Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, “insani”lik vasfını yitirmiş olanlar “İslami”likten bahsediyorlar. Öyle garip bir durum ki… Tabiattan, hayattan ve toplumdan kopuşun adı “İslam”, bölü(nü)p parçala(n)manın adı da “Tevhid” olmuş. Klasik zihin halüsinasyon görmeye devam ediyor. Bir üstünlük iddiası, bir hâkimiyet sevdasıdır gidiyor. Akıl ve vicdan tutulması öyle bir hal almış ki, biri çıkıp da sormuyor: Kimsiniz siz? Sizi diğerlerinden ayrıcalıklı kılan nedir? Sizi diğerlerinden ayrıcalıklı kılan neyiniz var? Hangi vasıflara, hangi üstün meziyetlere sahipsiniz? Muhammed’in yolunun sadık hizmetkârları(!) olan sizler, neden zillete duçar oldunuz?
Bizim klasik bir söylemimiz vardır, şöyle deriz: “Peygamberler insanlığın öğretmenleridir.” Güzel ve bir o kadar da yerinde bir sözdür bu. Lakin vaktiyle insanlığın vicdanı olmuş şahsiyetlerden biri, bu sözü tamamlarcasına şöyle der: “Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödüyor demektir” (Nietzsche; Ecce Homo/Kişi Nasıl Kendisi Olur?).
Kur’an’da isimleri zikredilen peygamberlerin mücadelelerine bakın, belirleyici unsurun eylem olduğunu göreceksiniz. Peygamberlerin bize öğretmiş olduğu din, insanı hayatın içinde, sorunların ortasında eğitir, deyim yerindeyse sokakta, çarşıda, pazarda inşa eder; dört duvar arasında imal edilmemiş, masa başında kurgulanmamıştır. Ali Şeriati, “Böylece sizi vasat/orta bir ümmet yaptık ki, insanlar üzerine şahitler olasınız/insanlığın huzurunda hakikate şahitlik edesiniz…” (2/143) ayetini tefsir ederken konuyla ilgili olarak şunları söyler: “Peki nerede talim yapmak lazım? Hayatta! Fırsat ne kadar? Bir ömür!… Peki, neyin ortasında? “Vasat/orta”; yani bu ümmet, zamanın ve zeminin ortasında, meydanın orta yerinde ve çatışmaların, olayların arasında… “İnsanlara “şehitler” olasınız diye”; fert kendini o şekilde kursun, öyle bir önder haline getirsin ki, insanlık onu önderin şahidi (örneği) olarak görsün! Yani Muhammed ümmetinin her ferdi, insanlığın bir önderi…” (Ali Şeriati; Ayet Yorumları, s. 35-41)
Ancak ne var ki, Türkiye İslamcılığı kendisini iktidara endekslemek (kafayı siyasetle bozmak) suretiyle tamamen politize oldu. Sokaklara ilgisiz kaldı, gecekondu mahallelerini, okulları, fabrikaları önemsemedi, açlara, yoksullara, işsizlere sırt çevirdi, yetimleri, öksüzleri, sokak çocuklarını yitirdi, bir başka ifadeyle zihnen ve fiilen “elveda hayat-elveda toplum” dedi. Gittikçe derinleşen yüz kızartıcı çelişki (sınıf çelişkisi) karşısında tüm kurgular, tezler ve teoriler yerle bir oldu. Bu bakımdan klasik İslamcılık toplum-dışı nazarî bir akımdır. Hayatın, içinde yaşadığı toplumun ve insanlığın sorunlarıyla ilgilenmez. Bu düşünceye göre, yaşanan tüm çarpıklıklar “mevcut sistemin sorunları”dır; dolayısıyla “İslam” geldiğinde tüm sorunlar kendiliğinden hallolacaktır. Bu yaklaşım, hayal âleminde yaşamanın, dolayısıyla hayattan kopuşun en belirgin ifadesidir. Zat-ı muhterem üç çocuk babasıdır, ancak kendisini realiteden öyle bir soyutlamıştır ki, okulların önünde uyuşturucu satılması, çocuklara yönelik cinsel istismar veya sokaklarda yatıp kalkan çocuklar onun problemi değildir. Çünkü o, 21. yüzyıl Türkiye’sinde değil, zihninde kurguladığı hayali bir Medine’de yaşamaktadır.
İslamcılar yaklaşık otuz senedir bu ülkede “İslami-Tevhidi kimlik”ten, “Kur’an nesli”nden ve “vahyi hayata taşımak”tan dem vuruyorlar. Ancak her ne hikmetse şimdiye kadar bu söylemlerin hayata yansıdığını gören ya da duyan yok. Deyim yerindeyse “Kayıp aranıyor!” Hâlbuki İnsan, her ne kadar birtakım söylemler geliştirmek suretiyle kimlik izharında bulunsa da bu, sonuç itibariyle bir iddia olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmez. Zira kimlik, onun düşünce, söylem (teori) ve eylemlerinin (pratik) toplamıdır. Bu noktada düşünce, insanın hayata ve olaylara bakışını şekillendirmesi bakımından kimlik oluşumunun temel yapı taşıdır. Bunun yanı sıra düşüncenin söylem ve pratiklere yansıması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Dolayısıyla bu üç ana unsurdan birinin diğerleriyle çelişmesi durumunda sağlıklı bir kimlik oluşumundan söz etmek mümkün olmaz. Birtakım istisnalar dışında genel olarak insan hayatında düşünce ve söylemlerin birbirleriyle çelişmedikleri görülür. Bu bakımdan sağlıklı bir kimlik inşasının önündeki en büyük engel, pratiklerin düşünce ve söylemlerle zıtlık arz etmesidir. Bir başka ifadeyle, nihai olarak kimliği belirleyen pratiklerdir. İnsanın ortaya koyduğu tutum ve davranışlar onu “ebrar/iyiler” veya “füccar/kötüler” sınıfına sokar (82/13-14).
Nitekim Kur’an’da “mü’minler”den, “kâfirler”den ve “münafıklar”dan söz edilen ayetlere bakıldığında bunu açık bir biçimde görmek mümkündür. Zira söz konusu ayetlerde yapılan kimlik tanımlamalarında “iman”, “inkâr” ve “ikiyüzlülük”, doğrudan ortaya konan pratiklerle ilişkilendirilmiştir.
Bununla birlikte Kur’an, insani-İslami ayrımı yapmaz, hatta “İslami” olarak nitelendirilebilecek farklı, orijinal bir kimlik oluşumundan söz etmez; aksine fıtrî/insani değerlere “İslam” adını verir. Zira din, yaratılıştan gelen, hayatın içinden fışkıran, insanın vicdanından neşet eden bir olgudur. Başta insan olmak üzere tüm varlıklar, gördüğümüz-göremediğimiz her şey, düzenli bir şekilde varoluşlarının gayesini oluşturan bir sisteme tabidirler. Bu tabi oluş ve boyun eğişe “fıtrat kanunu” veya “tabiat kanunu” denir. Nitekim İslam, “fıtrata dönüş” çağrısıdır ki, her insan aynı fıtrat üzere doğar (30/30). Peygamber bunu şu şekilde dile getirir: “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar” (Buhari, Cenaiz, 2). Yine Kur’an, insanın Allah’la ahitleşmesinden söz eder (20/115). Bu ahitleşme bütünüyle fıtrîdir. İnsan, Allah’ın yaratma eylemine varoluşsal bir cevap vermiştir (7/172-173). Bu bakımdan her insan fıtratı itibariyle Allah’ın yegâne Rab oluşuna tanıklık eder. Ancak aklın ve fıtratın gerektirdiği hükmü ihlal edenler/fâsıklar -“fısk”ın bu şekilde çevirisi için bkz. Rağıb; Müfredat- Allah’la ahitleştikten sonra O’na verdikleri sözü bozarlar, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi koparıp ayırırlar ve yeryüzünde fesat çıkarırlar… (2/27). Burada birbiriyle bağlantılı olan üç yıkıcı yaklaşım söz konusudur: Fıtrata ihanet (ahde vefasızlık); zihnen ve fiilen bütünü parçalama (örneğin insani-İslami ayrımı gibi); varlık kanunlarıyla çatışma, dengeyi bozma ve gayri ahlaki tutum ve davranışlar (fesat).
Şu halde insan, “fıtrata dönüş” çağrısına kulak vererek varlık kanunlarıyla çatışmamalı, tabiatın bir mensubu olarak oluşa pozitif yönde katkıda bulunmalı, insanlığın ortak değerlerine sahip çıkarak mensubu olduğu bütünün imarı ve ıslahı için çalışmalıdır.
Herhangi birisi kalkar ve bir düşünce, bir söylem veya bir pratik ortaya koyar, bu düşünce, söylem veya pratik ya akla, vicdana, sağduyuya, hulâsa fıtrata uygundur ya da değildir. Eğer uygunsa maksat hâsıl olmuştur ve din onu tasdik eder. Kişi buna “İslam” der ya da demez, bu tali bir meseledir. Bu bakımdan insani-İslami ayrımı suni bir ayrımdır. Hatta bunun da ötesinde adaletli ve merhametli olmak, eşit bir şekilde paylaşmak, yoksullara yardım etmek, yetimin hakkını gözetmek, daha genel bir ifadeyle diğer insanların haklarına riayet etmek vb. tutum ve davranışları “İslami-Gayri İslami” ayrımına tabi tutmak abesle iştigaldir. İlla da “İslami” denecekse, insanlığın üzerinde ittifak ettiği (ortak) değerlerin tümü İslami’dir. Hatta denebilir ki, “İslamilik insanilikle en yüksek seviyeye ulaşır.” Bu bakımdan yazının ilerleyen bölümlerinde de görüleceği üzere kişi, fıtratında mündemiç olan manevi-ahlaki ilkeler manzumesini hayata yansıtabildiği oranda insani, dolayısıyla “İslami” kimlik sahibidir.
Ancak ne yazık ki, bugün kendilerini İslam’a ve Tevhid Akidesi’ne nispet eden kişi ve toplulukların ekseriyetle dinin özünden/ana gayesinden uzaklaştıkları, “etiket davası” güttükleri, dolayısıyla sözde kalan “Gayri insani/Gayri İslami” bir kimliğe sahip oldukları görülmektedir. Bu düşünceye göre “İslam”, fıtrattan, insani değerlerden, erdemden ayrı bir şey; yaratılıştan kaynaklanmıyor, dahası hayatın içinden, insanlığın vicdanından fışkırmamış, uzaydan gelmiş. Bu öyle sakat bir zihniyettir ki, kişi, doğuştan sahip olduğu tüm değerleri önce Allah’a geri iade eder, sonra da ellerini gökyüzüne açarak O’ndan bu değerleri dilenir. Tabii bu durumda Allah ona hiçbir şey vermez. Zira yukarıdan aşağıya gelen hiçbir şey yoktur, insanlık tarihi boyunca da olmamıştır.
İslam, bütünüyle bir yeryüzü ve insanlık dinidir; tabiatı, insanı, toplumu ve dolayısıyla sosyal ilişkileri konu edinir. Kur’an, Allah merkezli bir dil kullanır ve yeryüzünde meydana gelen her türlü fiili durumu “Allah” kavramıyla açıklar; zira üzerinde yaşadığımız coğrafyada dil ve kültür bu biçimde şekillenmiştir. Kur’an dikkatli bir biçimde incelendiğinde “Allah” kavramıyla bütünün, tabiat kanunlarının, sosyal yasaların, sürecin ve sebep-sonuç ilişkilerinin açıklandığı görülür. Dolayısıyla Kur’an’da yer alan “Allah, vahiy, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem” vb tüm kelime ve kavramların yeryüzü üzerinde karşılıkları bulunur. Buna karşın klasik din(i)dar zihin Allah’ı akıl dışı bir tasavvurla kişileştirmiş ve insan suretine sokmuştur. Meta-fizik, yarattıklarından ayrı, üstelik insan suretinde… Mantıki çelişki barındıran, garip bir Allah tasavvuru… Akıllara zarar!
Aynı şey peygamber tasavvuru için de geçerlidir. Klasik İslamcılığın peygambere biçtiği rol, siyasi liderlik, komutanlık ve yargı hâkimliğidir (Devlet Başkanı, Ordu Komutanı, Hâkim). Buna göre peygamber devleti yönetir, savaşa çıkar ve davalara bakar, bir başka ifadeyle siyasi, askeri ve hukuki işlerle ilgilenir. Bu yaklaşım, peygamberin misyonuna indirilen en büyük darbedir; zira onu tek boyutlu kılar ve getirmiş olduğu mesajın özünü/ana gayesini tatile gönderir. Bu bakımdan öncelikle peygamberin tarih içerisindeki misyonu hakkında sağlıklı bir bilgiye ihtiyaç var.
Malum, soruların olmadığı yerde ön kabuller vardır. Dolayısıyla İslamcıların şu soruları tekrar gündeme getirmeleri gerekiyor: Peygamber kimdir? Onun 23 senelik risâleti insanlık tarihi açısından ne ifade etmektedir? İşe nereden başlamış, ne söylemiş, ne yapmış ve nasıl yapmıştır? Buna mukabil bizim toplum içerisinde üstlenmemiz gereken rol nedir? Biz kimiz ve ne yapmak istiyoruz, amacımız nedir? Nereden başlamalı ve nasıl yapmalıyız? Bütün bunlar ilk bakışta yıllar önce yanıtlanmış basit sorular şeklinde algılanabilir, ancak bugün gelinen son nokta bu sorulara sağlıklı cevaplar verilemediğinin resmidir. Zira Türkiye İslamcılığı, zihnen ve fiilen gerçeklikten kopmuştur; tabiata, insana, hayata ve topluma dair söyleyebileceği herhangi bir şey kalmamış, dili tamamen tükenmiş ve gerçek-dışı bir kurgu haline gelmiştir. Dolayısıyla bir okuyucu yorumunda da dile getirildiği üzere İslamcılık, bugüne kadar hemen hemen hiçbir namuslu işle meşgul olmamıştır. Ezilenlerin şiirini Nazım Hikmet yazmış, filmini Yılmaz Güney çekmiş, müziğini Ahmet Kaya, ozanlığını Ruhi Su yapmış… Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Bu noktada bir başlangıç olarak şunu söylemek icap eder: Peygamberi tanımak ve onun misyonu hakkında sağlıklı bir bilgiye sahip olabilmek için bir bütün olarak tarihi bilmek gerekir. Nitekim Kur’an, tarihe olağanüstü önem verir. Zira Kur’an’ın üçte biri kıssalardan müteşekkildir ki, kıssalarda ağırlıklı olarak geçmiş toplumlardan ve peygamberlerin mücadelelerinden söz edilir. Bu bakımdan kıssalar, öncelikli olarak tarihi bir içeriğe sahiptirler, toplumların akıbetine ilişkin yasaları/sünnetullahı anlamamıza yardımcı olurlar ve muhataplarına tarihe nasıl bakılması gerektiği hususunda belli bir fikir verirler. Çünkü “Tarih bilimi, bilginin kaynağı, hakkın ve batılın şahidi, doğrulukla (rüşd) sapkınlığın (ğay) birbirinden ayırt edilmesini sağlayan “kriter” haline gelmiştir. Tarih biliminin böyle bir fonksiyon üstlenmesi, şu sonucun ortaya çıkmasını sağlamak içindir: “Helak olan açık delille helak olsun, yaşayan da açık delille yaşasın” (8/42) (Cevdet Said; Makaleler).
Peki, tarih bize ne anlatıyor? Öncelikle yaygın ve bir o kadar da yanlış bir kanaati düzeltmek durumundayız: Tarih, birilerinin iddia ettiğinin aksine insanın anlam arayışı çerçevesinde şekillenmemiştir; tarih, insanoğlunun sınırsız servet ve iktidar arayışının, mülk kavgasının, sınıf çelişkisinin, hulâsa ezenlerle ezilenlerin tarihidir. Peygamber, diğer tüm peygamberler gibi zer (altın), zor (baskı) ve tezvir (yalan-dolan) yoluyla soyulup soğana çevrilen, tüm yaşam araç gereçleri elinden alınmış, köleleştirilmiş, üstelik zaman içinde köleliği kanıksar hale gelmiş bulunan mahrum ve mahkûm sınıfın (genel halk kitlesinin) sesi-soluğu olarak ortaya çıkar. O güne dek sorgulanması mümkün olmayan, dile getirilmesi yasaklanmış, üzeri örtülmüş sorunları ve ihtiyaçları dile getirir. “Böyle gelmiş böyle gider” anlayışını “Böyle bir şey yoktur (Lâ)” diyerek alt üst eder ve hâkim sınıfın maskesini düşürür. Bunun yanı sıra o, “Allah’ın (kudret) eli cemaatin üzerindedir” der (Tirmizi, Fiten, 7), ama cemaatçilik-örgütçülük oynamaz; mücadelesi siyasi bir boyut kazanır, ancak siyaset-perest değildir, salt iktidar elde etmek amacıyla yola çıkmamıştır. Aksine hayatın içinde (sokakta, çarşıda, pazarda) doğal bir biçimde örgütlenir, hiçbir şeye sahip olmaksızın (ortaklaşa), ast-üst, amir-memur ilişkileri kurmaksızın (özgürce) yaşamanın mümkün olduğunu fiilen gösterir ve ilk fırsatta -Medine’de- bunu sistemleştirir. O, bir şey yapmış, Allah da onun yaptığı şeye bir isim vermiştir. Demiştir ki, “Allah katında din İslam’dır” (3/19). Nitekim tüm peygamberler için aynı durum söz konusudur.
Ancak bu din (İslam), bugünkü kurumsallaşmış şekliyle 1,5 milyar insanın dini değildir. Birtakım ön kabullere, şekle-şemaile ve ritüellere dayanmaz; katıksız bir biçimde pratiği esas alır. Kurumsal anlamda bu dine mensup olan ya da olmayan hiç kimsenin ecrini de zayi etmez. Der ki, “O gün insanlar, amellerinin karşılığı kendilerine gösterilmek üzere (kabirlerinden) bölük bölük fırlayıp çıkarlar. Artık kim bir zerre miktarı iyilik yaparsa onu görür, kim de bir zere miktarı kötülük yaparsa onu görür” (99/6-8).
Buna karşın klasik zihin “Rablerini inkâr edenlerin amelleri boşa çıkmıştır” (7/147, 14/18, 24/39, 47/1, 34) ayetini öne sürer ve cenneti ipotek altına alma cüretini gösterir. Oysa söz konusu ayetlerde “Amel-i Salihât” ifadesi yer almaz, sadece “amel” ifadesi yer alır. Boşa çıkan amellerden kasıt, heva-perestlerin dünyayı elde etmek adına işledikleridir. Nitekim İslam, ister Hıristiyan ister Musevî olsun, felaha ermeyi üç şarta bağlamıştır: Allah’a iman, ahiret gününe iman ve Salih amel işlemek (2/62). Hakikatle yüzleştikten, bir başka ifadeyle işin farkına vardıktan sonra bilinçli bir şekilde inkâr yolunu seçen, fıtratına ihanet eden, birleştirilmesi gereken bağları koparan ve yeryüzünde fesat çıkaranlar için elbette söylenecek bir şey yok. Kaldı ki, bunlardan gerçek anlamda iyilik sadır olmaz.
Ancak öyle kimseler de vardır ki, bunlar akıl, vicdan ve sağduyu sahibidirler. Adalet, eşitlik, özgürlük vb kavramlara inanmak ve bunlar adına mücadele vermekle birlikte, Emevi ürünü “totalier Allah” tasavvurunu, dolayısıyla “mollanın Allah’ı”nı, Kilise’nin “müstebit Tanrı”sını veya Yahudiliğin “kavim davası” güden mevcut Tanrı anlayışını inkâr ederler ve aynı zamanda arayışlarını sürdürürler. Söz konusu kimseler, İslam’ın (veya Hıristiyanlığın ve Musevîliğin) bugünkü kurumsallaşmış şeklini -ki, gerçek anlamda İslam’la uzaktan yakından bir ilgisi bulunmamaktadır- reddetmekte, daha genel bir ifadeyle afyon haline gelmiş olan, keza zulme davetiye çıkaran mevcut din algısına başkaldırmaktadırlar.
Bununla birlikte Allah’ı, O’nun ayetlerini ve ahireti inkâr etmek, kuru kuruya Allah’ın ontolojik varlığını, kâğıt üzerine yazılmış, harflerden, kelimelerden ve cümlelerden müteşekkil olan mushafı ve bugün algılandığı şekliyle meta-fizik boyutta vuku bulacak bir hesap gününü inkâr etmek değildir. Zira kişinin bütün bunlara inandığı halde inkâr yolunu tercih etmiş olması pekâlâ mümkündür. Buna, Abdestli Kapitalizm örneğinde olduğu gibi, “fiili inkâr” diyoruz. Dolayısıyla mesele tamamen pratiklerle ilgilidir ve burada iki ayrı durum söz konusudur. Somut bir şekilde örneklendirecek olursak, biri, odaları, salonu, banyosu, mutfağı ve tuvaletiyle tam teşekküllü bir yapı inşa eder, içinde buzdolabından çamaşır makinesine, halısından mobilyasına kadar her şey vardır. Bu yerin çatısı, kapısı ve pencereleri bulunur, ancak girişinde “ev” yazmaz. Diğeri ise derme çatma bir yapı inşa eder, içi boştur, dahası bu yerin çatısı, kapısı, penceresi dahi yoktur, ama üzerinde “ev” yazmaktadır. Bizim Müslüman kalkar ve der ki, “Üzerinde “ev” yazıyorsa tamamdır, orası evdir!” Birinde Allah, kitap, peygamber, dolayısıyla “İslam” etiketi yok, ancak bunların ifade ettiği tüm değerler var, deyim yerindeyse adamın ahlakı Kur’an olmuş. Diğerinde ise etiket namına her şey var; Allah, kitap, peygamber, hesap-ceza, cennet-cehennem, namaz, oruç, kırkta bir zekât, hac… Lakin adalet yok, eşitlik yok, özgürlük yok, merhamet yok, paylaşım yok, ahlak yok, üstelik yalan-dolan, gasp, sömürü, ne ararsanız var. “Mahalle”nin Ferisileri için fark etmez; her ne olursa olsun onun inşa ettiği harabe “İslam evi”dir(!). Hal böyle olunca zat-ı muhterem çıkar, önce ayeti sloganlaştırır sonra da bir parça saçmalama ihtiyacı hisseder: “Allah katında tek din İslam’dır -iman esaslarını ve kurumsallaşmış dini kast ediyor- onun için diğerleri din falan değildir.” Ne büyük bir söz söyledin, Allah müstehakını versin!
Bu noktada kimlik meselesine geri dönmek gerekiyor. Zira her konuda olduğu gibi kimlik konusunda da peygamberin örnekliğini gündeme getirmekte yarar var. Peygamberin misyonunu yukarıda özet olarak izah etmiştim. Şimdi onun kimliğini oluşturan ve onu vahye muhatap kılan temel unsurun ne olduğunu izah etmeye çalışacağım:
Resulün hayatına baktığımızda, onun vahyin nüzulünden önce kitap nedir, iman nedir bilmeyen (42/52), Kitab’ın kendisine indirileceğini ummayan (28/86), yolunu şaşırmış/arayış içerisindeki (93/7) sıradan bir insan olduğunu görürüz. Ancak buna karşın o, vahye muhatap olmadan önce de yalan nedir bilmeyen, emanete riayet eden, ahdine sadık olan, işini göremeyenlerin yükünü yüklenen, yokluk içinde olanlara yardım eden, hak uğrunda karşılaşılan sıkıntılarda insanlara yardımcı olan “Emin” bir kişilikti (bkz. Buhari, Kitab-u Bed’il-Vahy, 3). Haliyle bu noktada anahtar kavram olarak karşımıza yine “Ahlak” çıkıyor. Zira Kur’an, ilk nazil olan mesajlarda onun bu ahlakını tasdik etmektedir: “Şüphesiz ki, sen pek büyük bir ahlak üzerindesin” (68/4).
İlginçti ki, “ahlak” dendiğinde klasik din(i)dar zihin bunu genellikle kadın-erkek arasındaki birtakım ilişkilerle sınırlandırır. Oysa ahlak, sosyal, iktisadi ve siyasi boyutu olan, bir başka ifadeyle hayatın tüm alanlarını kapsayan geniş bir kavramdır.
“Huluq” terimi (“H-l-q/yarattı” kökünden) en geniş anlamıyla kişinin karakterini, doğuştan mizacını veya tabiatını ifade etmesinin yanı sıra aynı zamanda onun ikinci tabiatı haline gelen davranış alışkanlıklarını gösterir. İbn-i Abbas’a göre “huluq” terimi burada “din” ile eş anlamlıdır ve “din” teriminin başta gelen anlamlarından birinin “davranış” veya “hareket şekli” -dolayısıyla “hayat tarzı”- olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca Hz. Aişe, vefatından yıllar sonra peygamber hakkında konuşurken, defalarca onun hayat tarzının (huluq) Kur’an olduğunu vurgulamıştır (Said b. Hişam’dan naklen Müslim, Taberi ve Hâkim; Hasan-ı Basri’den naklen Ebu Davud, Nesei, Ahmed b. Hanbel; Katade ve Nufeyl b. Cübeyr’den naklen Taberi).(1) Bu bakımdan davranış şekilleri veya bir başka ifadeyle hayatın tüm alanlarında ortaya konan pratikler, başlı başına bir kimlik izharıdır. Nitekim peygamberin vahyin nüzulünden önce de toplum içerisinde “el-Emin” olarak tanınması ve sahip olduğu bu üstün hayat tarzının ilk nazil olan mesajlarda tasdik edilmesi, ahlakın (davranış-hareket şekilleri, hayat tarzı) başlı başına bir kimlik teşkil ettiğini gösterir.
Araplar, iffetli ve doğru sözlü kimseler için “Eteği/elbisesi temiz” deyimini kullanırlarken, yalan söyleyen veya sözünde durmayan kimseler için “Elbisesini kirletti” tabirini kullanırlardı: “Elbiselerini temiz tut.” (74/4)
Hemen hemen bütün klasik müfessirler, “sevb” isminin ve onun çoğulu olan “siyâb”ın (elbiseler) mecazi olarak elbisenin örttüğü şeyi, yani kişinin bedenini veya daha geniş anlamda onun kişiliğini veya kalbini, hatta onun ruhsal durumunu ya da davranış tarzını gösterdiğine işaret ederler. Zemahşeri de bu ayet ile ilgili yorumunda okuyucunun dikkatini “tâhiru’s-siyab/temiz elbiseler içinde olan” ve “dânisu’s-siyab/pis elbiseler içinde olan” deyimlerine çeker ve bu iki deyimin sırasıyla “Kusurlardan ve noksanlıklardan beri” ve “Kusurlu-fasit, aldatıcı-hain” şeklindeki mecazi anlamlarını vurgular.(2) Bu bağlamda, ilk talimatlar arasında yer alan “Elbiselerini/öz benliğini temiz tut” (74/4) ayeti, ifade ettiği anlam itibariyle kimlik inşasının temel yapı taşlarından biridir.
Buna karşın klasik zihin, “Ahlak Tevhid’le başlar” argümanını öne sürer. Burada Tevhid’den kasıt, Akaid (inanç esasları), yalnızca Allah’a kulluk etmek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak ve O’nun indirdiği hükümlerle -ki, genelde had cezaları ve miras hukuku şeklinde anlaşılır- hükmetmektir. Kulluk, Tevhid, şirk ve hüküm kavramlarını fıtrî bağlamlarından koparan, işin sosyal, iktisadi ve ahlaki boyutunu göz ardı eden, dolayısıyla kurumsal anlamı esas alan ve böylece söz konusu kavramların içini boşaltan bu sloganik yaklaşım, varlık hiyerarşisini, dolayısıyla efendi-köle ilişkisini gerekli kılar, aynı zamanda meseleye salt siyasi bir boyut kazandırır.
Hulâsa, her iki örnekte de görüldüğü gibi (68/4, 74/4) kişiler yaşadıkları toplum içerisinde düşünce ve söylemlerinden daha çok -iyi ya da kötü- ortaya koymuş oldukları ahlaki tutum ve davranışlarla/eylemlerle özdeş hale gelmektedirler. Zira eylemler, düşünce ve söylemlerin sağlamasıdır. Meseleye ışık tutması bakımından Ziya Paşa’nın şu mısraları oldukça manidardır:
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde
Şu halde sağlıklı bir kimlik inşa edebilmenin yolu, düşünce, söylem ve pratiklerin bir bütün olarak manevi-ahlaki ilkeler doğrultusunda şekillenmesiyle mümkündür. Bunun yanı sıra kimliği oluşturan ana unsurların, kişinin hayat içerisindeki tüm tercihlerine etki etmesi gerekir. Böyle bir durumda insanın tabiata, hayata, tarihe ve topluma bakışı, olaylara yaklaşımı, sosyal ilişkileri, aile hayatı, hatta beslenme ve tüketim alışkanlıkları dahi insan olmanın kendisine yüklemiş olduğu misyona bütünüyle uygunluk arz etmelidir.
Bu açıdan bakıldığında “Çevremdeki her şey, sefaletten ve bir parça ekmek mücadelesinden ibaretse, böyle büyük sevinçlere ne hakkım var. Yüksek duygular dünyasında yaşamamı sağlayan şeyler, buğday yetiştiren ama çocuklarına yeterli ekmeği bulamayan insanların sofralarından alınmışsa, sevinmeye ne hakkım var?”(3) diyerek tüm unvanlarından vazgeçen ve hayatını ezen-ezilen mücadelesine adayan Kropotkin’in tutum ve davranışları “İslami” iken, “Kâinat zıtlıklar üzerine kuruludur, yeryüzü de bundan azade değildir, dolayısıyla zengin de olacaktır, fakir de” diyerek, işi kâinatın yaratılışına, dolayısıyla Allah’a fatura eden veya “Kırkta bir zekâtımı veririm, cipime de binerim” diyerek, komşusu aç olduğu halde kendisi tok yatan zat-ı muhteremin tutturduğu yol “Gayri İslami” olmaktadır.
Nasıl olur? Kropotkin ne Allah bilir ne kitap ne de peygamber… Oysa bu zatın hayatını incelediğinizde, onun Ebu Bekir’le aynı şeyi yaptığını görürsünüz. Sınıflı toplumu reddetmiş, bulunduğu konumu, makamını-mevkiini ve sahip olduğu tüm unvanları terk ederek diğerleriyle eşit hale gelmiş, parasını-pulunu son kuruşuna kadar ezilenler, açlar ve yoksullar için harcamış, insani erdemleri kendi şahsında görünür kılmış, dolayısıyla Allah, kitapta özü itibariyle ne indirmiş, peygamber ne söylemiş ve yapmışsa hepsini pratiğe dökmüş.
Peki, Kelime-i Şehadet, namaz, oruç, hac ne olacak? Ey Ferisi! Senin o Kelime-i Şehadet dediğin, samimiyetini fiilen ispatlayamadığın halde sarf ettiğin kuru bir söz, namaz dediğin jimnastik, oruç dediğin kuru açlık, hac dediğin turistik geziden ibaret. Çünkü sen bir yandan Kelime-i Şehadet getirirken öte yandan Allah’ı yeryüzündeki adaletsizliğin müsebbibi olarak gösterir, peygamberin Medine’de serbest pazar ekonomisi oluşturduğundan ve bunun insanlık için ne mübarek bir şey olduğundan söz edersin. Namaz kılarken diğerleriyle aynı safta ip gibi dizildiğini, alnını yere koyduğunu, sokakta karşılaştığında yüzüne bakmayacağın insanlarla eşit hale geldiğini unutursun. Namazın ardından aynı safta ip gibi dizildiğin insanlar “Acaba akşam eve ekmek götürebilecek miyiz” diye düşünürlerken, sen cipine binerek sırra kadem basarsın. Sen orucunu mükellef sofralarda açarken, diğerleri kuru fasulye-soğana talim ederler. Sen hacca-umreye gider, iki parça beze bürünür, yalın ayak başı çıplak tavaf eder, her ne kadar istemesen de diğerleriyle eşitlenirsin. Ama gel gör ki, etkisi beş dakika sürmez, tavaftan sonra o halinden eser kalmaz; Zemzem Towers’ta istirahata çekilir, yukarıdan Kâbe’yi temaşaya koyulursun. Sa’y yapıp çölün ortasında su bulabilmek için çırpınan Hacer’in gayretini yâd edersin, ama her ne hikmetse “İnsan için sa’yından/emeğinden başkası yoktur” (53/39) ayetini ahirete postalarsın. Geri döndüğünde de “gerçek burjuvazi biziz” teraneleriyle aynı yaşam tarzını sürdürürsün.
Bu bakımdan klasik zihin, hayatın anlam ve amacını kavramakta zorlanan, servet ve iktidarı amaç haline getiren, terminoloji zindanında kıvranan, Allah’ı açların, yoksulların, işsizlerin, hastaların yanında değil, başka yerlerde arayan “Gayri insani/Gayri İslami” bir görüntü ortaya koyuyor. Dolayısıyla bugün, insani değerleri içselleştirememiş, düşünce ve pratiklerini cahiliyenin etkisinden kurtaramamış, kimlik bunalımı yaşayan bir Müslüman(!) portresiyle karşı karşıyayız. Nitekim cahiliye, sadece tarihte kalmış belli bir zaman diliminin adı değildir; aksine gayri meşru/gayri ahlaki tutum ve davranışların hayata ve topluma hâkim olduğu tüm zaman dilimleri birer cahiliye dönemidir. Kur’an, ortaya konulan tüm eylem ve icraatların yalnızca kişinin veya toplumun kısa vadedeki (anlık) menfaatleri açısından yararlı olup olmadığı endişesinin karakterize ettiği her türlü durumu “cahiliye” olarak adlandırır (bkz. Muhammed Esed; Kuran Mesajı -Meal-Tefsir-, Maide Suresi 50. ayet ve 71. dipnot). Çağımızın kavramlarıyla konuşacak olursak, bunun adı pragmatizmdir ki, klasik zihin açısından bu durum had safhaya ulaşmıştır. Referandum sürecinde yaşananlar bunun en yakın, en canlı örneğidir.
Bununla birlikte söz konusu zihniyet doğrudan servet ve iktidarı ele geçirmeyi hedefler. Zira gücü eline geçirdiğinde her şeyi kökünden halledebileceğini vehmetmektedir. Aslında bunun pek fazla şaşılacak bir tarafı da yok, zira bu, tarihin her döneminde yaşanan genel bir durumdur. Yahya b. Muaz’ın (öl. 872/h. 258) 11 asır önce söylediği şu sözler, bugün yaşanan fiili durumu bütün çıplaklığıyla izah etmektedir:
“Ey insanlar! Görüyorum ki, evleriniz Rum Kayseri’nin evine, lükse hayranlığınız Kisra’nın tutumuna, servet peşinde koşmanız Karun’un anlayışına, saltanatınız Firavun’un saltanatına, nefisleriniz Ebu Cehil’in nefsine, gururunuz Ebrehe’nin gururuna, yaşayışınız ise sefihlerin yaşayışına benziyor. Allah için söyleyin bana, Muhammedî olanlar nerede?”
Ben bugün yaşanan fiili durum için “Ümmet-i Muhammed, Ümmet-i mülkiyet oldu” diyorum. Muhammed Ümmeti’ni arayanlara, sorup soruşturanlara duyurulur!
Anlayacağınız işler bütünüyle mecrasından çıkmış durumda. Çıkış o çıkış…
Esenlikle…
—————————————————-
Dipnotlar:
1- Muhammed Esed, Kur’an Mesajı (Meal-Tefsir), Kalem suresi 4. ayet ve 4. dipnot, s. 1174-1175
2- Muhammed Esed, a.g.e, Müddessir suresi 4. ayet ve 2. dipnot, s. 1204-1205
3- Paul Avrıch, Anarşist Portreler, s. 84