İlk Afganistan’da karşımıza çıktığını sandığımız talibanizm, aslında İslam’ın dindarlığı içinde ve kendi tarihsel koşullarında süregelen bir gelenek olmakla birlikte aydınlanma dünyasındaki talibanizmin modern anlamına meftun olarak kendini yeniden inşa etmiş bir versiyondu. Fakat öğrenilmiş talibanizmin, gereğinden fazla münbit bir arazide neşvü nema bulduğunu da asla göz ardı etmemeliyiz. Böyle olmasaydı ne aydınlanmacılığın talibanizmi ne de başka bir baskıcı yıldırma tekniği İslam’ın dindarlığı içinde kendine varoluş gerekçesi oluşturamazdı.
Şu halde, öncelikle öğrenilmiş talibanizme ve harici düşmana dikkat kesilmek yerine, onun İslam diyarında bedenlenmesine vesile olan özgün tarihsel ortamları incelemek, bünyenin mukavemetini arttıracak imkan sağlaması bakımından da, meseleyi doğru yerinden tutup analiz etmeyi sağlayacak rota olması bakımından da sonsuz yararlıdır.
Talibanizmin, ekonomisi epeyce kötü ve eğitim şartları ölçülemeyecek kadar berbat durumdaki Afganistan’da ortaya çıkmasının bütün izah modelleri açısından rahatlatıcı bulunduğu kimseye gizli değildir. Şiddete, baskıya ve tek hakikatin hegemonik iktidarına inanan böyle bir düşünce dünyasının ancak zikredilen koşullarda mümkün olabileceğine güvenilmesi, galiba modern aklın kendine böyle bir beşeri düzeyi konduramamasıyla ilgilidir. Fakat aynı baskı(n)cı fikriyatın, medeniyetlere menba olmuş İran’a ve şimdilerde de Türkiye’ye bile sıçrayabilmesi uyarıcı etki yapmalıdır. Türkiye’de SP içinde yaşanan gerilimde, seçilmiş yönetime itiraz ve isyan eden hizbin parti yönetimine yönelik tehditleri ve nihayet iftar basmaya varan eylemleri, bundan böyle zihinsel iflasın göstergesi olarak alarm protokolünün hayata geçirilmesini zaruri kılmalıdır. Kendi genel başkanlarını darp etmeye bu kadar istekli SP’liler, Irak’ta cami bombalayan, Afganistan’da köşe bucak farklı siyasetlerin unsurlarını imha ile meşgul olan ve İran’da caddelerde muhalif avına çıkan dünya görüşü ile aynı sıhriyetten olma zürriyettir.
Şu halde hararetle merak ediyor olmalıyız: İslam’ın dindarı, muhalifini baskı, yıldırma, sindirme ve imha ile etkisizleştirmeyi nasıl olup da makul ve meşru görebildiğini kendisine neden sormaz? Ne Allah’ın kelamını, ne yerli yabancı misafirleri, ne de kadın ve çocukların varlığını umursamadan iftar basıp dehşet saçan talibanizmin kaba kuvvet unsurları, hangi zihin haritasından imbikleyerek bu işin dinlerine uygun, meşru ve davanın parçası olduğunu düşünüyorlar acaba?
Ayrıca bu saldırganlığın siyasi desteğiyle ilgili de kaygı, şüphe ve sorularımız var: Talibanist tedhişin şiar edindiği Erbakan, nasıl olur da ve hangi anlam kaymalarından mütevellit, hemen ilk dakikalarda İstanbul’daki meşum iftar baskınını nefretle kınaması gerekirken uzun sayılabilecek bir süre sonra, o da ancak iftar baskınıyla ilgisi bulunmadığını açıklayarak tepki belirtebilmiştir? Asiltürk-Kazan hizbi, hangi mezhep genişliğiyle bu olayların Müslümanlığa da, insanlığa da aykırı olduğunu söylemekten özenle uzak durmaktadır?
Arayışları uzatmanın faydası yoktur; bütün bunların olabilmesini mümkün kılan münbit vasat, Ümeyyeoğulları’ndan Osmanoğulları’na miras kalmış din geleneğidir ve bu gelenek, bugün “yeni Sünnilik” eliyle günün koşullarına uygun olarak yeniden doktrine edilmektedir.
Talibanizmin kılavuzluk ettiği yeni Sünnilik, Irak’ta camileri bombalayıp çoluk çocuk binlerce insanı katletmekte sakınca görmez ve Afganistan’da Kabil’in göbeğine roket atarak şehrin her yaştan sakininin canını almaktan çekinmez de talibanizmin rehberliğindeki yeni Şiilik bundan geri durur mu? 12 Haziran 2009’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerine itiraz eden, tamamına yakını İslam devriminin büyükleri, öncü isimleri veya önder kadronun ailelerinden oluşan muhaliflere yönelik baskı, yıldırma, tutuklama, gözaltı, işkence ve cinayetlerin devlet desteğiyle yaygın ve sistematik biçimde uygulanıyor olmasının yegane meşruiyet dayanağı, talibanizmin Şii nüshasının dünya görüşüdür. İran’daki talibanizm, eline geçirdiği cumhuriyeti Türkiye’deki cumhuriyete benzettikçe faili meçhul yöntemini ve totaliter baskıyı daha kolay uygulanabilir hale getirmekte, Ümeyyeoğulları’nın Sünniliğiyle özdeşleştikçe, gerçekte ideal-politikten başka bir şey olmayan Şii gelenekten uzaklaşıp reel-politiğin tüm gereklerine teslim olmaktadır.
İslam içinde Peygamber’in getirdiği dine hayli yabancı böyle bir icadın anlaşılır kabul edilmesini Ümeyyeoğulları’nın diğer bütün icatlarıyla aynı sepette bulmak mümkündür. Ümeyyeoğulları’nın öğrettiğinden farklı olarak, idare meselesini kişilerin şahsi iyiliklerinden bağımsız tartışabildiğimiz ölçüde temsil, devlet, adalet, yönetim, katılım, rey, tartışma, mutabakat vs. gibi başlıklarda gönül rahatlığı uyandıracak keşifler yapabileceğiz. Yok eğer daha Peygamber’in defin işleri tamamlanmamışken Ebubekir ve Ömer’in Saideoğulları’nın gölgeliğinde (sakife), o sırada tesadüfen orada bulunan iki kabileden bir kısım insanın huzurunda Peygamber’den sonra Müslümanların liderliğini kimin üstleneceği tartışması yapması ve bir emrivakiyle Ebubekir’in halife seçilmesini Ebubekir ve Ömer’in iyilikleri ve hizmetlerinin baskısı altında yapamaz hale gelir ve bu yüzden entelektüel kabiliyetimiz felç olursa İslam’ın siyaset teorisinde bu tür emrivakilerin ilkeye dönüşmesi nasıl engellenebilir? Biatla seçim ilkesi nasıl korunabilir, teorik sahihlik nasıl sürdürülebilir bir gelenek haline getirilebilir?
Ümeyyeoğulları ve haleflerinin bâtıl icatlarından haberdar veya değil ortalama bir dindar, sahabenin adının başına sözde saygılı olmayı sağlamak üzere “hazret” ilave edilmiş olmasından neden kuşkulanmaz ve böyle bir girişimin, eleştirel ve analitik tarih çalışmalarının önüne dikilmiş aşılmaz hisar olabileceğini değerlendirmez mesela?
Yahut İslam tarihinin herkesçe bilinen en basit bilgilerinden neden akla bazı sorular gelmez: Kur’an’da çok sayıda tarihi olay, ibret alınması ve doğru harekete yön vermede yanlışın belirlenmesi için en ince ayrıntısına kadar anlatılır ve müminlerin bu ayrıntılar üzerinde dikkatlice düşünmesi istenirken, Peygamber’in vefatından kısa bir süre sahabeler arasında başlayan olaylar neden aynı gerekçeyle titiz incelemelerin ve analizlerin konusu yapılmaz? Ümeyyeoğulları’nın saray uleması, müminleri, İslam’ın siyaset teorisinin oluşmasını yakından ilgilendiren bu olayları araştırmaktan neden meneder? Bireylerin tek tek seçimini öngören ve Peygamber’in bile kendi idari meşruiyeti için uyguladığı yöntemin güçlü bilgisine rağmen İslam’ın siyaset teorisinde Maverdi’nin (10. yüzyıl) “sultan adilse nasıl hükümete geldiğinin önemi yoktur” fikrinin geçerlilik kazanmış olması nasıl olur da mümin vicdanı rahatsız etmez?
Ahlaken ve vicdanen doğrunun peşinden koşanların sorması gerekmez mi: Neden Ali’nin halkın biatıyla seçilme biçimi değil de, diğer halifelerin atama ve seçilme usulleri İslam’ın siyaset teorisinin omurgasını oluşturdu? Ali’nin seçilme biçimini teori yapmayan Ümeyyeoğullarının iktidar gücü ve hakikatini sorgulamak gerekmez mi?
Başlangıca dönüp ilkeyi bulmayan hiçbir mesai, bugünün hayati meselelerine doğru tarafından bakamayacaktır.
Arap dünyasında Ümeyyeoğulları’nın tarihsel mirasını, Türkiye’de ise Ümeyyeoğulları’ndan Osmanoğulları’na tevarüs etmiş fikriyatı yücelten herhangi bir siyasi hareketin, bu dinî anlayışın yön verdiği zihnin aklına 12 Eylül askeri darbesine duadan başka bir şey gelmemesine şaşmaması gerekir. Aynı aklın kapitalizme övgü yağdıran muhafazakar iktidara şükranı dini vazife telakki etmesinde de hayret edilecek bir yan yoktur.
Muhafazakar aklın ilkesel olana değil, fiili duruma bakması ve hiçbir hal ve şart altında ilkeye sahip çıkmaması tesadüf mü sanıyoruz? Mevcut iktidarın “istikrarın korunması” çağrısına dindar kesimlerden yükselen hararetli desteği doğru anlayabilmek için Ebubekir’in hayli garip bir tartışma sonunda halife seçildiği Saideoğulları’nın gölgeliğinde yaşananlara bakmak gerekir. Oradaki düğümü çözemeyen bir bakış açısı, ilkesel olana dayanıp yanlışa kol kanat geren istikrardan yana asla olmayacaktır.
Bugünkü sorunlar, tarihsel durumların doğru analizlerine dayanmamaktan besleniyor. Bu hayati eksiklik ve yoksunluktur ki, tarihte Halife Osman’a karşı ahali ayaklandığında Peygamber’in veda hutbesini dinleyen yüz bin sahabenin nerede olduğunu veya Osman’a karşı çekilmiş kılıçların liderliğini neden İslam’ın ilk şehidinin oğlu Ammar ile ilk halifenin oğlu Muhammed’in yaptığını sormayı aklına bile getiremez. Bunu yapamadığı için de Irak’ta cami bombalayanları, Afganistan’da toplu kıyım yapanları, İran’da muhalif avlayanları ve Türkiye’de iftar basıp tedhiş yaratanları sorgulayamaz. Geçmişi konuşup tartışmamayı edepten saydığı için bugün oruç açmak üzere olanların üzerine çatal bıçak fırlatmakta da bir beis görmez.
“Telfik-i mezahib (mezheplerin birleştirilmesi)” kaygısı nedeniyle İslam’ın diğer görüşlerinden yardım almak yerine Batı’dan kanun tercüme eden Osmanlı âliminin zihni, siyasi laikliğe hacet kalmaksızın sekülerleşmenin ön adımlarını atmaya başlamıştı bile. Siyaset teorisinin oluşumunu yakından ilgilendiren tarihsel olaylarda da birbirine zıt her şeyi doğru kabul eden anlayış genişliği de ortada hak hakikat bırakmamakta, bu yüzden doğrunun anlamı kalmamakta ve siyasi laikliğe gerek kalmadan sekülerleşme bu umursamazlık doğmaktadır.
Muhafazakarlık, dinin hayatın içindeki anlamını şu ya da bu şekilde seyreltmekten, dinin referans alınması ve ahlaki denetimine tabi olunmasının rafa kaldırılmasından başka bir şey değildir ve bu üslup, tarihe eleştirel ve analitik bakmaktan dikkatlice kaçınmakla mümkün olmaktadır. Oysa İslam’ın siyaset teorisinde sorunlar ve çelişkiler varsa adil ve yaratıcı entelektüel çabanın işe Ebubekir, Ömer ve Osman’ın seçimiyle kurumsallaşan halifelik sürecinden başlaması gerekir. Nitekim Ömer tarafından aday gösterilip Saideoğulları gölgeliğinde tesadüfen bulunan kabile mensupları ikna edildiklerinde bu seçimi gerçek bir seçim kabul etmeyenler Ebubekir’e biat etmediler. En kritik gelişme olarak Ali’nin geç biatı ise İslam’ın birlik ve dirliğini koruma gerekçesiyle hatıra binaendi.
Ebubekir hiç şüphe yok çok kıymetli biriydi, hizmetleri, şahsiyeti ve fedakârlıkları anlatmakla bitmeyecek sadık bir dostuydu Peygamber’in, ama İslam’ın siyaset teorisi ve idare felsefesi açısından bakıldığında düğmenin ilk yanlış iliklenmesinin mimarıydı. O yanlışın Osman’a gelindiğinde aldığı hal, Peygamber’in “benden sonra müşrikler gibi birbirinizin boynunu vurmayın” ikazının hiç kimsenin zihninde kalmadığının kanıtı değil mi? Belinde bombayla camiye dalıp yüzlerce kişiyi öldüren ya da bir iftar sofrasının ortasına atlayıp oruçlu yüzlere çatal bıçak fırlatan mütecaviz cüret tarihsel mirasın yanlış damarından beslenmektedir. Bunu halletmeden güncel sorunlar nasıl çözülür?
Peygamber’in “Seni azgın bir isyancı topluluk şehit edecek ey Ammar” ihbarı doğru çıktığı an hak ve batıl alenileştiğinde dahi Muaviye’nin sancağı altında Ali’nin üzerine yürüyerek Ammar’ın kanını çiğneyen sahabeleri takip edenler camideki cemaati de bombalar, iftar sofrasındaki oruçlulara da terör saçar.
Ümeyyeoğulları’nın doktrin koşullandırmasından yakasını kurtarabilmiş bir Sünni mutlaka soracaktır: Ebu Hanife canı pahasına neden Ehl-i Beyt taraftarlığı yaptı? İmam Malik, Şafii neden bu davadan hiç vazgeçmedi?
Gerçek şudur ki, Ebu Hanife, Malik ve Şafii’den çok sonra ortaya çıkmış Sünni teori, bunları konuş(tur)mayarak Ümeyyeoğullarını kurtarmaya adanmıştır.
Osman’ın kanına bulanmış Kur’an’ı ziyaret edenler, o kanı dökenlere Peygamber’in güzide sahabesi Ammar’ın liderlik ettiğini de düşünmelidirler. Eleştirel tarih ancak böyle mümkün olabilir. Yoksa “Osman’ın kanına bulanmış Kur’an” edebiyatıyla gözyaşı dökerek ve Muaviye’nin yaptığı gibi Osman’ın gömleğini bayraklaştırıp istismar ederek değil.
Eleştirel gözle tarihe bakıp insanlığın işine yarayacak analiz çıkarma derdiyle dertlenmeyenlerin bütün çelişki ve çatışmaları ve onların taraflarını doğru kabul ederek sergileyecekleri tek şey, vıcık vıcık bir muhafazakar hoşgörüdür; böyle bir anlayış genişliği ortada hak hakikat bırakmaz, orada doğrunun anlamı kalmaz, seküler umursamazlık buradan çıkar. Oysa Peygamber’in hanımı ve müminlerin annesi dahi olsa Ali’ye isyan eden Aişe’ye nasıl hak verilir? Ammar’ı öldüren katil nasıl doğru kabul edilir? Bir yanda sarhoş Kufe valisini halkın bütün itirazlarına karşı koruyan Osman, diğer yanda buna isyan eden Ammar varken ikisini de doğru kabul eden bir zihnin karışıklığı kördüğümden başka nedir? Böyle bir din, hakikatten başka üstün değer tanımayan ve hiçbir kişiyi dinin ahlaki denetimi dışında tutmayan Peygamber’in dini olur mu? Sahabe ya da başka birini sorumluluktan istisna tutan bir tek Kur’an ayeti gösterilebilir mi?
Soru şu olmalıdır öyleyse: Tutarlı bir tarih görüşü ve toplumsal ilke geliştirebilmek için Osman’ı mı eksen alacağız, yoksa Ammar’ı ve Ebubekir’in oğlunu mu?
Bu soru geçmişte de soruldu ve Şiiler, bu çatışmada Ümeyyeoğulları tarafında yer alanlardan din almamaya karar verdiler. Bazı Sünniler ise yaşanan olaylar ile dini bilgiyi ayrı şeyler kabul etti ve orada da usül öyle gelişti. Fakat yaşanan her şeyi yok sayarak dini bilgi inşa etmenin imkânsızlığı aşikardır.
Meselemiz doğru-yanlış meselesidir. Yanlışı tespit edemezsek doğruyu nasıl takip edeceğiz? Yanlışı eleştirmezsek doğrunun tarihsel köklerini nasıl bulacağız? Geçmişi doğru yerinden tutamazsak geriye kalan herşeyi yanlış bir sıralamaya sabitlemiş oluruz. Kimi ulema geçmişteki çatışma ve gerilimleri konuşmamayı hayırlı bulsalar da bugünü kurabilmek için tarihe bakmanın Kur’an’ın bariz metodu olduğunun farkındayız. Kur’an’ın onlarca kere firavundan, Musa’dan, Ad ve Semud kavimlerinden, eskilerin örneklerinden bahsetmesine rağmen kimilerinin sahabe döneminin hiç konuşulmamasında ısrarcı olması esas itibariyle vicdanen ve ahlaken doğrunun denetiminden kaçmanın aralık kapısına duydukları ihtiyaçtandır.
Bizse siyaseten doğrunun abdest bozan necaset olduğuna inananlardanız. İnsanlığımızın, onur ve gururla var kalabilmesi için seçtiğimiz doğru türü, vicdanen ve ahlaken olandır.