak Türkiye’de değil kuşkusuz, burada ırkçı yok, Avrupa ve ABD’de yükseliyor. Kimi siyasetçi, okur-yazar ve gazetecinin, siyasi muarızlarına yönelik üsluplarıysa memleketin lümpenleşme konusundaki dizginlenemez azmini sergiliyor, Cumhuriyet bir asrı tamamlamak üzereyken. Durum bu.
Ülke bu haldeyken (ve şaka maka, Batı da saçmalama konusunda yarış içindeyken), bugün, 82 yıl önce 3 Eylül’de doğmuş bir anayasa hukukçusundan-tarihçisinden söz etmek istiyorum. İki gerekçeyle: Evet, Bülent Tanör de yaşadı Türkiye’de ve evet, Tanör de çile çekti, hiçbir şey yeni değil bu toprakta. Kötü, daha kötüsü, en kötüsü arasında bir yerlerde geçiyor ömrümüz.
Bülent Tanör’ün (1940-2002) yaşam öyküsünü, yayınlarını anlatmayı amaçlamıyorum. Hoca’yı doğum gününde bir-iki satırla da olsa anmak niyetindeyim. Mücadele ettiği insanların kimler olduğunu da yeniden hatırlarız belki. Şu sıralar, sırf iktidara karşı olduğu için demokratmış gibi görünen bir kesimin sahtekârlığına tahammül edemiyorum. Hoca’ya hasta yatağında dahi yapılanları öğrenebilmeniz için, yakın arkadaşı, meslektaşı ve avukatı Fazıl (Sağlam) Hoca’nın, AYM üyesiyken kaleme aldığı, tarihe not düşen yazısını önerip yazıdan yalnızca bir-iki paragraf alıntılayacağım. Öyle ya, bakalım Türkiye’nin şu meşhur ‘aydınlık yüzleri’ nasıl insanlarmış, hangi muameleyi reva görmüşler Bülent Tanör’e?
Öncesinde, Tanör’le ilgili birkaç şey söylemek isterim. Hiç tanışmadım. Hocalarım arkadaşıydı, hakkında çok dinledim. Yazdıklarının çoğunluğunu okuduğumu sanıyorum. Çalıştığım alana bakışımda ve zaman içinde konunun tarih faslına yönelmemde katkısı büyük oldu. Tanör, insanda merak duygusu uyandırır, bir konuyu öğrenmeye, çalışmaya yönelik merak. Merak ettiği için de özgündür bana kalırsa. İnsan zaman içinde fark ediyor merak etmenin nasıl bir haslet olduğunu ve gerekliliğini. Örneğin ben, mesleki merak konusunda geç kalmış biriyim. Eğer ilk günden sahip olsaydım bu duyguya, tezlerimi o konularda yazmazdım. Ne parti yasakları ne de yasama dokunulmazlığı konularında daha önce yapılmış birkaç çalışmayı adam akıllı aşabildim. Bugünkü aklım olsa başka konuları çalışır ya da aynı konuları farklı açıdan ele alırdım. Tanör gibi anayasacıların çok önemli bir katkısının, çalıştıkları alana dönük merakları, sorgulama istek ve yetenekleri olduğu kanısındayım.
Çalışmalarında sol-Kemalizm ile sosyalist düşünce arasında gidip geldiğini düşündüğüm Hoca’nın çok önemli bir niteliği, dünya ve Türkiye’de özellikle 1980’lerle birlikte hâkim olan ve egemen ideolojinin temsilcilerince bolca reklamı yapılan, ‘bilim için tarafsızlık gerektiği’ yönündeki zırva propagandayı reddedenlerden biri oluşu. Bilim insanı da her insan gibi taraftır ve tarafsızlık iddiası egemen her kimse ona hizmet eden koca bir yalan. Akademisyen nesnel olmak zorundadır, tarafsız değil. Bülent Tanör ‘taraflı’ ve ‘nesnel’ bir bilim insanı. Sosyal, siyasal, hukuksal açılardan tartışmalı alanlarda sınıf mücadelesi gerçeğini görmezden gelmez; çalışmalarında siyaset bilimi, tarih, sosyoloji ve hukuk ele ele tutuşur. Örneğin, 1978’de yayınlanan ve neoliberal yaklaşıma erken sayılabilecek bir tarihte akademik-siyasî müdahale olarak kabul edilebilecek ‘Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar’ kitabı, gibi.
Başka bir yer için kaleme aldığım yazıdan alıntı: “Anayasacılara ve insan hakları savunucularına miras bıraktığı çalışmalarında, örneğin ‘Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri’nde anayasacılık tarihimizin seyrini anlatırken de, ‘İki Anayasa’da1961 ve 1982 Anayasaları’nın metinlerindeki farklılık ve kurucu iktidarlar arasındaki ayrımları sözü̈ hiç bulanıklaştırmadan betimlerken de, ‘Türkiye’de İnsan Hakları Sorunu’ başlıklı kitabında devletin yasaklar, haksız yargılamalar, faşizan uygulamalar sabıkasını özenle ortaya koyup insan hakları tarihimize eşsiz bir not düşerken de, ‘Türkiye’de Kongre İktidarları’ ile anayasa tarihçiliği meraklılarına yeni kapılar aralarken de ideolojisinden ve nesnelliğinden taviz vermemiştir…” Bu faslı bitirmeden, Hoca’nın ‘yerel kongre iktidarlarına’ ilişkin çalışmalarının, anayasa tarihi alanına ne denli hayati ve cesur bir katkı olduğunun altını bir kez daha çizmek isterim.
Ezcümle, Bülent Tanör ‘bilim insanı’ sıfatının korunaklı alanına ve ‘burada bilim yapıyoruz şekerim’ci konformizme sığınmadı, eziyet gören öğrencisinin yanında, okulunu ve kürsüsünü tüketmeye yeminli yönetimin ve demokrasiyle bağdaşmaz uygulamaların karşısında oldu. 12 Eylül faşizminde (1402’lik) üniversiteden atıldı, yıllar sonra İstanbul Hukuk’ta bu kez o yılların ceberutları ile uğraşmak zorunda kaldı.
Fazıl Sağlam’ın önemli yazısı, o dönemi, yapılanları ve yapanları anlatıyor. Okumanız dileğiyle, yalnızca birkaç satır alıntı yapacağım.
Türkiye’nin nasıl bir yer ve şimdi demokrat numarası yapan ‘AKP’li olmayanlara’ dahil bir kesimin nasıl insanlar olduğunu daha iyi anlayabilmek için, Fazıl Sağlam’ın, Bülent Tanör hakkındaki yazısını ‘yayınlatma macerasına’ ilişkin satırlarına bakalım:
“Bu konuda ilk yazım, Bülent’i kaybedişimizin ardından 20 Aralık 2002 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayımlanmıştır. Bunun da bir hikâyesi var ki onu anlatmadan geçemeyeceğim. Doğrusu aranırsa Bülent’in anısına bir yazı yazmam konusunda ilk istek Cumhuriyet değerlerine bağlılığıyla tanınmış bir gazeteden gelmişti. Yazıyı hemen hazırlayıp Bülent’in cenaze namazının kılındığı gün kendilerine verdim. Yazının ağırlık noktası, İstanbul Üniversitesi’nin Bülent Tanör’e yönelik disiplin ve sicil işlemleri ve bu işlemlerin haksızlığını belirleyen yargı kararlarıydı. Aradan bir ya da iki gün geçti; yazıdan bazı cümleleri ve Bülent’e yönelik işlemleri yapan kişinin adını çıkarma önerisiyle karşılaştım… Her gazetenin kendine özgü bir politikası vardır; ona uygun düşmeyen yazıları yayımlamayabilir. Ama düşününki sizden bir yazı istiyorlar. Siz de özenle hazırlayıp veriyorsunuz. Sonra bu yazıdan nelerin çıkarılması gerektiği konusunda öneri alıyorsunuz. Çıkarmazsanız yazı basılmayacak. Tabii böyle bir öneriyi hemen geri çevirdim ve yazımı da geri çektim. Ama olay, beni iki yönden düş kırıklığına uğrattı. Birinci düş kırıklığı yazımın başkaları tarafından sansür edilmesine hiç alışık olmamamdan kaynaklanıyordu. İkincisi ise daha acı bir düş kırıklığı. Bülent Tanör gibi yeri doldurulamayacak değerli bir bilim adamını kaybetmenin acısı üzerinizdeyken, onun anısına sizden istenen bir yazı, onun savunduğu değerlere bağlılığı le tanınmış bir gazete tarafından geri çevriliyor. Birincisini belki unutmam mümkün. Ama ikincisini hâlâ içime sindiremediğimi belirtmem gerekiyor. Neyse ki yazı Radikal’de sansürsüz yayınlandı… Böylece kamuoyu, Bülent Tanör’e, amansız bir hastalıkla pençeleştiği sırada yapılan kaba haksızlıkların boyutları, sorumluları ve bu işlemlerin yargıdan nasıl döndüğü hakkında belki de ilk kez bir fikir sahibi oldu.”
Gazeteyi tahmin ettiniz mi, Fazıl Hoca nezaketten ve üzüntüden adını anmamış ama “Cumhuriyet değerlerine bağlılığıyla tanınmış” gazeteyi tahmin zor olmasa gerek. Peki, bu satırları kazara okuyup da yüzü kızaracak biri olur mu dersiniz? Ne gezer, bu ülkede kim, ne için utanmış ki, zamanında Tanör’ün anısına karşı Alemdaroğlu’nu kayıranlar mahcup olsun.
Fazıl Hoca’nın yazısı, Bülent Tanör’ün yaşadıklarını, hukuksal süreci ayrıntısıyla anlatır. Önce ‘yönetim görevinden ayrılma’ cezası. Ardından ‘olumsuz sicil’ tesisi. Peşisıra ‘üniversite öğretim mesleğinden çıkarma’ ve ‘uyarma’ cezaları. Peki macera nasıl başlar? Rektörlük, adı ‘yurt dışındaki bir darbe girişimine ve ajanlığa karışmış’ birini atamak istiyor ve Tanör, 10 Mayıs 2000 tarihli bir dilekçeyle, adı geçenin bilimsel yeterliliği olmadığını açıklayıp hakkındaki iddiaları sıralıyor. İ.Ü. Hukuk Fakültesi Anayasa HUKUKU ABD’ye atanmasına karşı. Bu arada, Fakültenin tüm kurulları da atamaya karşı olumsuz görüş bildirmiş.
Sonrası, büyük bir saldırı, Hoca’yı tedavi görürken dahi rahat bırakmayan bir süflilik. Ve nihayetinde, tüm haksızlıklara karşı mücadele eden Tanör’ün yargıda kazanması, gerekli yanıtı vermesi.
Fazıl Sağlam’ın yazısının sonundaki şu satırlara katılmamak mümkün mü: “Şimdi düşünüyorum. Bütün bu mücadelede Bülent’in bir çıkarı var mıydı? İstese fildişi kuleye çekilir; mücadeleyi yalnızca hastalığına karşı yürütür, kalan gücünü de bilimsel çalışmalarına ayırabilirdi. Böylece yönetimle de hiçbir kavgası olmazdı. Ama o hepsini birlikte yürütmeyi, zamanının önemli bir bölümünü öğrencilerine ayırmayı, nereden gelirse gelsin haksızlıklara karşı savaşmayı, ülkenin ve üniversitenin demokratikleşmesi, insan haklarının ve hukuk devletinin yerleşip gelişmesi için var gücüyle, aydın olma sorumluluğunun bir gereği olarak gördü. Hastalık dahil hiçbir şey onu yıldırmadı. Ölümü dahi haksızlıkları yenmesini engelleyemedi. Ve bu kişiliği hepimize örnek oldu.”
Bülent Tanör’ü okuduğum, ondan öğrendiğim, onun kuşağıyla haşır neşir olup akademinin ne olduğunu ve olabileceğini gördüğüm için çok şanslıyım. Ona ve diğerlerine ne kadar teşekkür etsem, etsek az. İyi ki doğmuş Bülent Tanör, iyi ki Türkiye’de yaşamış, yazmış ve mücadele etmiş.
Aynı KHK ile atıldığımız eşi Öget Öktem Tanör Hoca’ya, sağlıklı, güzel yıllar dilerim.