Taksim Gezisi İsyanı başlıklı bir önceki yazımda vurguladığım Türkiye’deki toplumsal yarılma artık tam bir ampirik gerçeklik kazanmıştır. İmam Bey’e verdiğim cevapta yer alan ek analizim de net bir biçimde Taksim’de hayat bulmuştur. Bu analizlerimi “Global Modernite ve İletişim” derslerimde Arif Dirlik’in Küreselleşmenin Sonu mu? kitabını incelerken öğrencilere anlatmıştım. Çok daha önce söylediklerimin Taksim’de hayat bulması beni şaşırtmadı ama öğrencileri şaşırttı. Şaşıran çok. Son günlerde Türkiye’de yaşananlar, evrensel olarak her yerde çeşitli biçimlerde yaşanıyor. Vesellam.
Tayyip Erdoğan, her fani gibi yenilgiyi tadacaktır.
Vergi vermeyenler ile vergi verenlerin yönetim paradoksu, Heraklitos’un “her şeyi yıldırımlar” yönetiyor dediği biçimde bir yapının Türkiye’de de varlığını gören görmeyene ilan etmiştir. Kapitalizmde hiç bir fani, parasını ödeyip sahip olduğu malı paylaşmaz; demokrasi sendromu (fetişimi de diyebilirsiniz) devletin sahibi olmayanları devleti yönetme ve hazinelerini peşkeş çekme olanağı tanıyorsa da, devletin sahiplerinin vergi olarak ödedikleri para karşılığı satın alınan biber gazını maaşlarını ödedikleri polislere kendilerine hunharca bir biçimde sıktırma durumu olan çoğunluk rejimlerinden başka bir şey üretmez.
Bu, Taksim Gezisi İsyan’in ilk yedi gününe damgasını vuran, sanayici çocuğu ile Çarşı grubu işçi çocuğunun aynı sloganları aynı meydanda aynı müstebit olarak (onların vergileriyle satın aldığı gazı yine vergi verenlere vergi verenlerin ödediği maaşlarla yaşayan polislere sıktıran müstebit olarak) algıladıkları kişiye galiz küfürlerle ifade edilmesine yol açan ekonomik politik durumdur. Müstebit olarak algılananın koruduğu “% 50”, vergi vermeyen, katma değer üretmeyen ve vatandaşlık konusunda kendini ikinci derecede hisseden ve birinci olmak için talepte de bulunmayan öylesine bir “çoğunluktur”.
(2011 itibariyle bu “çoğunluğun” brüt rakamsal ifadesi % 49,8 ve 21,466,356 oy veren kişidir. İl genel meclisi itibariyle de % 38.8’dir. Bu oy oranları ve sayısı sizi aldatmasın, Türkiye’de 2011 seçimlerinde toplam seçmen sayısı 49,446,269’dur. Bu baz sayıya göre ise AKP’nin net oranı % 43’tür. Dolayısıyla demokrasi fetişizmi çerçevesinden bakıldığında bile AKP hâlâ toplumda azınlıktır.)
Bu çoğunluk zannedilen azınlık vatandaş olursa hem vergi verecek, hem de katma değer üretmek zorunda kalacak ve vatandaş olarak sömürülecek ve onu sömüren patronları da kendi mahallesinden, kendi mezhebinden olacaktır. Zaten öyle değil midir? Bu ahvalde, bu dünya hayatına kıyısından köşesinden dokunmak kendini çoğunluk zanneden azınlığa daha hayırlı görünmektedir. Global kapitalizm işte bu asıl çelişkiyi örtmek için toplumu mağdurlar/mağrurlar olarak yapay bir çatışma ile bölmekte ve mağdurların ve mağrurların içine ayrı ayrı, hem patron hem de işçiyi koymaktadır. Bu yapaylıktır ki, Taksim’de vergi verenlerin toplu bir isyanına dönüşmüştür. Onlar artık vergi vermeyen kendini çoğunluk zanneden azınlık tarafında yönetilmek istememektedirler. Hükümet, “nerede yanlış yaptık, en doğacı hükümet biziz, elli milyon ağaç diktik, zaten orada AVM de, rezidans da yok, bunlar üç beş çapulcunun işi de, nasıl oldu da muhalefetin on yılda beceremediği bu işi, bir birinden % 100 farklı kişileri toplu ve yanyana kandimize küfrettirdik (Nabi Avcı)” diye sora dursun, asıl yanlışlık işte tam buradadır. Parasını ödeyen parasını ödemeyen tarafından yönetilmekte ve neyi ne zaman, nerede, nasıl ve kaç adet yapacağı bu vergisiz kendini çoğunluk sanan azınlık tarafında dikta(e) edilmektedir.
Bu görüşlerime yoğun kabuller kadar tek tük itirazlar da vardır. Bir tanesi olan İmam Bey’in bana yönelttiği eleştirisini, bir önceki yazımdaki yorum bölümünden okuyabilirsiniz. Ben ona verdiğim cevabın 2000’lik karekter sınırını biraz aşmış biçimini aşağıda sunuyorum:
“İmam Bey, Ulusalcılığa çok kafa takanlar ile darbelere çok kafa takanlar arasında vizyon körlüğü açısından hiç fark yoktur. Kapitalizm demek ulusal devlet demektir ve vatandaşlık da vergi ödemektir. Yani geniş köylü kitlelerini vatandaş haline getirerek sömürülebilir birey haline getirmenin sürecidir, ulusal devlet. BDP de Kürt Ulusal Devleti’ni kurmaya çalışıyor. Artık gerçekleştiremeyeceği ve geldiği yere hgöre komik kaçan sloganlarla (Sosyalizmi savunmak, inmsanlığı savunmaktır.” gibi) Taksim’de yerini alsa da, AKP’li direnişçi’den çok fazla farkı olmadan ve zaten Taksim Gezisi İsyanı ruhunun bittiği, alanı tümüyle sol fraksiyonları ele geçirdiği bir dönemde isyan ruhuna değil de, zorunluluğuna avdet etmektedir. Bu ulus devlet rejimlerinde parasını veren devletin SAHİBİ olur. Ancak neo-liberal kapitalizm, son otuz yılda sömürüyü gizlemek için medya sektörü vasıtasıyla esnek üretim tarzının emeğe el koymasını örtmek için iki zıt dinamik kullandı: Sömüren ile sömürülen arasındaki temel çelişkiyi gizlemek için mağduriyet ekseninde toplumları tam da ortasından ikiye böldü ve bunun ideolojisi olarak da organize dini ortaya sürdü. Ancak, bu neo-liberal global süreç bir paradoksla neticelendi: Parasını veren devleti yönetir kuralı, parasını ödemeyenler devleti yönetir haline getirildi: Taksim Gezisi İsyanı parasını ödeyenlerin vergi vermeyen, katma değer üretmeyen, asalak ve ezilen olarak muğduriyetle can çekişen kitlelerin üzerinden uyanık politik kasaba kurnazı elitin (AKP’nin) devlet hazinesini yağmalamasına karşı çıkması ve vatandaşlık taleplerini isyan ile ifade etmeleridir. Sanayici çocukları da, Çarşı’nın işçi oğlu fanatikleri de barikatlarda, sıkılan gazların paralarını ödeyerek maaşlarını verdikleri polislerle çarpıştılar. Bankaları hortumlayanlar ise, İmam Bey, bilin ki bankaların ve devletin parasını ödüyorlardı; devlete borç para vererek yüksek faizle devleti hortumluyorlardı; banka hortumlaması vergi ödeyen elit sınıfın kendi iç hesaplaşmasıdır ve sanmayın ki, bedelini vergi ödemeyen AKP destekçisi geniş kitleler ödemiş olsun. AKP’nin bu temel argümanın hiçbir ampirik gerçekliği yoktur. Vergi vermeyen, devletin sahibi olmayan kitleler yönetime geldiler ve vergi verenlerin hortumlarını kesince, kendileri hazineyi pipetlemeye başladılar, karşılarında vergi verenler, katma değer üretenler ve vatandaş olan kitle Taksim’de boy gösterdi.”
Bu durumda Taksim Gezisi İsyanı bu yarılmanın tüm kamuya yayılmasını sağlamak için nasıl bir zaferli sonla bu isyanı her bir birey vatandaşın zihinsel kodlarına kazıyabilir?
Gelinen noktada, Hükümet talepleri sulandırmakta, sol unsurların müktesabatını Taksim’de toplanan vergi ödeyen halkı (gerçek ve sessiz çoğunluğu) “aşırılıkla” yaftalamak için kullanmakta, Taksim Platformu’nun Başbakan Vekili’ne sundukları talepleri ret etmektedir. Bu durumda, dinlendirilen Çevik Kuvvet, vergi ödeyenlerin parası ile gaz tahkimatı yaparak yeniden saldırtılabilir çünkü artık “meşru” olarak saldırması için temel nedenler alanda aslı astarı olmayan ve topluma bugüne kadar hiç bir katkısı bulunmayan sloganlar ve pankartlarla yerini almış bulunmaktadır. Hâttâ yukarıdaki bahsettiğim gibi AKP ortağı BDP de önderlerinden aldıkları onayla artık Taksim’dedir. Taksim Gezisi İsyanı’nı başlatan ve polisi şaşırtarak geri çekilmesini sağlayan dinamik orijinal gençlik (başta Çarşı ve kolejli liseliler olmak üzere) artık Gezi’de ve Meydan’da yoktur ve olmayacaktır. Onlar görevlerini ve isyan ahlakını temiz ve naif bir biçimde yerine getirerek, kendi dünyalarına dönmüştür. Şimdi alan bunca yıldır, lastik, İETT otobüsü ve bayrak yakmaktan başka eylem yapamayan, örgütlü ancak kitlesel desteğe hiç bir zaman sahip olamayacak olan, gerçek marjinallere kalmıştır. Onların polise direnişleri bile büyük bir ağırlıkla, mini etekli ve şık giyimli, elleri pedikürlü ve topuklu ayakkabıları ve en pahallı Nike ayakkabılarıyla alana gelen ve naif halleriyle polisi ve politik şefleri şaşırtan geniş kitlenin altında ezikleşmemek için yapılmıştır. Gerçek şudur ki, bu örgütlü sol fraksiyonların polise direnişlerinin sonuçları böylesine devasa bir kitlesel protestoyla yaşansaydı, bunca yıldır yaşanırdı. Oysa, pedikürlü vergi verenler, polise direnmekten ziyade onları şaşırtarak haklılıklarını ortaya koyucu öznel isyanlarını haykırmayı tercih etmişlerdir. Medyatör andavallıları da şaşırtan budur. Polise de bu yolla çok daha direngen bir direnişte bulunmuşlardır. Sayıları onbinlere ulaşan bu pedikürlü grupların, “çapulcu” olduğuna dair hangi istihbaratçı Başbakan’ı yanıltmışsa, zaferi de bu yanıltma kazandırtmıştır, üç beş marjinal sol örgütün militanlarının “ölmek için” polise saldırması değil. Osmanlı döneminde olsa bu istihbaratçı kellesini kaybederdi. Pedikürlüler ise yaşamak için ve vergilerinin hesabını sormak için alandadırlar. İstihbaratçı herhalde onları AVM arayan süslüler sandı. Ben olsam yerim o istihbaratçıyı, danışmanı da katık ederim.
Taksim, yedinci gününden sonra pedikürlü grupların alanı daha seyrek gezmesi ve sol tahakküm ile yavaş yavaş sönmektedir. Ateş bir iki gün daha ilk günlere benzeyebilir ama Taksim artık politik bir yerdir, toplumsalı kovmuştur. Şu anda hâlâ ayaktaysa, o da orjinal bazı sanat ve spor topluluklarının, yaratıcı gücün somutlaşması olan entelektüellerin ve liseli kardeşlerinin yarattığı affallatıcı ve şaşırtıcı eylemin altında ezilmek istemeyen bir kısım apolitik üniversite gençliğinin ve meraklı ailelerin orayı zihinsel ve isyansal bir panayıra dönüştürmesindendir. Bir de tabii arada oraya uğrayan, Taksim Gezisi İsyanı’nı başlatan, yaptıklarını sadece naif tavuzularına gömen “twitçi gençlik” diye küçümsediklerimiz. Sol fraksiyonların aralarındaki kavgaları ve anlamsız bayrak yakmak gibi ritüelistik avanaklıkları da bu gruplar şimdilik önlemektedir. Bu arada tükürük köftesi lezzetini ve pilav arabalarının varlığını da, endüstriyel ayrandan bıkanları da yok saymamak gereklidir. Ayran gerçekten ulusal bir içecektir, “içki” olarak addedilmesi Türkçe bilmezlik ve cehalet olsa da.
Bu gelişmelerin sonucunda, Taksim Platformu’nun bu isyanı zaferle neticelendirmesi için hemen alanı boşaltması gereklidir: Zaferle meydanı terkeden vergi veren halk şu minvalde bir bildiriyle kamuyu aydınlatabilir, hükümete meydan okuyabilir, yeniden meydanlar ineceğini haykırabilir: “Hükümet’i üzmek istemiyoruz, bu Hükümet doğayı ve Allah’ın mülkünü korumak için sunduğumuz taleplerimizi kabul etmedi; hasta olanlara şefkatimiz sonsuzdur, bizi çapulculukla itham edenleri Allah’a havale ediyoruz; vergi vermeyen kendini çoğunluk sanan azınlık ve dünya alem bilsin ki kul hakkımız var bize sıktığınız o gazlarda ve tazyikli sularda. Maaşlarını ödediğimiz polisleri de vicdanları ile baş başa bırakıyoruz. Zalimin buyruğuna uyup uymamayı artık kendileri karar versinler. Öldürdükleri canlarımızın vebalini de, yüce sorgucuya bırakıyoruz, hesabını soracak O’dur. Bundan sonraki doğa ve insanla ilgili tüm vebal artık Hükümet’in ve polis şeflerinin boynundadır.”
Platform, ülkenin diğer yerlerinde liselilerin ve Çarşı’nın kıvılcımyla hareketlendirdiği marjinal sol kitlenin ve Taksim’de kalarak “direnişi” sürdürmek isteyenlerin sorumluluğunu da üstlenmemelidir.
Eğer bu yapılmazsa, Taksim Gezisi İsyanı, ilk yedi gün hariç, yegane ama sıradan bir direniş hikâyesine dönmek üzeredir ve bugüne kadar yaratığı o muazzam yaratıcılık, zeka ve haklılık unsurları, Hükümet tarafından istismar edilerek silinmesine sebep olacaktır.
Taksim Gezisi İsyanı’nın zaferi için, meydan okuyarak, yine meydanlara dönüleceğini haykırarak, meydanı boşaltmak gereklidir. Çünkü AKP artık yarışmaya dahil olmuştur: Ankara’da programlandığı halde, ne kadar Ankara’ya geç giderse, danışmanını ve istihbartaçısını o kadar geç yiyecek olan AKP Başkanı Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’da toplandığı MKYK’dan İstanbul’da ve Ankara’da iki büyük miting kararı çıkmış durumda. Yalnız merak edilen şimdi şudur: demokrasilerde fırsat eşitliği ilkesi AKP’lilere de tanınacak mı? Bu iki AKP mitingini şenlendirmek için tomaları, polisi ve gaz mühimmatını Taksimcilerin emrine verecek mi Valilikler? Vergi vermeyenle vergi verenlerin polisin orantısız gücüyle karşılaşması fırsatının eşitliği demokrasinin siciline nasıl işlenecektir? Artık mesele budur.
Taksim Taksimcilerce boşaltılırken, boşaltma bildirisinin en son cümlesi şu olabilir: “Duyduk ki, AKP iki büyük miting düzenleyecekmiş, alanı onlara bırakıyoruz. Tek şartımız var, tomaları, polisi ve biber gazını bize vereceksiniz, öyle ya parasını biz ödüyoruz; mitinglerde tek “yalan” duyduğumuzda “yallah tazyik” diyerek gazı % 50’nin üstüne bocalayacağız. Onlar da bu memleketin evladı, onlar da bizim gibi tasada kederde ortak vatandaş. Demokrasi fırsatta eşitliktir, yoksa değil mi?”