Uzun süredir, yazının başına oturduğumda önce, “Hangi birini yazacağım, bu ne menem bir haftaydı” paniği oluyor. Sonra gündeme bakıp “Daha bunun neyini yazacağım, her şey o kadar aşikar ki” diyorum.
Önceleri, kendime iyi gelen, bulduğum tutunacak dalları yazardım, bazen de o dalları yazarken bulurdum.
Pazar köşesi bu, kahvaltı yanında iyi gitmelidir, bir kahveye eşlik edebilmelidir. Kahvenin tadı mı kaldı, su bile çürüdü.
Gençken, çok öfkelendiğimde, otoban kenarındaki yoldan yürür, arabaların gürültülü geçişlerinde, uğultular arasında kaynayacağını düşünerek içimdekileri haykırırdım.
Midas’ın kulaklarını metropolün uğultulu kuyusuna bağırırdım.
İşte şimdilerde, herkesin bildiğini oturup bir daha yazmak biraz da bu içinde tutamama hissinden gibi. Otoban kenarında tenha yollarda yürüyemiyor zaten artık kadınlar.
“Elim sanata düşer usta
Dilim küfre,
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?”
Bu günlerde Refik Durbaş’ın bu şiirini Zülfü Livaneli’nin sesinden dinleyip duruyorum.
Her gün bir şeyler, çok ağırıma gidiyor. Ağırına gitmek deyimini düşünüyorum.
Sözlük; onuruna dokunmak, gücüne gitmek diye açıklıyor.
Ben ağır bir yük taşımakla ağrı vermesi arasında gidip geliyorum.
Ülke bizler için dev bir açık cezaevine döndü. Bize her şey yasak, ihtiyaçları alacak para yok, emeğimiz sömürülüyor, sokağa çıkılmıyor. Ama birilerine hep indirimler, teşvikler, vergi afları, kalabalık kutlamalar, şarkılar türküler, bir yerde bir hayat yaşanıyor da bize koklatılmıyor.
Evi olmayana sokağa çıkma yasağından ceza kesiliyor. Millet maskeye verecek para bulamadığından ceza ödememek için yerde bulduğunu alıp takıyor.
Kongreler ağrıma gidiyor.
Hepimizi “devletin operasyonunu sorgulayacağına üzül, yas tut, lanet oku, dua oku” diye azarlamamışlar gibi 16 ölümün üzerine neon ışıklar, ledler, müzik, alkış kıyamet yapılan kongreler daha bir ağrıma gidiyor.
Şunun şurası 8 Mart’a kaç gün kalmış. Bir kadın vekil çıkıp kadınların onur ve haysiyetine süre şerhi koydu. Gelen tepkilerin içinden ahlaksız, izansız bir tanesi seçildi, medya manşet girdi: Özlem Zengin’e çirkin linç girişimi, soruşturma başlatıldı.
Biz kadınlar kenara çekildik zira vekil bu şekilde bizden daha mağdur olmuş oldu.
El artırmaya devam etti, kürsüden haykırdı: Siz ne anlarsınız kadın haklarından?
Kadın mücadelesinin yüzlerce bileşenini, milyonlarca kadını, adliye önü nöbetlerini, avukatların, hak savunucuların, gönüllü terapistlerin emeklerini, şehir meydanlarında bildiri dağıtan kadınları, işsize iş, evsize ev olan kız kardeşliği düşündüm. Nadira Kadirova, Rabia Naz, Aleyna Çakır, Gülistan Doku davalarını düşündüm.
Neden sorgulanması gerekenlerin onca zaman sorgulanamadığını, yargılanmadığını.
Özlem Zengin’in herkesten iyi bildiğini düşündüğü kadın haklarını düşündüm. 1 yıl önce Mecliste “Nerede bir başörtülü kadın mağdur olursa ben yanında olacağım” demişti. Çıplak aramadaki başörtülüleri hariç tuttu, bebeklerini talimatla doğurmakla itham etti. Boğaziçi eylemlerindeki başörtülüleri de saymadı, vitrin süsü lafına bile ses çıkarmadı. Onun, “Bu işe ömrümüzü verdik, eylemlerdeydik” dediği alanda ben de vardım, kolluk dayağını da yemiştim. O eylemlerde solcular yok muydu? Biz kadın değil miydik? Bizim bir tek talebimize ses vermemiş birinden “Ne bilirsiniz kadın haklarını” lafını duymak ağırıma gitti. Ağrıtıyor kalbi.
Göz göre göre seçimi kazanmak için yasayı, yetmedi anayasayı değiştirmeyi, olmadı parti kapatmayı, kapatamazlarsa tüm vekillerini tutuklamayı deniyorlar.
Ben Akşener’in Mecliste yaptığı, Me Too hareketine dahil edilebilecek çıkışını dinlemişim, yakın çevresinden yaşadığı “sus” baskısını samimiyetle anlattı diye bir an ümitlenmişim, kadın mücadelesi adına.
Yardımcısı çıkıp “Fezlekelere evet diyeceğiz” diyor.
Filozof Peter Singer’ın “Uzakta olana duyarsızlık” üzerine bir deneyi vardı. Bir parktaki göle kız çocuğunun düştüğünü görünce, üzerindeki tişörtü düşünmeden atlıyor insanlar, ahlaki görev duygusuyla, maliyet düşünmeden. Ancak uzakta bir kız çocuğunu kurtarmak için bir tişört kadar bağış yapmıyorlar. Maliyet aynı, efor daha az, ahlaki sorumluluk aynı: bir kız çocuğunun hayatı.
Ama ikincisinde o ahlaki yükümlülüğü hissetmiyorlar.
The Atlantic’te Yascha Mounk’un pandemideki duyarsızlığa dair yazdığı bir yazıda vardı: ahlaki acemilik kavramı.
Eline silah alıp birini öldürmeyecek insanların, tedbirsiz sokakta gezmelerinin aynı sonuca neden olacağını kavrayamamaları üzerine “ahlaki içgüdülerin henüz bu krize göre törpülenmediğini, bunun da ahlaki bir acemilik olduğunu yazmıştı.
Bin yıldır aynı mevzu, hâlâ nasıl beceremez insan empati yapmayı? Uzakta olana duyarsızlık değil artık bu, her şey dibimizde yaşanıyor.
5 kilo ayçiçeği yağına, bebek mamasına hırsız alarmı takıldığı bir dönem daha oldu mu?
İstanbul seçimlerinde gördük, çözüm sürecinde iktidar beyanlarını okuduk. Şimdi hık desek terörist diyenlerin çözüm sürecindeki yazılarına, beyanlarına, konuşmalarına bir bakın, bugün o yazıları biz yazsak yatarı kaç yıldır? Hâlâ tepkiniz HDP’ye mi? O gün o yazıları yazdıran bugün böyle buyurdu diye fezlekeye evet denir mi?
Ahlaki acemilikle açıklanabilir mi? 20 sene, acemiliği atmak için yeterli bir süre değil mi? Ergenekon, Balyoz, Demirtaş, Kavala, Gezi… Hiç mi okumadınız o iddianameleri? Hiç mi sorgulamadınız? Bir siz kaldınız yargılanmayan neredeyse, bir şafak vakti kapınıza dayanmaları mı lazım uzaktan olana duyarsızlığı aşmak için?
Omurgayı dik tutacağınız yer illaki ezberleriniz mi yoksa bu hayat memat vaziyetinden toplumu sağ- selamet çıkarabilmek vazifesi mi?
Bu sorumluluğu almayan da bu vazifeye çağıranla aynı acıyı çekecek sonunda.
“Cehennemin en kızgın ateşi, ahlaki bir çöküş yaşandığı zamanlarda tepkisizliğini muhafaza edenleri yakacaktır” diyordu Dante Alighieri
Gösterdiğiniz tavır kadar gösteremediğinizden de sorumlu olursunuz.
Bazen susmanın bedeli konuşmaktan ağırdır.
Sıradan bir yurttaş olarak çok ağırıma gidiyor, bilmiyorum bu yükü bunlar nasıl taşıyor.
Geleceğe bakacaksak, ağrım çok ama Dante’ye sığınarak bitirelim bu hafta:
O tohuma bir can suyu verseniz yetecek be!