Toplumlar tarihleriyle övünürken, bugün, o zamana göre ne kadar ileri gittikleriyle de övünmüyorlarsa, bu boş bir övünme olmayı aşmaz. Dahası böyle övünmeler, bugün, o tarihle uygun övünülecek bir marifeti olmayanların işidir.
Tarihle övünmeyi her şeyin önüne çıkaran eğer, “geçmişte yaşama hastalığı”na (nostalji) tutulmuş birisi değilse, olsa olsa günün acı gerçeklerinin üstünü yalan yanlış tarih dedikoduları üstünden yaratılan sis bulutlarıyla örtmeye çalışan birisidir.
BUGÜNÜN SORUSU: DİYARBAKIR’I BU HALE GETİREN KİMDİR?
Başbakan Davutoğlu, geçtiğimiz cuma günü yaptığı Diyarbakır ziyaretinde, “Sur’u Toledo yapmak”tan vazgeçtiklerini, “biblo bir kent” inşa edeceklerini söylediği konuşmasında, Diyarbakır’a “Doğu’nun Paris’i” diyenleri de eleştirdi. “Diyarbakır’a Doğu’nun Paris’i diyorlar. Ne Paris’i… Diyarbakır şehirken Paris köy bile değildi” diyen Başbakan kendince Diyarbakır’ı övdü! Ama bugünün sorusu Diyarbakır’ın tarihte ne zaman, kimler tarafından kurulduğu, hangi medeniyetlere beşiklik ettiği değil, bu, tarihi pek eskilere dayanan, pek çok medeniyete beşiklik yapan kentin bugün ne halde olduğudur.
Eğer ülkenin Başbakanı Diyarbakır’ı Paris’le kıyaslayacaksa, “bin, iki bin yıl önce hangi kent neredeydi” ile değil bugünlerini kıyaslamalıdır. Dolayısıyla Paris-Diyarbakır kıyaslamasında soru şöyle gündeme gelir: “Diyarbakır’da birbirini izleyen medeniyetler kurulup yıkılırken bir köy bile olmayan Paris bugün insanlığın ilerleme mücadelesinde nerededir, Diyarbakır nerededir?”
Bugünün sorusu budur ve bu soruya Türkiye’yi 14 yıldır adeta muhalefetsiz yöneten AKP Hükümeti, onun Cumhurbaşkanı ve Başbakanı ne yanıt verecektir?
Bir yarısı bizzat Cumhuriyetin tankları ve toplarıyla yıkılmış; öteki yarısında gece gündüz gösteriler, çatışmaların, patlamaların yaşandığı Diyarbakır kimin eseridir?
Bu Diyarbakır’ın Paris’le kıyaslanmasından AKP hükümetlerinin hangi başarısı ortaya çıkar?
HAMASETTE SINIR TANIMAMA ‘ÜSLUP’ OLDU!
Tarih bilgisiyle pek övünen ve geçtiğimiz günlerde lisedeyken tarih dersinden hep 9-10 aldığını söyleyen Davutoğlu, Evliya Çelebi’nin Diyarbakır’ın Ulu Camisi’ni Hazreti Musa’nın yaptırdığını söylediğini aktararak (tabii bu iddianın tarihle, gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını söylemeyerek), hamasette ve tarihin hamasetin dolgu maddesi olarak kullanılmasında ne kadar ileri gidebileceğini de gösterdi. Artık tarihin efsaneyle, efsanenin bugünün gerçeğiymiş gibi sunulmasını Başbakan bir üslup olarak geliştirdi! Ve bundan da pek hoşnut görünüyor. Ama, Başbakanı dinleyenler, onun tarihte mi, bugünde mi, bir alacakaranlık kuşağında mı yaşadığını anlamakta zorlanıyorlar.
Sur’la ilgili “rantsal dönüşüm yapılacak” iddialarına karşı Başbakan Davutoğlu, söylediklerine inandırıcılık kazandırmak için olacak; “Bir idealimden de bahsedeyim. Sare Hanım’a söyledim. Sur’da bir evim olsun istiyorum” diyerek, yeni yaklaşımını da ortaya koydu!
Ne olacak yani, bugün Sur, yarın Cizre, öbür gün Yüksekova, Şırnak,…yakılıp yıkıldıktan sonra TOKİ’ye havale edilecek her kentte Davuoğlu bir ev mi alacak denebilir. Gidişata bakınca bu soruya “evet” demek çok zor ama burada Demirtaş’ın “Başbakan mısın müteahhit mi; barıştan özgürlüklerden hiç söz etmiyorsun ama her gittiğin yerde inşaattan söz ediyorsun” biçimindeki eleştirisi daha yerine oturuyor.
BU GİDİŞLE SUR’DA EVLER ‘ATEŞ PAHASI’ OLACAK!
Uyanık müteahhitler, bir site inşa ederken, siteden tanınmış siyasetçi, tanınmış şarkıcıların daire aldığını propaganda eden bir pazarlama yönetimi kullanırlar. Çünkü popüler kültür insanlarda, ”Ben de oradan bir daire alıp o ünlü kişiyle aynı sitede oturarak, etrafın gözünde sınıf atlayayım” duygusunu kışkırtır. Müteahhitler de bu zaaftan yararlanarak satacakları dairelerin fiyatlarını katlarlar.
Doğrusu Başbakanın Cuma günü yaptığı; “Ben de Sur’da evim olsun istiyorum” açıklaması AKP’lilerin bölgedeki önde gelenleri tarafından “Biz de Sur’da daire alarak başbakanla aynı mahalleden olduğumuzu gösterelim” düşüncesini kışkırtacaktır. Bu da Sur’da TOKİ ya da çeşitli müteahhitlik firmalarının yapacağı sitelerde ev fiyatlarını, dükkan fiyatlarını bölge halkının alım gücünün çok üstüne çıkaracaktır!
EN ACİL TALEP; ‘ÇATIŞMLARIN DURMASI VE BARIŞ’TIR!
Elbette yakılan yıkılan mahallelerin, evlerin işyerlerinin yeniden inşası orada yaşayan halk için yaşamsaldır ve bunların masraflarının da devlet tarafından karşılanması gerekir. Dahası kentlerin yeniden inşasıyla karşı karşıya kalan halk, nasıl bir kentte yaşamak istediği konusunda, bölgedeki mimar, şehir planlamacıları, sosyolog, pedagog gibi uzman kuruluşlar ve kişilerle birlikte karar vermelidir. Ama bütün bunlardan önce bölge halkının en acil talebi; “çatışmaların durdurulması” ve “barış masasının yeniden kurulması”dır.
Bugün, “iliştirilmiş gazeteciler” bile, mikrofonlarını resmi yetkililer ve askerlerin önünden çekip, evi, dükkanı yıkılmış, parkı, okulu yanmış yoksul Kürtlere çevirdiğinde onların ilk dileği “çatışmaların durması”, “kimsenin ölmemesi”, “barışın gelmesi”dir!
Ama Cumhurbaşkanı ve Başbakan (AKP iktidarı) arkalarına Meclisteki CHP yönetimini ve MHP’yi de alarak, “barış”ı, “çatışmaların durmasını” istemeyi, “teröre destek olmak” olarak göstermekte, yandaş basın ve hükümete teslim olmuş sermaye medyasını da savaş baltası olarak kullanmaktadır.
Bölgede olup bitenler; kentlerin tanklarla, toplarla yakılıp yıkılması, sivillerin cesetlerinin sokaklarda çürümesi, bodrumlarda insan mezarlıklarının saklanamaz hale gelmesi, dünyanın her yanında tepki görmeye başlamıştır.
“Terörle mücadele” demagojisinin parçalanması ve Türkiye’nin halklarının da gerçeği görmesi ve ülkeyi kan ve gözyaşı denizine döndüren gerçek sorumlulardan hesap soran bir mücadele çizgisine girmesi de uzak değildir.