- Âdem’in Öncesi Neydi?
“Birbirine yakınlaşan, hareket halinde olan, vahşet ve bedevîlikten çıkmış olup uygarlaşan insanlık; art arda gelen ancak birbirinden farklı ortam ve sonuçlar doğuran uzun ve kesintiye uğramış zamanların içinde olgunlaşarak ortaya çıkmadan önce varlığı ve onuru hatırlanmaya değecek bir halde değildi. İnsanın bu varoluş süreci kolayca anlaşılamıyor mu, insan denilen tür yabânîliği birdenbire atarak uygarlaştığını mı sanıyor?[1] İnsanı babasının karmaşık bel suyundan donanımlı biçimde yaratmamızın amacı insanın bir şeyden ilgisini keserek başka bir şeye adanırcasına yönelirken duyması gerekenleri duyması ve görmesi gerekenleri görmesi içindir. Bu nedenle gözlerinizi kapamayın, kulaklarınızı tıkamayın; görün ve duyun.[2] İnsana duyuları ve her türlü görüş yeteneğini vererek yolun doğrusunu gösterdik, bundan sonra ister teşekkür eder, ister nankörlük yapar; ister sağduyu ile hareket eder, isterse öngörüsüz[3] davranır.[4]” âyetleri Âdem’in insanlaşma sürecinde geçirdiği aşamaları ve dünyanın farklı zaman devrelerini ele alır. Bu âyetler “Mademki Âdem, ilerlemiş, uygarlık kurma yolunda donanımlara sahip bir varlıktır. Peki, Âdem kelimesiyle tanıtılan varlığın öncesi neydi, Âdem zırt diye mi üstün donanımlarla yaratılıverdi?” diye akla gelen sorulara bir cevaptır. İlgili âyetler insan türünün Âdem denilen bilinçli, uygarlık kuran, üreten, âlet yapan aşamasının öncesini öyle çarpıcı biçimde ele alır ki insanın karanlık bir devresinden bahseder. Bu devrede insan, bugünkü gibi bir insan değildir, hatırlanmaya değer bir yanı yoktur; var veya yok olması arasında bir kıymet farkı olmayan, saygınlığı bulunmayan bir türdür; vahşî, yabânî, uygarlıktan uzak, hayvanımsı bir karakterdedir. Yani tam bir beşerdir. Kur’ân burada apaçık biçimde insanın bir insanlaşma süreci yaşadığını, olgunluğa farklı çağların koşullarında pişerek geldiğini, birdenbire Âdem olmadığını anlatmaktadır. İnsan sûresinin ilk âyetleri ile halîfe âyetlerini birlikte ele aldığımızda Âdem’in olgunluk sürecini tamamlamış, uygarlık kurmaya hazır, imar ve inşâya yatkın, dağ kanunlarından toplu yaşamın kurallarını kurmaya eğilimli bir varlığın sembolü olduğunu görürürüz.
İlgili âyetlerde geçen hîn kelimesi bir şeyin olgunlaşarak ortaya çıkma zamanı, sınırı ve süresi belirsiz olan yıl, vakit, saat ve zaman aralığı anlamlarında olduğu gibi ölüm vakti için de kullanılır. Dehr ise ara zamanlar, parçalı ve uzun olan süre, vakitler biçiminde parçalara ayrılan uzun zamanlardır. Hîn(un) mine’d-dehr(i) ifâdesi, dehrden bir hîn, birbirini takip eden ancak birbirinden farklı sonuçlar doğuran uzun ve parçalara ayrılmış zamanların, kesintiye uğramış vakitlerin içinde olgunlaşarak ortaya çıkmayı anlatır.
Dehr ile ebed ve hâlidîn sözcüklerinin Kur’ân çevirilerinde karıştırıldığına tanık olmaktayız. Ebed kesintisiz süreç; dehr, birbirinden kopuk süreçtir. Taş devri, maden devri, ilk çağ, orta çağ uzun birer zaman sürecini kapsayan vakitler olduğundan dehrdir. İkindi vaktine de dehr denilmesinin nedeni uzun bir zaman parçası olmasıdır. Ancak tüm çağları içine alan süreye ebed denir. Hâlidîn ise bir şeyin bozulma ve eksilme olmadan orijinal yapısıyla uzun süre kalmasıdır. Bir şeyin üretimi ile son kullanma tarihi arasına halidîn denir. Bu açıklamalara dayanarak Kur’ân’da geçen hâlidîne fî-hâ ebed(en) ifadesi devlet düzenlerinin sarsıldığı, siyasal iktidârların yerlerinden edildiği, krallıkların yıkıldığı, insanların kendi egemenliklerini diktatörlere karşı ele geçirdiği, egemenliğini korumak isteyenler ile özgürlüğünü kazanmak isteyenlerin çatıştığı; yokluk, kıtlık, bunalım, âfet, sınıf mücadelesi ve savaşlar yoluyla dünya düzeninin tam bir kaosa sevk edildiği ortamın tüm zamanları içine alacak biçimde kesintisiz bir zaman aralığında hiçbir eksilmeye uğramadan sürmesi demektir.
- Hadîslerde Halîfelik
- 1. Halîfeye İtaat Uydurmaları
Peygamber, “Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim yöntemlerimi bilinçli biçimde terk eden[5] hükümdarlar olacaktır.” deyince Huzeyfe de Peygamber’e “Ey Tanrı elçisi! Senin bahsettiğin tipteki yöneticilerle karşılaşırsam ne yapayım?” diye sorar. Bunun üzerine Peygamber de Huzeyfe’ye “Onu dinler ve ona uyarsın. Ondan işkence görsen[6] ve o tüm emeğine ve malına çökse de sen onun sözünü dinle ve ona itaat et.” der.[7] Bu rivâyette geçen tavsiyeyi aklı başında normal bir insan bile söyleyemezken bir peygamber nasıl söyleyebilir. Zulme ve adâletsizliğe direnerek varlık kazanmış bir Peygamber’in Kur’ân’ın apaçık direniş âyetlerine rağmen pasif bir boyun eğişi öğütlemesi akıl alacak gibi değildir. Birileri yönetimin eleştirilmesi, sorgulanması ve değiştirme iradesinin ortaya konması korkusu sebebiyle öyle bir rivâyet uydurmuş ki akıllara zarar.
Emevîlerin iktidâra geçmesiyle başlayan süreçte, padişahlığını Tanrı’nın onayıyla gerçekleştirdiğini iddiâ eden sultanlar,[8] bu tip rivâyetlerle ayakta kalmaya çalışmıştır. Halka zulmeden, Peygamber soyunu kurutma yoluna giden, haklı başkaldırıları bastırmayı isteyen, zevk ve eğlencelerinin eleştirilmesinden rahatsız olan, câriye ve odalıklarıyla rahat yatmayı arzulayan, ülkenin tüm mülkünü kendi malı gibi görüp yaptığı israflar nedeniyle oluşan bütçe deliğini vergilerle kapatmaya çalışan, halkı mezheplere ayırarak “Önce böl, sonra aralarına düşmanlık girdir, en son onlar birbiriyle uğraşırken onları yönet.” yöntemleriyle halkı yarattığı sanal düşmanlarla uğraştırarak halkın kendisiyle uğraşmasını engelleyen yöneticiler bu tip rivâyetler üzerinden halkı uyuşturma yoluna gitmiştir.
Kur’ân’ın devrimci, isyancı, hukûkçu, politik, ekonomik ve özgürlükçü âyetlerini tüm tarihsel gerekçeleriyle okuyan biri; Huzeyfe’ye dayandırılan bu aktarımın katıksız bir uydurma olduğunu fark eder.
İbn-i Abbas’ın aktardığı bir rivâyete göre Peygamber’in “Kim ki emretme ve yasak koyma makamındaki yöneticinin yapmış olduğu bir şeyi kötü görürse sabretsin. Çünkü her kim sultana itaat etmekten bir arşın ayrılırsa câhiliye ölümü ile ölür.”[9] dediği söylenir. Bu rivâyet tıpkı yukarıdaki gibi Kur’ânla çatışan bir aktarımdır. Câhiliyenin karakteri mülkiyet, cinsiyet ve kavmiyet takıntılarıydı. Câhil toplum liderini eleştirmez, liderine ölümüne bağlı olur, liderinin haksız kararlarında bile arkasında durur; kendi kavmini, grubunu, çevresini tartışmasız üstün ve seçilmiş görür; kadını erkeğin gerisine atar, kadına annelik, hizmetçilik, câriyelik ve eğlencelik rolü verir. Câhiliyenin bütün niteliklerini saraylarında yaşayan sultanlara “Peygamber yoldaşı, Peygamber’in müjdelediği önder, Allâh yolunun yolcusu, cihât erleri” gibi sahte sıfatlar yakıştırarak onlara itaat edilmesini öğütlemek, Câhiliye’nin yoluna çağırmaktır. Câhiliye ile savaşmış bir peygamberi Câhiliye’nin tüm özelliklerini uygulamak için kullanmak, tam bir şeytanlıktır.
Abdullah İbn-i Mesut’tan gelen bir rivâyete göre Peygamber, “Hiç şüphesiz, benden sonra, adam kayırmalar ve yadırgayacağınız bazı işler olacaktır.” der. Bunun üzerine Peygamber’in çevresindekiler ona “Ey Tanrı elçisi! O zaman nasıl davranmamızı tavsiye edersin?” derler. Peygamber de onlara “Siz üzerinize düşen görevleri yapın, kendi hakkınızı ise Tanrı’dan bekleyin.” der.[10] Bu tuhaf rivâyette de pasif, direnişten habersiz, uyuşuk, başına vurup elinden ekmeği alınacak tipler yaratmanın çabası vardır. “Hakkınızı Tanrı’dan bekleyin.” diyerek mutlak bir pasifliği öneren tavır, Kur’ânla asla bir araya gelemez. Mezhepçi devletlerin yöneticileri, koltuklarını sağlama almak için uyduruk hadîslerden epey yararlanmış gözüküyor. “Devlete, sultana, halîfeye, imama, emîre itaat.” bahisleri açan ulemâ, saray beslemesi ve mezhep taassupçusu[11] olduğundan sözde İslâm devletlerinin muktedirleri tarafından sürekli el üstünde tutulmuşlar, onlara tekkeler açtırılmış, müritler sağlanmış, onlar için vakıflar adı altında maddi imkânların kapıları açılmıştır.
Ümmü Seleme’den gelen bir rivâyete göre Peygamber, “Başınıza öyle kimseler yönetici olacak ki onların bazı davranışlarını güzel bulup onlardan memnun kalacaksınız; bazı davranışlarını da çirkin bulacaksınız. Onların kötülüklerine karşı çıkan kurtulur. Onların yanlışlarına karşı çıkmayan ve ona itaat etmeyi sürdüren ise” dedikten sonra sözünü keser. Bunun üzerine oradakiler “Ne yapalım, onlarla savaşalım mı?” diye sorunca Peygamber onlara “Onlar namazı kıldıkları sürece onlarla savaşmayın, onlara itaat edin.” der.[12] Bu rivâyet de akla ziyan bir aktarımdır. Bu aktarıma göre yönetici ve yönetim kadrosu her türlü zulmü yapabilir. Bunlara isyan edeceğiniz zaman onlar namaz kılıyor mu, diye bir bakılır; kılıyorlarsa onlara boyun eğilir, kılmıyorlarsa isyan edilir. Bu nasıl bir mantık. Ebû Cehil, Bedir Savaşı’ndan önce abdest almış, Kâbe’de namaz kılmış ve “Ey Kâbe’nin Rabbi! Muhammed’e karşı bana yardım et.” diye dua etmiştir. Tanrı’ya inanmak[13] ve namaz kılmak müşrik Araplar arasında yaygın bir uygulamaydı. O zaman Peygamber; namaz kılan, kurban kesen, hac yapan, kadınları örtülü; sarıklı, cüppeli ve sakallı; hacılara hizmette yarışan müşrik Araplarla niye savaştı?! “Namaz kılanların zulmüne katlanın, namaz kılana boyun eğin, namazı varsa sesinizi kesin ve itaat edin.” diye söylenecek sözlerin Kur’ân’dan hiçbir dayanağı olamadığı gibi bu tür zırva iddiâların sahipleri de tam bir müşrik zihniyetinin temsilcisi olur.
- 2. Halîfenin Kabîlesi
“Hilâfet Kureyş’tendir,[14] emirler Kureyş’tendir,[15] imamlar Kureyş’tendir.[16]” benzeri hadîsleri ele alan Kadı İyâz’a[17] göre halîfe’nin Kureyşli olması şartı Sünnî ulemânın ortak görüşüdür. Sakife günü Ensar’a karşı Ebu Bekir ve Ömer, halîfe’nin Kureyşli olması hadîsini söylediklerinde hiçbir kimse onlara karşı çıkmamıştır.[18] Ancak şûrâ âyetleri, yönetim biçimiyle ilgili âyetler ve Medîne Sözleşmesi’ni okuyan herkes görür ki Kur’ân ve Peygamber’in bir halîfe ataması imkânsızdır. Çünkü ilgili kaynaklar insanlığı ortak akla, meclise, yerel yönetimlerin yetkilendirildiği üst yönetim birimine çağırırken karizmatik bir lider öncülüğünde kurgulanan sürüleşmeyi reddetmeye; vicdân, akıl, sağduyu, barış, kardeşlik, dayanışma, eşitlik ve paylaşım gibi değerlerin temelinde inşâ edilen bir hukûk düzeni kurmaya davet etmektedir. Kur’ân ve Peygamber’in emîr, imam ve halîfe atama diye bir derdi yoktur.
Peygamber’in ölümünden sonra kaybettikleri olanakları yeniden kazanmak isteyen başta Emevî soyu olmak üzere pek çok grup, İslâm kalesinde açtıkları delikten girerek egemenlik kazanmak için kutsal dayanaklar bulmak zorundaydılar. Bunun yolu âyetler olamayacağı için tek yol hadîs uydurmaktı ve onu da başarıyla yaptılar. Fakat sadece hadîs uyurmak yetmezdi, bunu mezhep görüşüne de dönüştürmek ve mezhep üzerinde üretilen âidiyet ve kimlikle de perçinlemek gerekiyordu. Dönemin toplum mühendisleri bunları da yaptılar. Mezhepten çıkmak veya bir mezhebe girmemek Tanrı’ya, Peygamber’e ve devlete isyan sayıldığı için de insanlar katledildi. Katliamlar, mala çökmeler ve sürgünlerle terbiye edilen toplum; fetvâlar ve mezhep içtihatlarıyla birlikte pasif, kaderine razı olan, gerçek sebebini bilmeden sultanın cihat çağrısıyla askere gidip ölen, padişahın masraflarını vergileriyle karşılayan ve sultanın saraylarında keyif sürmesi için gerekirse her şeyi elinden alınabilen robotlara dönüştürüldü. Ecdâdımızın yolu, atalarımızın sünneti, babalarımızın kültürü, gelenek ve göreneklerimiz diye yere göğe sığdırılamayan ata-tapıcık ve devlet kutsayıcılık yolu işte budur. Ecdadcılığı sorgulayan herkesten nefret eden bu zihniyetin tek korkusu, koltuklarını kaybetme endişesidir. O nedenle tüm zamanların muktedir güçleri kutsal sözler adı altında uydurdukları yalanları ortaya çıkaranlardan hem nefret etmiş hem de onları etkisizleştirmek için ellerindeki tüm kamu gücünü kullanmışlardır. Bir de dedelerinin ezikliğini savunacak kadar mankurtlaşanlar[19] var ki bunlar akıl tutulmasını eksiksiz yaşayan tam bir akılsızlar sürüsüdür.
“İmamlar Kureyş’tendir. Onların hayırlıları hayırlılarınızdan, şerlileri de şerlilerinizden üstündür. Şu halde Kureyş’ten başkasına yönelmek sadece küfrün peşine takılmaktır.”[20] hadîsi de hilâfetçilerin başına beladır. Arap kavmi, Kureyş kabîlesi ve Haşimî boyundan/sülalesinden olmayanların halîfe olabileceğini savunmak için bu hadîs benzeri pek çok hadîsi farklı biçimlerde yorumlayan hilâfetçilerin ciddi bir sorunu da var. Halîfenin mutlaka Arapların Kureyş kabîlesinden olması gerektiğini savunan hadîsi kimileri “Araplar Peygamber sülalesi dışındakilere uymayacağı için bu söz söylenmiştir.” demiştir. Ancak Peygamber’in her konuda evrenselliğini savunup hilâfet meselesinde dar bir açıklama yaptığını söylemek gelenekçilerin içinden çıkamadıkları bir çelişkidir. Bu hadîs ayrıca öyle bir kavmiyetçilik üretmektedir ki Kureyşli olmayı insanlar için bir üstünlük işareti göstermektedir. “İstediğin kadar iyi ol, bir Kureyşliden daha iyi olamazsın; istediğin kadar kötü ol, bir Kureyşliden daha kötü olamazsın.” denilmesi ne Kur’ânla ne de Peygamberle uyumlu bir yaklaşımdır, tam bir zırvadır.
Devam edecek…
__________________________________________________________________________
[1] İnsân, 1/Hel etâ ‘ale’l-insâni hîn(un) mine’d-dehri lem-yekun şey’en mezkûr(an)
[2] İnsân, 2/İn-nâ hlag-na’l-insâne min nudfetin emşâcin nebtelî–hi fe-ce’al-nâ-hu semî’an basîr(an)
[3] Öngörü: Bir işin ilerisini kestirme, bir işin nasıl bir yol alacağını önceden anlayabilme ve ona göre davranma.
[4] İnsân, 3/İn-nâ hedey-nâ-hu’s-sebîle immâ şâkiran ve immâ kefûr(an)
[5] sünnetimle amel etmeyen
[6] “Sırtın dövülse” diye belirtilir.
[7] Tac, III/44-45.
[8] Zi’l-lu’l-lâhi fi’l-arzi (Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi)
[9] Buharî, Kitabü’l-Fiten, Müslim, 3441.
[10] Buhâri, Menâkıbu’l-Enbiyâ 8; Fiten 2 ; Müslim, İmâre 45, 48.
[11] Taassup: Kendi soyuna soyu haksız da olsa arka çıkmak, körü körüne bağlanmak.
[12] Müslim, 3445.
[13] Ankebût, 61.
[14] Müsned, 4/185; Heysemi, Mecmau’z-zevâid, 1/336, 4/192.
[15] Hâkim, Mustederek, 4/501
[16] Müsned, 3/129, 4/421.
[17] Kadı Iyaz (1083-1149): Ceuta (Sebte) ve Granada’da Murabıtlar zamanında yaşamış ve Mâlikî mezhebine bağlı tarihçi, dilci, kadı ve hukukçudur.
[18] Müslim, Nevevi Şerhi, 12/200.
[19] Mankurt: Bilinçsiz köle. Halkının düşmanlarıyla iş birliği yapan ama işin aslını hiç fark etmeyen.
[20] Nuʿaym bin Hammâd, el-Fiten, tahk. Semîr Emîn ez-Zuheyrî, Kahire 1412, I, 121.