Yeryüzündeki ana kültürel bölünmeler, insanlık tarihi boyunca kısmen farklılaşsa da her zaman varlıklarını korurlar. Bu ayrışma ve yarılmalar, sosyolojik, kültürel, etik, estetik, ekonomik ve politik anlamda köklü farklılaşmalar yaratmış olsa da, yeryüzündeki kuzey güney hattı ile doğu batı hattı ve her iki hat arasında karşılıklı geçişlerle beslenerek, farklı karakterler oluşturmaya her zaman açık kapı bırakmaktadır. Çünkü yaşamın, standart kalıplarla ve dogmatik ilkelerle katılaştırılması, dondurulması ve yaşamın, içsel canlılığının ve sürekli değişken akışının sınırlandırılması, bir süre mümkün olsa da nihayetinde olanaksızdır.
Batı’nın ve ardından Kuzey’in egemenleri, kapitalizmin şafağında liberal demokrasiyi geliştirerek seküler ve laik bir toplum yaratmayı başarmışlardır. 90’lardan itibaren, sosyalizmin devletçi modellerinin dünya sahnesinden çekilmesiyle birlikte, kendi varlıkları için açık bir tehlike olarak İslam coğrafyasını görmeye başlamışlardır. İslam’ın gerçek mesajını perdelemek, özgürlükçü adaletini örtmek ve İslam’ın kültürel, toplumsal ve ekonomik yaşama yönelik sunduğu özlü ilkelere karşı, modern “demokratik” yaşamın kalıplarını bütün dünyaya yaymak için savaşmak, Batı ve Kuzey’in emperyalist-kapitalist egemenlerinin baş hedefi haline gelmiştir. Başka bir deyişle küresel hiyerarşi piramidinin tepe noktasında, küresel iktidarın çelik çekirdeği olarak Batı ve Kuzey’in “ileri demokrasi” güçleri, 90’ların başından itibaren kendi varlıklarını tehdit eden en büyük düşman ve tehlike olarak, İslam toplumlarının gelecekteki tarihsel uyanışlarını görmüşlerdir. Bunun için İslami toplulukları daha iyi kontrol edebilecek “modern ve demokratik” işbirlikçilerini, yıpranmış ve daralmış olan eski geleneksel işbirlikçilerinin yerine geçirmek için hile ve zorun kullanıldığı oyunlar artmıştır.
Seçimlere dayalı parlamenter anayasal sistemlerin, yukarıdan yönetilen algı ve kurgularla tarihsel süreç içinde nasıl birer ucubeye dönüşebildiği, Batı ve Kuzey toplumlarının içine düştükleri vicdani yarılma ve toplumsal bunalımlarda bugün açıkça görülmektedir. Bugün neo-liberal demokrasi, mülkiyet ve iktidar ilişkilerinde, egemen kapitalistlerin; insanları daha ince yanılgı, avuntu ve sahte umutlara bağlayarak, içsel ekonomik sömürü ve istismar yöntemlerini daha iyi gizleyebilmelerini sağlayan bir dış kabuktur.
Dünyanın sömürgeleştirilmesi sürecinde, Batı kapitalizmi sömürgelerine başlangıçta kendi demokrasi anlayışını dayatmamış ve hammadde ihracını koruyan ve sömürgeleri açık pazar haline getiren, otoriter işbirlikçi oligarşilerin yönetimde oluşu yani mevcut statüko, sömürü mekanizmasının işletilebilmesi için yeterli görülmüştür.
2.emperyalist paylaşım savaşının ardından gelen 3.bunalım döneminde tüm sömürgelere ve 90’lardan itibaren de İslam toplumlarına, kendi demokrasi anlayışlarını gittikçe daha fazla dayatmaya başlamışlardır. Öyle ki bugün gerek eski sömürgelere, gerek İslam toplumlarına yapılan askeri müdahaleler ve ekonomik ambargolar, liberal demokrasinin sömürge toplumlarda bir işlerlik kazanamaması bahanesiyle gerçekleştirilmektedir. Ama üstü örtülmeye çalışılan bir gerçek vardır ki o da bugün Batı ve Kuzey toplumlarının; sanat, kültür ve bilim özgürlüğü alanlarında gittikçe daralmış, tıkanmış ve ahlaki açıdan düşkünleşmiş olduklarıdır. Mülk ve servetin biriktirilmesine ve baskıcı bir otoritenin bu biriktirme çarkını korumasına inançla ve akılla karşı çıkabilecek; aydınlanmış, birleşmiş ve her alanda özgürleşmiş, ahlaki ve vicdani açıdan olgunlaşmış bir İslam coğrafyası, insanlığın geleceğinde adalet ve özgürlük için güçlü bir alternatif yaratabilme ihtimali taşımaktadır. İşte kapitalizm, bu dinamiği engellemek için yeni tuzaklar peşindedir. Bunun için kapitalistler; aktif stratejiler geliştirmek ve çürüyen sistemlerinin ömrünü uzatmak için yeryüzünün her yanında zorunlu hamleler, saldırılar yapmaktadırlar.
Bosna, Azerbaycan, Kabil, Halepçe ve bütün İslam coğrafyasında ve genel olarak Doğu ve Güney coğrafyalarında eklektik, ilkesiz yanlı tutumlarıyla sürdürdükleri azgın kirli savaşların ve kitlesel katliamların esas nedeni de budur.
Cola-Cola/McDonald/Fastfood/Hollywood kültürünü, yeryüzünün her köşesinde, kitlesel popüler bir kültür ağına dönüştürmekte gösterdikleri inatları ve şeytani zekâları, Batı ve Kuzey emperyalizminin; Güney ve Doğu’ya karşı duydukları korkunun en açık ifadesi olmaktadır. Kapitalist sistem, farklı yaşam kültürlerini özümseyip kendi içinde eritmek ve bütün farklılıklara, sadece kendi bencil çıkarları ekseninde yaklaşmak amacındadır.
Asr-ı saadet dönemi ve Selahattin Eyyubi’den bu yana İslam’ın ayrımsız bütün insanlığa ışık tutan adaletli bakışı ve duruşu; Batı ve Kuzey’in egemenlerince, korku ve nefretle karşılanmış, İslami duruş ve yaşamın küçük görülmesi, lekelenmesi, unutturulup çarpıtılması için büyük uğraşlar verilmiştir.
Bugün şeytan bizler için kapitalizmdir. Şeytanın hile ve kurnazlıklarının haddi hududu yok sanılır. Şeytanın kötülükleri, sınırsız bir artışla katlanarak ilerleyecek gibi gözükür. İman gücünün karşıtı olarak şeytan, aslında her korkunç hamlesiyle, kendi sonuna biraz daha yaklaşmaktadır. Çünkü şeytanın yol ve yöntemleriyle uzlaşmak, gerçek inananlar için olanaksızdır. Şeytanın olanaklarının sınırı vardır ama imanın gücünün sınırı yoktur çünkü iman, gücünü Allah’ın mutlak yüce bilgeliğinden ve sonsuz merhametinden almaktadır.
İnsanlık tarihinde 300 yıllık bir süreç olarak aslında çok hızlı ve dengelenmemiş bir çağdaşlaşma/batılılaşma, ve demokratikleşme furyası yaşanmıştır. Buna karşılık kadim çağlardan süzülüp gelerek kökleşen geleneksel toplumu, toptan reddetmek ve lanetlemek, onu tutuculukla, aşiretçilikle ve gericilikle birebir örtüştürmek, batılılaşma dayatmasının, sahteliklerle dolu tuzağına düşmektir. Tarihsel gelenekleri ve inançları karikatürleştirip yozlaştırmak, kapitalizmin en sevdiği yöntemdir. Her toplum, asırlarca yaşayıp yaşattığı gelenekselliğini, tarihsel ve kültürel kökleri olarak görür ve onları, dış müdahalelere karşı bir zırh ve varlığının korunma bölgesi gibi algılar. Kapitalist demokrasi ve değerler sistemi, geleneksel değerlerini koruyan geleneksel toplumların dağılıp yok olmasını hedefler. Ancak kapitalizm, küresel çapta ne kadar ekonomik ve kültürel tahakküm geliştirse de gelenekler ve geleneksel toplumlar, asla eriyip buharlaşmaz. Çünkü eşitsizliklerin daha da arttığı ve ekonomik takasın kapitalizmin lehine korunduğu, bağımlı ve sahte kalkınmalar, bu toplumlara gerçek bir ilerleme ve özgürleşmeyi hiçbir zaman sunmaz. Aksine kapitalizmin kültürel, ekonomik vb. çok yönlü inatçı ve vahşi saldırıları, toplumun tarihsel geleneklerine daha da sıkı tutunmasına yol açar. Bu açık saldırılar; yoksullaşma, yolsuzluk çarpık kentleşme ve doğal yaşamın dağıtılmasıyla sürdürüldükçe, geleneksel toplumun toprağı daha verimli hale gelir ve beslenir.
Kapitalizm, bir yandan yeni mikro-milliyetçiliklerin yaratılmasına ön ayak olurken, öte yandan şirk dinlerinin mutlakiyetçi-otoriter iktidarlarını da besler. Tarihsel sürece göre seçilip, uyumlu kılınan bu farklı işlevsellikler, küresel kapitalist şeytanın yeni bahaneleri ve oyuncaklarıdır. Aslında sahte din ve milliyetçilik, “çağdaş” Batı’nın modern kültürünün yan ürünleri ve etkileri olarak görülmelidir. Avrupa’da 1929 bunalımını fırsata dönüştüren saldırgan burjuvazi; Almanya, İtalya ve İspanya’da liberal ve “sosyalist” seçeneklere karşı faşizmi uygulamaya geçirmiş ve toplumsal tepkileri; kilise ve aristokrasi hiyerarşisini dağıtan modernist liberal burjuvaziye ve dış ülkelere odaklamayı başarmıştır. Bu tepkilerden beslenen saldırgan burjuvazi, tepkileri yönetme ve yönlendirme sanatındaki ustalığıyla, barbarlığını; bu gibi algılarla gizleyerek, topluma yeni bir hırs, tutku ve kan vermiş ve böylece şeytanın sadık bir hizmetkârı olduğunu kanıtlamıştır.
Bugün küresel anlamda sürdürülen sürekli savaş koşuları devam etmektedir. Savaş ekonomisi, şeytani kapitalist sistemin işleyişinin can damarıdır. Gerçekte kapitalizm içten içe çürümekte ve son asrını yaşamaktadır. Farklı dinamiklerle beslenen ve sürekli gelişerek yayılan, küresel bir direniş cephesiyle karşı karşıyadır. Direnişin dili ve yöntemi yeryüzünün farklı bölgelerinde değişse de ortak ve temel hedefi, kapitalist sömürü ve istismar yöntemlerinin sona erdirilmesine yönelik bir rotaya doğru kaymaktadır.
Yeniçağın yeni toplumsallığı, inançların özgür kılındığı ve kulluğun, köleliğin bütün yönleriyle tarihin karanlığına gömüldüğü bir toplumsallaşma olacaktır. Bu toplumsallaşma insanın insanla ve insanın doğayla uyumunu bozan her türlü kötülüğü ve kıyımı dışlayan bir toplumsallaşmadır. Bu toplumsallaşma; bölgesel, yerel ve geleneksel değerlerle, insanlığın tarih boyunca yarattığı bütün iyi, güzel ve yararlı değerlerin, uluslar-üstü veya uluslar ötesi değerlere dönüşüp buluştuğu ve bir sentez oluşturduğu eşitlikçi bir toplumsallaşma olacaktır. Bu mücadele, insanlığın dünya çapında ortak bir doğa oluşturması ve bu doğayı koruması mücadelesidir.
Bugün kapitalizm dar sınırları içinde kalan bir demokrasi anlayışıyla örtüşen toplumsal özgürlük anlayışı, halkların kendi gerçeğini seçme veya yaratma hakkıyla, tamamen çelişmektedir. Öyleyse hakikati kavrama ve inşa etme süreci tamamen özgürleşmelidir. Hakk’ın, hakikatin gerçekleşmesi için sürdürülen mücadele, vicdanlarda yükselen sevgi ve merhametin yerel, bölgesel ve küresel bir güç olması ve inançların, kültürlerin topyekûn özgürleşmesiyle nihayet bulacaktır. İnsanlığın birbiriyle yardımlaşmasının ve dayanışmasının ve kardeşlik içinde bütünleşmesinin önündeki bütün zalim engeller mutlaka aşılacaktır ve zafer; şeytani kötülüklerin değil, insanlığın esirgeyen ve bağışlayan güçle kaynaşması ve bu ilahi güçle buluşmasıyla tamamlanacaktır. Sınırların ve sınıfların kalktığı, yaratıcı özgür gelişme dinamiklerinin zora dayalı hiyerarşi ve tahakkümü sona erdirdiği, kültürlerin ve inançların buluştuğu ve böylece adaletin yeryüzünde hüküm sürdüğü bir dünya kurulacaktır.