Öncelikli olan ortaklaşma mı yoksa bireyselleşme mi? Bu soru tuzak bir sorudur. Çünkü yaşama, salt zıt ikiliklerden yola çıkılarak çözüm üretilemez. Bu son tahlilde “Ya sev ya terk et” mantığıdır. Toplumda ortaklaşma ne kadar hâkim olsa da, toplum kendi içinde ortaklaşmaya yararlı bir bireyselliği mutlaka barındırır ve barındırmalıdır. İnsanın tek başına, kendini toplumdan yalıtarak yani salt bireycilikten yola çıkarak, toplum için bir şey üretebilmesi, boş bir iddiadır. Çünkü her insanın bireyselliği, çağının ortak birikimini kendisinde toplaması sayesinde gelişir ve böylece her insan, toplumsal evrim basamağında daha aktif bir rol üstlenmeyi mümkün hale getirebilir. Her insan yaşamını sürdürme ve üretme ihtiyacındadır ama bunu tek başına yapamaz ve toplumsal ortak yaşama bağlanmak zorundadır. Toplumsal süreçten kopuk, salt bir bireysellik oluşturmak olanaksızdır ve zorlama bir iddiadır.
İnsan doğası, cesaret ve bilgelikle, Hakk ve adalet yolunda en mükemmel bir şekilde de işlenebilir ya da nesnel koşullara hâkim olan kötülüğün kurnazlığı içinde, en kusurlu bir şekil de alabilir. Geniş bir kesim ise bu iki net uç arasında çok renkli bir yelpaze oluşturur. Öyleyse iyilikten ve doğruluktan yana olan doğal toplum güçlerinin, çok bileşenli olması ve yelpazenin en geniş kesimini kapsaması gerekmektedir. Doğal toplum bileşenleri, sadece bir avuç nankör zalimi dışlamalıdır. Çünkü bu azınlık, sosyal genleri sürekli bozuma uğratarak, duygusuz ve sanal, ileri teknoloji bağımlısı bir toplum oluşturmakta ve yarı insan yarı makine, köleleşmiş siber bir toplum hayalini işlemektedir.
İnsanın temel doğasına en uygun olan, dayanışma ve ortaklaşma ile eklemlenen, gönüllü ve planlı bir işbölümü eksenindeki yaşam tarzıdır. İnsanın doğasında, bireysel ve “bağımsız” yanların açığa çıkarılması ve “yaşamın bireyselleşmesi”ise, işbölümünü ortaklaştıran yaşamın içinden daha sonra şekillendirilmiştir. Böylece toplumsal ortak yaşamda, bireysel farklılıklar görünür bir bir hal almış ve işbölümünde ayrıcalıklı ayrışma hâkim hale getirilmiştir. Ardından insanın kendi doğal bireyselliğini ön plana alması ve giderek yaşamdaki her şeyin kendi bireysel çabalarının bir ürünü olduğunu savunması söz konusu olmuştur. İnsanların bir kısmı, toplumun üstünde bir otorite olarak ve ondan bağımsız kıldığı iradeleriyle, kendi ürettikleri ve yarattıkları her şeyi, bireysel veya soy olarak olarak sahiplenmişler ve bu durum, kendilerine saygı duymalarının bir ifadesi sayılmıştır.
İnsanın, bağımsız kıldığı bireyselliği ile farklılıklar yaratabilmesi doğaldır. Önemli olan bu farklılıkların bir üstünlüğe ve ayrıcalığa dönüştürülmemesi ve aksine toplumun ortak zenginliğine ve ortak değerler havuzuna bir katkı olarak sunulmasıdır. Bu katkı, toplumdaki doğallığın sürdürülmesinde kritik bir öneme sahiptir. Toplumun ortak iyilik çemberini güçlendiren her insan, kendisine saygı duyacaktır. Ancak farklılıklarını bir üstünlük ve ayrıcalık olarak gören ve farklılaşan yönlerini, yeteneklerini, toplumda otorite oluşturan makam ve mevkilere dönüştürenler, bu güçleriyle, çevrelerinin kendilerine saygı duymasının kaçınılmaz olduğuna inanırlar. İlkinde saygı doğal bir evrim içindeyken, ikincisinde zora dayalı ve bir zorunlulukmuş gibi algılanan bir rotadadır. En nihayetinde insanın, farklılaşan yetenekleriyle yarattığı ürünler üzerinde, toplumun diğer üyelerinin herhangi bir hakkı olmadığına inanması ve çevresini de buna inanmaya zorlaması, yani insanların kendi doğalarına karşıt/zıt bir şekilde davranmaya zorlanmaları, ortak iyilik çemberinin kırılmasını ve küçük bireysel çemberlerin bunun yerini almasını getirmiştir. Böylelikle “gemisini kurtaran kaptan”, “Sakın etliye, sütlüye karışma, önce sen kendini kurtar”, “önce can sonra canan” ve “büyük balık, küçük balığı yutar” anlayışı hâkim olmuştur.
Elbette her insanın, ortaklaşmacı toplumda, bağımsız karar verme ve bireysel yönlerini açığa çıkarma hakkı vardır ve bu doğaldır. Ama bu doğal bireysellik; kışkırtıcı kibir, haset ve hırsla bulandığında, toplumun ortak iyilik çemberi/döngüsü bozulur. İşte insanın, kendi dayanışmacı-ortaklaşmacı doğasına ve toplumsal yaşamın barışçıl doğasına ihanet etmesi; sonuçta bireyselliğini abartmasını ve toplumsal ortak iyilik döngüsünü küçümsemesi, hatta giderek reddetmesini getirmiş ve toplumun tarihsel sosyal genleri bozuma uğramıştır. Böylece toplumun en güçlü lider veya liderler tarafından yönetilmesi gerektiği, yaşamın kanununda ancak güçlülerin sözünün geçtiği inancı, toplumsallaşma sürecinde derin bir kriz başlatmıştır. Toplumun ortaklaşma iradesi, birlikte ortak karar alabilme yetisi ve toplumun ortak vicdanı köreltilmiş ve insanlığın ortak iyilik ruhu pasifleştirilmiştir. Birilerinin, herkes adına en doğru kararı alabileceği inancı/zannı, hâkim hale gelmiştir.
Gerçekte ise insanlığın ortaklaşma ve dayanışma ruhuna uygun olan davranış tarzı, asla silinemeyecek düzeyde içselleşerek, milyonlarca yıl boyunca sosyal genetiğe kalıcı olarak işlenmiştir. Doğal sosyal genetiğin, moral değerler ve kurumlar yaratarak toplumun varlığını sürdürebilmesine katkı sunduğu ve hala korunduğu açıktır. Zora dayalı ilişkilerle örülen kölelik, en son kapitalist sistemde doruğa çıkmış ve kapitalizm, insanlığın paylaşımcı-ortaklaşmacı doğallığını, parçalarına/atomlarına ayıracak kadar ileri gitmiştir. Yüksek endüstri çağının, insanlığa dayattığı derin bunalımın esas nedeni budur. Zora dayalı bütün bağlar koparılmadan ve çok eksenli bencillik çemberleri açılmadan, bu tıkanıklığı aşmak ve toplumsal bunalımı çözüme ulaştırmak olanaksızdır. Çok eksenli bencillik çemberleri; mezhepçilik, aşiretçilik, kavmiyetçilik, seçkin cins ve seçkin sınıf üstünlüğüdür.
Demek ki ortaklaşma ve bireysellik arasında bir savaş ve tek yönlü bir hâkimiyet oluşturmak yanlıştır. Ortaklaşmanın bireyselliklere açılım sağlaması, bireysel farklılıkların ortaklaşmaya zenginlik katması yani her ikisinin de dengeli ve uyumlu olarak, bir simetride iç içe var olabilmesi, toplumun doğasına ya da doğal topluma en uygun olan çözüm yolu olmaktadır. Böylelikle bireyler, asla mecbur bırakılmadan belli seçimler ve tercihler yapma hakkına her zaman sahip olacaklardır. Ekonomik refahın canlılığı, kültürel çeşitlenmenin çok renkliliği bu sayede korunabilir. İnsanların kendi emeklerini hiçbir korku ve tedirginliğe kapılmadan en faydalı ve verimli şekilde ortak yaşama sunmaları sağlanabilir. Ekonomik bir kalkınmanın insanlarda şevk, heyecan ve insiyatif oluşturabilmesi için, ekonominin merkeziyetçi devlet otoritesinden kurtarılması ve bağımsız karar alma gücünü oluşturan yerel iradelere dağıtılması daha ahlaki ve insani olmaktadır. İnsanların yaşadıkları yerde kendine yeterli ve sürdürülebilir bir ekonomiyi özgürce yönetebilmeleri ve devletin, azami kara dayalı kapitalist ekonomideki otoritesinin minimum seviyeye çekilmesi, doğal toplumun temeli olacaktır. Doğal toplum, katı rekabete değil, sosyal yardımlaşmaya ve ihtiyaca göre bölüşmeye dayalıdır. Doğal toplum, toplumun ortak yararını gözeten akılcı bir işbölümü içinde sorumluluğu paylaşan bir ekonomi öngörür. Doğal toplumda, doğal kaynakların en ekonomik şekilde paylaşıma açılması, o yörede yaşayan insanların özgür ve ortak iradesine bırakılır.
Ortaklaşmacı fedakârlığın, bireysel seçim özgürlüğünü kısıtlayacağı iddiası ise boş ve asılsızdır. Çünkü doğal toplumun inşasında sürdürülen muazzam bilinç akışı, insanların öncelikle kendi bireysel yararlarını düşünerek, toplumun zararına bir şey yapmalarının, kendi bindikleri dalı kesmek olacağını anlamalarını sağlayacaktır. Ayrıca doğal toplum bilinci, hiyerarşik emir-komuta zincirine bağımlı katı itaat üzerine değil, gönüllülük ve ikna temeli üzerinde şekillenir. Doğal toplum önderleri, yaşamlarıyla topluma örnek olmak ve topluma sunulan farklı önerileri tartıştırıp, sentez oluşturmak durumundadır. Bu önderler, sürece yönelik her sentezin, toplumun ortak iradesine en yakın ve toplumun ortak iyiliğini en fazla destekleyen bir içerik taşımasına yönelik olan ikna sürecinde, yani bireysel farklılıkları bir zenginlik olarak topluma katma noktasında, aktif sorumluluk alırlar. Böylece her bireyin, bağımsız politik özneler olarak, politik ve sosyal kararlar alma noktasında, kendisi olabilmesi ve hep birlikte daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum oluşturabilmesi mümkün olacaktır. İnsanların özgürlük bilinci, kendi çıkarlarını toplumun genel iyilik kavramına tâbi kılmayı aklen ve vicdanen gönüllü istemeleri sayesinde işlevselleşir. İnsanları cebren, sorgusuz sualsiz ve öncelikle merkezi devlet otoritesine tâbi kılmak, affedilmez bir zulümdür ve buna karşılık oluşan her direniş, insanlığın öncelikli onur mücadelesidir.
Elbette asıl sorun, devlet bürokrasisinin daha da ötesi küresel ekonomi bürokrasisinin; neyin, nasıl, nerede, ne kadar üretileceğine dair merkezi bir karar gücü olarak, katışıksız bir otorite oluşturmasıdır. Ancak kapitalist devlet kendisini, toplumun ortak yararını güden kolektivist bir güç olarak göstermeyi iyi bilir. Bu devletin sahte kolektivizmi, aslında güçlü bir merkezi otoriteye sürekli gereksinim duyar. Ama aslında buradaki temel haksızlık, üretim gelirlerinin doğrudan devletin merkezi otoritesi aracılığı ile kapitalist oligarşilere aktarılmasıdır.
AdilMedya