İstanbul’da, bir inşaatın altıncı katından düşerek can veren, on beş yaşındaki çocuk işçi Ali Koç’un anısına…
Herhalde hâlâ aynıdır, eskiden mahallenin veletleri arasında kavga çıktığında sık işitilen sorulardan biri “Taş yok mu taş!” idi, ergenlik ve hatta yetişkinliğe de sirayet eden bir arayıştır bu. Şöyle bir bakınırsınız, kavga için tek yol taş atmak değil tabii, zaten mesele de bu, aslında kavga etmeyi istemiyorsunuz, başınıza ne geleceği belli değil, taş yok mu taş sorusunda “İnşallah yoktur da böyle atlatırız” kaygısı var, hem kaçmış da olmuyorsunuz, itibarınız sarsılmıyor, itibar önemli, diğer yandan hırpalanmaktan kurtuluyorsunuz, ne gerek var, ah bir taş olsa, çevreniz de memnun bu durumdan, sağ salimsiniz, “Abi sakin ol ne olur” diyorlar, onları kıramıyorsunuz, atak yapıyor ama sizi tutmaları için dua ediyorsunuz, sonunda iki kişi de aranan taşı bulamıyor ve ahali tarafından sakinleştiriliyor, yakında bir yere oturup çay içerken, “Beni tutmasanız…” diye konuşmayı sürdürüyorsunuz, herkes memnun.
Taş yok mu taş, öyle basit, görmezden gelinecek bir soru değil anlayacağınız, yaşamın her alanında, her ilişkimizde görmek mümkün ki, siyaset de yaşamın parçası.
Muhalefet ne iş yapar, niye vardır? Farklı işlevleri yanında, iktidar olmak, ayrıca demokratik bir siyasal sistemde bir sonraki seçime dek iktidarı denetlemek ve hesap sormak için, devlet gücünü elinde bulunduranlar sınırları hukukla çizilmiş yetkilerini aşmasın, yaşamı kendisine oy vermeyenler için çekilmez hale getirmesin… bunun için çaba harcar muhalefet. Örneğin İngiltere’de gölge kabine var, muhalefet yapar-denetler, muhalefetin lideri ‘muhalefet görevini’ yerine getirmek zorunda. Hiçbir iktidar mensubu çıkıp “Bizi halk seçti, kırın kıçınızı oturun, siz kim oluyorsunuz” demez, zira Türkiye sağının tutkusu Bayarcı ‘milli iradecilik’ söylemi tarihsel gerekçelerle o coğrafyaya uğramamıştır. Bu yüzden, her şeye rağmen prestijli bir demokrasi.
Demek ki demokratik sistemlerde çoğulculuğun iyi kötü sürdürülebilmesi, rezaletlerin hiç olmazsa bir ölçüsünün oluşu; yalnızca iktidarların, meclis çoğunluklarının hüsnüniyetiyle değil, muhalefetin ‘iki seçim’ arasındaki tutumuyla da ilgili. Muhalefet ise yalnızca partilerden oluşmuyor, bir de karmaşık yapısıyla toplumsal muhalefet var ve Türkiye’de ikisinin hali de iç açıcı değil. Partilerin son zamanlarda ‘daha’ umut verici performansını ve toplumsal muhalefetin özellikle ‘kadın hareketi’ faslını güzel istisnai gelişmeler olarak bir yana koyalım. Sesini duyurmaya çalışan gruplar da var, kişiler de, partiler de. Çok yıpranıyorlar, ciddi bedeller ödeniyor. Her neyse, konu yapılanlar değil, yapılmayanlar.
Birkaç yıldır giderek daha yüksek sesle dile gelen muhalif tepkilerinden özellikle ikisi, sarf edilme sıklığı oranında dikkat çekici: “Başka bir ülkede şunun binde biri yaşansa…” ile başlayan varsayım ve diğeri, “Bir savcı yok mu?” sorusu.
İlkine bakalım… Öncelikle, burada kastedilen demokratik ülkeler olmalı, yoksa çok sayıda toprakta benzer şeyler yaşanıyor aslında, yolsuzluk iddiaları, adaletsiz uygulamalar vs. ayyuka çıkıyor ve oralarda da hiçbir şey olmuyor, çünkü demir yumrukla, silah gücüyle, zorbalıkla yönetiliyorlar. Bu yüzden ‘başka bir ülkede olsa’ sözüyle klasik demokrasinin temel ilkelerini benimsemiş sistemlerin referans alındığını kabul edebiliriz. Evet, bir demokraside, tanık olduklarımızın binde biri yaşansaydı hükümet değişirdi, birileri istifa ederdi, yargılanırdı vs.
Doğru olmasına doğru da, o ‘başka’ ülkelerde yalnızca hükümetler başka değil, başka bir toplum, başka bir basın, başka bir akademi, başka bir siyasal-toplumsal kültür, başka bir hukuk sistemi, başka bir bürokrat ve siyasetçi kumaşı da söz konusu.
Örneğin o başka ülkelerdeki yurttaş ortalamasına, elle tutulur tek bir delil olmadan verilen müebbet hapis cezasını anlatamazsınız ve o başka ülkenin başka yazarları, skandal bir mahkeme kararının ardından, hâlâ, yüzleri hiç kızarmadan Kavala’nın adını anmaksızın yazı yazmaz, yazamaz. O başka ülkenin yurttaşı, siyasetçilerin yıllarca hapsedilmesini, tutuklu yargılanmasını yaşamın olağan akışı gibi algılamaz. O başka ülkelerde örneğin bizdeki gibi bir imar barışı yasası çıkmaz. O başka ülkelerde çoluk çocuğun istismarına sessiz kalınmaz. O başka ülkelerde birileri diğerlerinin suratına bakıp yılışık bir sırıtmayla ‘bal tutan parmağını yalar’ ya da ‘yolsuzluğu gözünle gördün mü ki’ filan demez. İnanmayacaksınız ama o başka ülkelerin başka hukuk sistemlerinde, Türkiye’de OHAL KHK’si ile yapılanlar yapılamaz, anayasa çıtlata çıtlata askıya alınamaz, ola ki birileri buna kalkışırsa, hiç olmazsa o başka memleketin başka hukukçuları olup bitene adam akıllı tepki gösterir, mahcubiyet verici bir sessizliğe bürünmez. Hakikaten dayanamıyorum, bir kez daha yazacağım, bu memleketin üniversitelerinde, hukuk fakültelerinde iki yıl boyunca bir OHAL toplantısı yapılmadı, iki yıl, insanın kafası karışır da bir gün yanlışlıkla toplanır, yok hayır, olmadı.
Gelelim muhalefete ve muhaliflerin bıkkınlık veren “Bir savcı yok mu?” sorusuna.
Savcı var. Epeycesi 15 Temmuz sonrasında atandı. Görüyorsunuz şimdi, yirmili yaşlarda sulh ceza hâkimleri vs. Artık olanı biteni fark etmeyen kaldığını düşünmüyorum. Boşverelim şimdi onları. HSK’nin yedi üyesini meclis seçiyor, üçünü CHP-İYİP-Saadet belirledi. TBMM’de yapılan seçimi hatırlayan var mı, muhalefet partileri iktidarla nasıl uzlaştı ve yargı tartışması ayyuka çıkmışken o üyeler ne yapar? ‘Anayasa aykırı anayasa değişikliğine’ evet diyeceğini göğsünü gere gere açıklayıp o anormal düzenlemeye yol veren ve vekillerin hapse girmesine neden olan İsveçli siyasetçiyi hatırlıyor musunuz peki? Aman, seçim geliyor, az kaldı, hepsini unutalım, saçmalamayalım, kabul. Güzel de, yolsuzluğa israf denildiğini, sırf birkaç iktidar yandaşına şirin görünmek yurttaşa aptal muamelesi yapıldığını nasıl ve neden unutalım?
Ne dersiniz, yasa dışılıkla mücadele yalnızca yargının sorumluluğunda mı? Toplumun, siyasetçilerin, muhalefetin yapması gerekenler yok mu? Ülkede 20 yıldır bir iktidar varsa, 20 yıldır bir muhalefet de var, öyle ya. Örneğin, muhalefet bir gün iktidar olduğunda o meşhur tuğlayı çekecek mi? Marmaris’te yargı kararını görmezden gelerek inşaatı sürdüren ve çoktan satışa başlayan firma, iktidar değiştiğinde o yapının yıkılacağını bilse buna cesaret edebilir mi? Sizce yıkılır mı, diğer kaçak yapılar, ormanlık alanlara kondurulan villa, site ve oteller… Hiçbiri yıkılmayacak. Tuğla demişken, neden faili meçhuller ve Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı suikastı itirafının üzerine gidilmedi pek? Nedeni, devletin âlî menfaatlerine halel gelme endişesi olmasın, bir gün adam akıllı araştırılır mı bu cinayet? Umut?
Hiçbir siyasetçi ve görüp bildiğini yazmaktan imtina eden yazar, yanıtı belli bir soruyu papağan gibi yineleyerek sorumluluktan kurtulamaz. Peker’in, herkesin duyma-bilme ihtimali olmayan konulara değindiğine, bazı ‘özel’ bilgiler verdiğine kuşku yok. Ancak ayrıntılar bir yana, söz edilen iddiaların hiçbirinin muhalefetteki siyasetçiler tarafından bilinmediğini, ilk kez duyduklarını düşünmek için insanın aklını kaybetmiş olması gerekir. Çiğdem Toker gibi, araştıran ve muhtelif rezaletleri cesaretle yazıp çizen az sayıda gazeteci yıllardır ne için çaba harcıyor? İhale yasasındaki değişiklik furyası hangi tarihte başladı? Altılı masanın ikisi, daha düne dek olup biteni içeriden gözlemliyordu. Diğer partiler, çok yerden bilgi alıyor, her kurumdan ve olup bitenden haberdarlar. Yıllardır israf misraf diyerek ahaliyle dalga geçiyorlar.
Şu iddiaları araştıracak bir savcı yok mu? Olmaz olur mu, vardır mutlaka, tamam da ne yapsın o savcı? Bu çapta soruşturmalar, arkasında devlet gücü/desteği olmadan mümkün mü, örneği var mı? Velev ki bir kişi cesaret etti, kaç saat sürer işinden edilmesi? Şu yazıyı okuyanlardan kaçı, yarın, sahip olduklarının çoğunu kaybetmeyi göze alır? Laf olsun torba dolsun, savcı yok muuu, savcı yok muuu… Son Gezi kararlarına bir-iki hâkim muhalefet şerhi düştü, sonra sürüldüler, adlarını hatırlayan? ‘Unutursak kanımız kurudu mu,’ hayır, benim kurumadı. Ne güzel memleket, herkes yekdiğerinden cesaret ve erdem bekliyor. Bir savcının, gerektiğinde harekete geçmesi hiç kuşkusuz gerekli ve yaşamsal, bunun nesini tartışacağız; buna mukabil yasa dışılıkla mücadelede sorumluluk yalnızca onların omuzlarında değil, söylediğim bu. Devir değişene dek, istese dahi ses vermeyecek o savcıyı beklemeyi bırakıp topluma ve siyasete baksak, belki daha anlamlı bir iş yapmış oluruz.
Ayıca, bir gün bir savcı kameralar karşısına geçer ve “Yurttaşlar, ‘Bildiklerimi söylersem mahvolursunuz’ şımarıklığını marifet zanneden zevzek siyasetçiler, ekonomi bozulmadığı sürece yolsuzluk iddialarını ve kendine zararı dokunmayan hiçbir adaletsizliği umursamayan muhterem toplum ortalaması, ey ahali, neredesiniz?” derse, ne yanıt verilebileceğini de düşünelim.
Yazıyı bitirdim, internete baktım, Çakıcı ile Bahçeli kol kola poz vermiş. Hrant Dink’i öldürenlere destek olan bir türkücü de, Peker için şarkı yapmış. Bakanlar, bazı tarikat mensuplarıyla buluşmuş. Diğer haberler de farklı değildi. Ezcümle, bizim savcılık bir halimizin bulunmadığı, yargı mekanizmasının çoğu derdimize deva olmayacağı kanısındayım.
Yazı önerisi: Gezi tutsaklarından Ali Hakan Altınay’ın ‘Önyargılara karşı çok da önyargılı olmamak lazım’ başlıklı yazısı. İşte bir de ve neyse ki böyle insanlar var.