Zeynep Altıok Akatlı
Geçtiğimiz üç gün çok güzel bir sebeple Paris’teydim. Paris benim için her zaman güzel anların ve anıların kenti olmuştur. Yine öyle oldu. Geçmişten gülümseyen güzel anıların, özlemlerimin yanına sevgili dostum, ülkemizin önemli heykeltıraşlarından Cem Sağbil’in gurur ve heyecanına ortak olduğum önemli tanıklık eklendi. Aynı zamanda çok da neşeli olmayan ülke gündeminden küçük bir kaçış diyebiliriz. Bu seyahatimizin asıl sebebi, Cem Sağbil’in geçmişte Paris’te “Türk Mevsimi” kapsamında yer alan iki heykelinin ilk sergilenişinden yıllar sonra kente kalıcı olarak kazandırılması sebebiyle katılacağımız etkinlikti.
Paris’i bir karşılaşmalar kenti olarak düşünürüm ben. Her sokakta, her köşede yeni bir karşılaşma… Bazen geçmişten bir anıyla, artık sadece anılarda yaşayan bir ‘çok sevgilinin’ selamıyla karşılaştığım, başka bir köşede merak uyandırıp yeni bilgilere açılan bir tarih sayfasıyla, küçük bir bronz figürle, başka bir yerde yüzyılların ağırlığını sakince taşıyan bir anıtla buluştuğum karşılaşmalar. Parklarda gölgeler, mevsim renkleri, sokaklarda büyüleyici binalar ve yapıtlarla ilham veren, düşündüren klasik ve moderni uyum içinde önünüze seren bir kent. Paris’te sanat, günlük akışın bir parçası olan adımların arasına bir bakış molası ya da türlü duraksama gerekçesi sunuyor insana. Baş döndürücü ve hüznü bile mutluluk verici.
Bu durum rastlantısal değil; şehrin çok uzun zamandır sürdürdüğü bir tercih, bir politika, bir kültür. Şehir planlaması ile iç içe geçen bir bilinç. Paris planlanırken sanat dışarıda bırakılmamış; tam aksine, kamusal alanın kurucu öğesi haline getirilmiş. Meydanlara yerleştirilen heykeller, parklarda, sokaklarda modern enstalasyonlar, bulvarların akslarını tamamlayan figürler, metro çıkışlarında karşılaşılan beklenmedik sürprizler… Bunlar salt estetik bir arayış ya da süsleme değil, bir kamusal sorumluluk anlayışının ürünü.
Fransa’nın “1% artistique” uygulaması, yani her yeni kamu yapısı için bütçenin yüzde birinin bir sanat eserine ayrılması, bu anlayışın en somut göstergesi. Paris’te yapılan her okul, kültür merkezi, köprü ya da metro istasyonu bir sanat eseriyle birlikte var oluyor. Çünkü şehir; kamusal alanı yalnızca insanın geçip gittiği bir yüzey değil, insanın birbirine, tarihe ve düşünceye temas ettiği bir zemin olarak taşıdığında halkla bütünleşir.
Bu yaklaşımın arkasında Henri Lefebvre’ın mekânı üreten bedenler fikrinden Hannah Arendt’in kamusal alanı “ortak görünürlük sahnesi” olarak tanımlamasına uzanan güçlü bir düşünsel miras var. Kamusal alanı toplumsal ilişkilerin, sınıf dinamiklerinin ve ideolojik çatışmaların biçimlendiği, yeniden üretildiği bir sahne olarak görebiliriz. Mekân ve insan etkileşimi karşılıklıdır ve insanlar mekânları inşa ederken aynı zamanda mekân da onların kimliklerini tanımlar ya da tamamlar. Mekânlar toplumun tarihi, hafızası ve bundan sonra da geleceğe ilişkin yeni bir üretim, gelişim zeminidir. Paris, feodalizm ve burjuvaziden devrim günlerine, sınıf karmasına uzanan tüm geçmişinin izlerini köklü ve görkemli bir şekilde giyinen bir kent. Acısıyla, sevinciyle mirasını hemen her köşede yeni düşüncelere, yaratıcılığa ve geleceğe sunuyor. İnsanı mutlaka bir yerden türlü düşünceye taşıyacak bir döngüyle yakalıyor.
Bu anlamda kamusal alan yalnızca günlük hayat içinde gelip geçilen sokaklardan öteye varıyor. Toplumun kendisini nasıl gördüğünü, nasıl görmek istediğini, ortak belleğini, hatta özlemlerini taşıyan ortak bir yaşam alanına dönüşüyor. Zamana direnen korunmuş kent mirası; binalar, meydanlar, parklar, heykeller, duvar resimleri, yerleştirmeler… Tüm bunlar yalnız süs değil hayatın akışı ve günün dinamiği içinde görünürleşen kent belleği. Kent, insanın gözüyle, ruhuyla ilişki kurduğu bir alan. Bu yüzden kentlerin nefes aldığı yerler yalnız parklar, meydanlar ve kıyılar değil; aynı zamanda o alanlara ruh katan sanat eserleriyle canlanan köşeler içeriyor. Bir kentin sokaklarında yürürken, gölgesinde oturduğumuz bir çınar kadar bir heykelin karşısında durmak da bizi dünyaya bağlar. Bir düşünceyi, bir duyguyu, bir tarihi, bir kültürü susarak anlatan bir varlıktır heykel. Kente hizadır, hafızadır, benliktir.
Şehirde, sanat kamusallaştığında aslında vatandaşın düşünme, kendini ifade etme ve var oluş hakkı da korunur. Sosyalist anlayış sanat ve kültürü bir lüks değil, insanı insan yapan değerlerin paylaşımı olarak tanımlar. Sanat demokratiktir, çünkü herkese açıktır. Kamusal alansa, toplumsal tartışmanın mekânıdır. Estetiği olan kent, bir anlamda öfkesi paylaşarak, dışa vurumla azalmış kenttir.
Paris’te bunu hissederek ve biraz da düşünerek dolaştım. Sonra ister istemez kendi ülkemin sokaklarına, meydanlarına, parklarına bakıp hayıflandım. Bizde kamusal alan çoğu zaman temelsiz. İnşa edilen değil sürekli saldırı altında, talan ve rant uğruna yok edilen mekânlarla miras giderek zayıflarken çirkinlik ve öfke de toplumun ruhuna sirayet ediyor. Hızlı yozlaşmanın en önemli parçalarından biri bu boşluk ve tüketimden çok öteye varan yok oluş.
Yine Lefebvre, Arendt, Sennett gibi düşünürlerin ortaklaştığı yerden bakıp anlamlandırmayı denersek; kamusal alanı politikanın da görünürlük kazandığı sahnedir. Bu anlamda kamusal alanı politik aktörlerin iktidarlarını yansıttıkları; sorunların görünür ve algılanabilir hale geldiği ayna olarak görmek mümkün. Temelde, bireyler için bir var oluş ve ifade alanı da diyebiliriz. Toplum içerisinde birey olarak var olmanın koşulu da toplumdaki ortak meselelerle ilgili, kamusal alanda diğer insanlarla iletişime geçmek, ‘söz söylemek’. İşte bizim için en önemli ve belirleyici yoksunluk burada gündeme geliyor. Sözün esareti, tarihin de bildiğimizin, kendimizin de, değerlerimizin de unutulması için sistemli şekilde iktidarın kendi kültürel birikimini dayatmak uğruna vasat sahnesini kurduğu kentlerde var oluş savaşı veriyoruz. Kök dayatmasıyla köksüzleşen kentlerde en ufak keyif, mutluluk bulamadan sokaklarda birbirini bile görmeden akıp giden bir kalabalık olmamız isteniyor. Kapsayıcı, teşvik eden değil ezen, öteleyen ve sizi yok eden bir iktidarın kuru sokaklarına direnen tarih gibi bizim de bu farkındalıkla direnmemiz gerekli.
Parklarımızda bank varsa bile çoğu zaman değil heykel, bir çöp kutusu bile yok. Heykel yok, sanat yok, hikâye yok. Mekânın estetiği, hafızası, kimliği hesaba katılmaksızın yapılan yüksek kaldırımları aşmak bile özel bir gayret gerektiriyor. Düşünürlerin kamusal alanı tarif ederken altını çizdikleri o bağ, görünürlük, ortak deneyim, o konuşmayı başlatan tetikleyici bizde eksik. Sanat sokakta bakılıp geçilecek bir nesne olarak algılandığında ne kadar da gereksizleşiyor kimilerine göre. “Kent mobilyaları”, kapitalizmin yandaşa güç katan etkileri ve fabrikasyon bir dekorasyon anlayışıyla tüm kentleri eşitlerken kimliklerin, kültürlerin üzerinden hızar gibi geçiyor. İdeolojik simge ve motifler sanattan, anlamdan koparılmış görgüsüz bir kibirle sokakları teslim alırken her boşluk orantısız betonla dolduruluyor. Park değil bina, meydan değil AVM, ağacın olduğu yerde otopark, heykel değil ideolojik hafıza inşasıyla güzelim kentlerimiz, doğa ve kültür miraslarıyla yok ediliyor.
İdeolojik kodlar devreye girdiğinde heykellere yönelik öfke ve saldırılar sanatın ürettiği ortak dil ve toplumsal iletişimin güçlenmesine karşı büyük korkuyu izah eder hale geliyor. Bir yerlere bir heykel koyulacaksa o bir nesne ve o nesneyi kimin hangi kriterlerle seçtiği ya da kime nasıl ürettirdiği ayrı bir sorun. Hatta toplumsal bir yara. İktidarın itiraf ettiği üzere kültürel birikim yoksunluğuyla oluşan sorunun, iktidarı değiştirmeye aday yerel yöneticilerin elinde tıpkı kamusal sanat gibi çoğu kez sözün bittiği yerden ses vermesi ise özellikle düşündürücü. Toplumsal katılımın, birlikte yaşama kültürünün, dayanışmanın görünür yüzü olması umulan sanat ortak duygunun, ortak eleştirinin, ortak umutların taşıyıcısıysa; kentlerimiz alçıdan semaverler, kayısılar, kirazlar, mısır koçanlarından fazlasını hak ediyor. Heykeller, parklar, meydanlar yalnızca estetik değil, kamusal aidiyet duygusu yaratır. Bu aidiyet, kentlilerin birbirine saygısını, kente sahip çıkma iradesini besler. Öyle sanıyorum ki önce yönettikleri kente ve topluma karşı hissetmeyen, kültürel ve siyasi kavrayıştan yoksun sanata ve sanatçıya değer vermeyen siyasetçi profilinden kurtulmak gerekli.
Bu anlamda gelişmiş kentler örnek. Paris’ten başladık, öyle sürdürelim. Paris’te yürürken yalnız müthiş bir estetik ve mimari ögelerle bezeli taş binalar değil, sanatın estetik sürekliliği sarıp sarmalar sizi. Her köşe başında bir heykel, bir anı, bir yüzleşme… Bir parkta Rodin, başka bir meydanda Camille Claudel, Danton, Robesbierre, Voltaire, Jeanne d’Arc, Victor Hugo, Mozart, Chopin, Dalida, Edith Piaf, bir kedi… Mitolojik karakterler, krallar, devlet adamları, devrimciler, halk temsilcileri… Saray bahçelerinde geçici sergiler, meydanlarda çağdaş yerleştirmeler… Kentin tarihi, kimliği ve bugünü eşzamanlı olarak gösterir yüzünü. O heykeller sadece geçmişi anlatmaz; bugüne bir bağ kurar, düşünmeye çağırır.
Biz hâlâ “ucubelerimizi” vandalizmden korumaya çalışırken geçen hafta Paris’te çok özel bir gelişme oldu. Çağdaş Türk heykeltıraş Cem Sağbil’in iki eseri, “Ay Tutan Adam” ve “Hemera”, artık kentin 10. bölgesindeki Alban Satragne Parkı’nda kalıcı yerlerinde yükseliyor. 10. Bölge Belediyesi, yıllar önce özel bir etkinlikte sergilenen ve üç yıllığına kiralanmış olan bu iki heykeli, bugün kentin kültürel hafızasının parçası olarak, çevre düzenlemesi özel olarak yeniden düzenlenen bir parkta kalıcı olarak kente kazandırdı. Bu yalnız bir sanat olayı değil, iki kültür arasında bir köprü. Cem Sağbil, Paris’in kamusal alanlarında kalıcı eseri bulunan tek Türk heykeltıraş. Eserleri doğu ile batı, kadın ile erkek, gün ile gece, yaşam ile ölüm arasında bir dualitenin sonsuz dengesi üzerine kurulu. Heykeller artık yalnız ona ait değil. Parkın girişinde, göçmenlerin, yerleşiklerin, farklı hayatların kesiştiği bir mahallede, günün akışına karışıyor. Sağbil bunu şöyle ifade ediyor: “ Heykellerim şimdi Paris’in kozmopolit kimliğiyle, göçmenleriyle, farklı inanç ve kimliklere sahip halkıyla buluşuyor. Temsil ettikleri figürlerin yersiz ve zamansız ruhu kentin eşsiz estetiğine eşlik ediyor.”
Bir sanatçının hayatındaki gurur elbette kişisel olabilir. Ama kamusal alandaki bir heykelin gururu, toplumsaldır. Çünkü, toplum kamusal sanatla kendi hikâyesini görür. Kendi kentlerimizde de bu nefese, bu diyaloğa, bu zenginlik ve belleğe ihtiyacımız var. Kentlerimiz “yaşama alanı” değil, aynı zamanda “hakların ve halkların alanı” olmalı. Sanatın katkısıyla tıkalı toplumsal diyalog hatları açılmalı, toplumsal bilince katkı sunan derinlikli simgelere, öznel tarihimizi kentin tarihine katarak bağımızı güçlendiren yapıtların kendine daha fazla yer bulabilmesini çok isterim. Bu gururu, heyecanı, güzelliği ülkemizde yaşamak, zenginleşmek, paylaşmak hakkımız.



