“Kur’an’ın “iman ettik” demekle cennete giremeyeceklerini vurguladığı insanlar ile iman edişleri sonucunda kendilerine cennetin kapılarının açılacağı insanların ortak noktası İman olmasına rağmen, akıbetlerindeki farkın temel belirleyeni nedir?
Bu temel belirleyici: AMELİ/PRAKSİSİ doğuran farkındalık ruhudur. İnsan bu potansiyele fıtri olarak sahiptir. Onu ya vicdanının derinliklerinde susturur ve ona kulak tıkar ya da o sesi dinleyerek insanlığın adalet ve özgürlük mimarlığına soyunur.
Bu fıtri eğilimin ortaya çıkarması beklenen adil çabaların ve sistemlerin üzeri hangi kılıflarla örtülerek ussallaştırılmaktadır? Bu yazımda özellikle Dar-İslamcı zihniyetin bu gerçeğin üzerini teolojik ve politik açıdan perdelemesi üzerinde durmaya çalışacağım.
İman şemsiyesi altında teolojik uğraşlarla eriyen, global ifsat baronlarının karşısında silikleşen imanl(ıl)ara şu soruyu soruyor Allah: “İnsanlar ‘inandık’ demekle salıverileceklerini mi zannediyorlar?”
Kendine ve yaşamın özüne yabancılaşmamış bir insan “sadece Hanif/sadece teolog/sadece düşünür-entel/sadece Hatip” değildir.
Bu nedenle “İçinde yaşadığım toplumun hali ne olacak?
Bu zulüm-sömürü çarkının beslendiği menbaı nasıl kurutabilirim?
Yaslanmam gereken cesaretin ve gücün ana kaynağına nasıl ulaşabilirim?”
diye kayboluşa/yabancılaşmaya ve her türlü sömürüye karşı toplumun hakkını bireyin çıkarlarına, liberal ya da feodal sömürülere mahkûm etmeden, varoluşun ve hayatın her alanıyla tanış olmak üzere ayaklanan bir insanı muhatap aldı Allah. Ve insanlığın önüne çıkıp yaşamı yeniden kurmak için insanın kendisiyle el ele vermesini istedi.
Arapçasıyla: “L“, Kürtçesiyle “EDİ BESE LO“, Türkçesiyle “KAHROLSUN” diye haykıran Devrimci Peygamber’in, Alak ve Kalem surelerinde var olan ilk eleştirileri gündeme bomba gibi düştü. “İçtenlikle Allah’a dönmek” demek olan “toplumsal eşitliğe ve adalete yönelenleri” engellemeye kalkan zihniyeti: Tağut ve Müstağni (azgın) olarak niteleyen bu haykırış (Alak/6-7, 9), Kalem suresinde toplumsal eşitliği sağlamaktan kaçınıp malları üzerinde yıkılmaz bir iktidar kurmayı hedefleyen zihniyetin suratında yumruk gibi patladı. Merak edenler daha ilk surelerde tağutların ve zalimlerin, toplumu sınıflara böldüklerini, dolayısıyla şirk koşmanın temelinde hangi itkilerin yattığını görebilirler.
“Onlar, “Rabbimizi tesbih ederiz (yüceltiriz). Şüphesiz biz zalim kimseler (zalimîne) imişiz” dediler.
Bunun üzerine birbirlerini kınamaya başladılar
Şöyle dediler: “Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimseler (tağyin) imişiz. (Kalem: 29-31)
Bugün Dar-İslamcı zihniyet, Modern Ulus-Devlet mekanizması üzerinde hâkimiyeti ele geçirmek istiyor. “Rabb” ve “İlah” kavramlarına yüklenerek, ümmet dinamiğinin de rüzgârlarını arkalarına almak suretiyle tersinden dine dayalı bir zulüm, baskı ve sömürü düzeni oluşturma tehlikesinin kendilerini beklediğini konuşmadan, kendi söylemlerini aydınlanmacı Dar-Materyalizmin kuru akılcı ve bilimci söylemi karşısında besliyorlar.
Oysa laik, modernist, ulusçu, pozitif, kutsalsız, seküler mekanizmalar ne kadar tehlikeli ve sömürücüyse, din merkezli, anti-modernist, ilahçı, kutsalcı mekanizmalar da aynı şekilde tehlikelidir ve kolayca sömürücü bir sisteme dönüşebilir. Tarih, din merkezli hareketlerin ve devletlerin bu örnekleri ile doludur. Çünkü Dar-İslamcı zihniyet düşman olarak seçtiği sağcılaşma ve materyalist eğilimlere benzer şekilde kendisi de burjuvazi ve iktidarın/mülkiyetin tabiatı ile adam gibi hesaplaşmamıştır.
Efendim!
Zenginlik de fakirlik de imtihanmış da…
Önemli olan ahlaklı zengin olmakmış da…
Mülk ve sermayeye düşman olmak “gomünist(!)likmiş de….
Bunlar soldan etkilenmekmiş de
İslam ne sağ ne de solmuş; İslam, islammış da…
Dergi başlıkları misali sloganik bu söylemlerin biraz üzerine gittiğimiz zaman, Dar-İslamcıların yaşadığı gerçekliğin boğazlarına kadar batmış oldukları kapitalizm olduğunu görmemek için kör olmak gerekir.
Aydınlanmacı Dar-Solculuk üzerinden bütün EŞİTLİK taleplerine sırtını çeviren bu zihniyet, hür teşebbüsün, kalkınmacı iktisadın insanı nasıl köleleştirdiğini ve ekolojiyi nasıl yağmaladığını düşünmeden, burjuvazinin hâkimiyet itkisini hangi dinsel argümanlarla perdelediğinin de farkına varmadan ezilen toplumu dönüştürmeye çalışmakta ve bunun adı da “toplumsal şahitlik” olmaktadır.
Çünkü Dar-İslamcılığın hikmetten anladığı siyasal anlamda hâkimiyettir. Bütün derdi de budur zaten. Güya bir lokma bir hırka felsefesine karşı çıkıyor gibi olup, ahlaklı zenginliği ya da abdestli kapitalizmi çözüm olarak önermektedir. Abdestli kapitalist sınıfın varlığı ise dinsel ve siyasal anlamda akide ve hâkimiyet esasına dayanmaktadır. Din afyonuyla uyuşmakta budur zaten. Ah anlayabilene…
Ancak bu zihniyet, “İyi de Usve-i Hasene olan peygamberimiz neden zengin değildi” diye sorduğunuzda
“Ama Abdurrahman b. Avf’a ne diyeceksin? Hz. Osman savaşta ordunun finansını sağladı; zengin olmasaydı sermayeyi nereden bulacaktı? Ne yani çapulcu mu olalım?”
Bunlar zenginin elindeki fazla malı yoksula/kamuya dağıtmasını LÜTUF zannediyorlar. Oysa bu bir zorunluluktur. Zira ihtiyacından fazlasını dağıtmak, Peygamberimizin sadece kendisini ilgilendiren bir davranış biçimi değil, insanlığa rahmet olacak paylaşım örnekliğinin bizzat onun şahsında ete-kemiğe bürünmesidir. Eğer peygamberle birlikte yapılan mücadelede birileri malını vermişse bu, onların nasıl bir paylaşım içinde olduklarını gösterir. Tevhid, zulmeden sınıfları eşitliğe davet etmek olup, bunu önce bizzat fazla mülke sahip olanların kendilerinin yapmasıdır. Buradan lütuf ve zenginin üstünlüğü çıkmaz. Buradan kulluk ve akide çıkar. Ama ne yazık ki, Dar-İslamcı zihniyetin akidesi, eşitliğin yanından bile geçmemektedir. Hatta Dar-İslamcı zihniyet bu örnekler üzerinden “zekâtını veriyorsa jeepine de biner” mantığı çıkarıp daha işin başından kapitalistin bizzat kendisi olduğunu ortaya koymaktadır. Hiç boşuna “anti-kapitalist” olduğunu dillerine dolamalarına gerek yok; diğer yandan da dillerine doladıkları Materyalist-Sol düşmanlığı aslında onların örtülü kapitalist eğilimlerini perdelemektedir.
Ortodoks-Marksist, Dar-Solcu anlayışlar da bunlardaki abdestli kapitalist duruşlar üzerinden Tevhid’i ve peygamberleri feodalite ve gericilikle itham ederek, insanlığı üretim-tüketim çarkında zavallı bir homo-economicus mesabesine indirgemektedirler.
Yani Dar-Sol ile kapitalist din(i)darlık aslında birbirlerini besleyen ve birbirlerinin muhalefetine ihtiyaç duyan iki köksüz sapkınlıktır. Biri madde üzerinden diğeri de Allah üzerinden İnsanı mankurtlaştırmaktadır..
İşte bunu fark eden ve bu yanlışlığa itiraz eden Müslümanlara “komünist” yaftası vurulmaktadır.
Mevcut saray fıkhının zenginden yana olan sistematiğini sorgulamak için birtakım sahabelerin mülkle kurduğu ilişkiyi kritiğe tabii tuttuğunuz zaman, bunlar sizi SAHABEYE KÜFRETMEKLE suçlarlar. Zira eninde sonunda bir şekilde ATALARININ SARAY FIKHINI ve bu fıkhın ekonomi-politiğini bugüne taşıma arzusu içindedirler.
İnsanın selameti için insandan yana olup sömürüyle hesaplaşmak yerine, insan üzerinden siyasal hâkimiyet için güya Allah adına(!) mücadele eden bu zihniyet açısından önemli olan insan değildir. Dillerine doladıkları iman, ahlak, namaz, oruç vs. bir tek ama bir tek şeyi kapatmaya yarıyor. O da, reddettikleri dünyevi iktidarların/beşeri sistemlerin fiyat etiketleriyle kurdukları paralelliktir. Yanlarında çalıştırdıkları emekçilerle kurdukları bağ nedense eşitlik üzerine değil, “kapitalist fıkıh” üzerinedir. Yani zengini koruyan fıkhın sömürüsü altında zengin-yoksul uçurumuna İMTİHAN diyerek iman etmek! Yani bunlarınki “anti-gomünist” mülahazalardır!
İnsanın fena fi’t-teoloji/din manyaklığı düzeyinde kendisine yabancılaşmasına sebebiyet veren söylemlere ve iktidarlara karşı başkaldırarak Rahman’la ünsiyet kurup kendisine sahip çıkması gerektiğine dair düşüncelerimi ise diğer yazımda sunmaya çalışacağım.