Son günlerde okuduğum iki güzel yazının tahrik ve teşvikiyle yazıyorum bu satırları. Yine, “Biz ne haldeyiz?” sorusu eşliğinde.
İlki Tanıl Bora’nın, uzun süredir dert edindiğimiz bir sorunu ele aldığı, ‘Skandal’ başlıklı yazısı. Diğeri, Kemal Gözler’in ‘Kapuçin maymunları adaletsizliğe isyan ederken insanlar neden isyan etmiyor?’ başlıklı kitap yazısı. Gözler’in dikkatini çeken eser Engin Topuzkanamış’ın: Hukuku Anlamak için Kısa Bir Giriş – Kapuçin Maymunları Neden Salatalık Sevmez? (On İki Levha, 2022).
Türkiye son 100 yıldır olduğu gibi yine anayasa üzerine konuşur ve bir kez daha, yeni bir anayasa yapıldığında pek çok sorunun çözüleceği sanrısı yaşarken sanırım bizlere de bir ölçüde umutsuzca, Mümtaz Soysal hocanın “Anayasaları yaşatan içlerindeki sözcükler değil, dışarılarındaki hayattır” sözünü hatırlatmak düşüyor.
“Bir ölçüde umutsuzca” dememin, tümüyle umutsuzluğa kapılmamamın nedeni, umulmadık biçimde, son yıllarda yaşananlar aslında. ‘Her şerde bir hayır varmış’ dedikleri bu olsa gerek. Anayasal ilkelerin ortada bir askeri darbe vs. yokken askıya alınması, iktidarın 2017’de ‘türev iktidar yetkisi kullanarak’ açıkça ‘asli kuruculuk’ kabul edilebilecek bir rejim değişikliği yapabilmesi, ayrıca hak ve özgürlüklerin çoğunun kullanılamaz hale gelişinin toplumda ciddiye alınabilir bir tepkiye neden olmayışı gibi gelişmeler, Soysal’ın yıllar önce dile getirdiğini açık biçimde örneklendirdi.
Toplum sahip çıkmadığında anayasa hükümlerinin bir değeri kalmadığını, yasal olanın hukuksal olmayabileceğini, ayrıca o ‘hukuksallık’ ve ‘ilkeler’in eninde sonunda koşullara, siyasi gelişmelere ve yoruma bağlı olduğunu; hâkimler söz konusu olduğunda ise Anayasa’nın 138’inci maddesinde anılan ‘vicdani kanaat’in anayasa, yasa ve hukuk ilkelerini nasıl önemsizleştirebildiğini acı biçimde deneyimliyoruz.
Olup bitene farklı açılardan bakan, hukuksallık düşüncesini enine boyuna ele alıp sorgulayan hukukçu ve çalışmaların sayısının artması sevindirici. Akıllı ve birikim sahibi uzmanların bir araya gelerek hazırladığı bir ‘norm’un, bazen nasıl da çaresiz kaldığını, hatta umulan sonuçların tam aksini verebildiğini görmek, o aksi sonuçların kökeninde ‘norm dışı’ etmenler aramak, hayırlara vesile olabilir. Kemal Gözler’in kitap yazısı da okuyanın önünde farklı kapılar açmayı hedefleyen bir çalışmadan hareketle ‘insanın neden adaletsizliğe isyan etmediğini’ sorduğu için önemli.
Kemal hocanın sorusunu biraz değiştireyim: ‘İnsan’ın ve ‘yönetimler’in adil davranmasını gerektiren onca ‘yasa’ hükmü varken, nasıl olur da o hükümler kâğıt üzerinde kalabilir? Nasıl bir düzende, nasıl bir toplumda, hangi sınıf ilişkilerinin hâkim olduğu bir anayasal düzende, kural-ilke ile gerçek yaşam arasında böyle bir uyumsuzluk mümkün olabilir?
Tanıl Bora ise ‘skandal’ sözcüğü üzerinde durmuş. Kiminle sohbet etsek aynı şeyi söyler, söylüyor bir süredir; yıllar önce skandal terimiyle karşılanan gelişmeler artık sıradan kabul ediliyor. Üstelik yalnızca Türkiye’de değil, muasır medeniyetlerde de, elbette kendi ölçülerinde, durum pek farklı değil. Trump’ın yeniden adaylığı dahi bir skandal değil mi? İtalya’da bir faşistin başbakan oluşu ya da.
Türkiye’de skandal olmuyor, olamıyor artık. Düşünüyorum, ne olursa ahali küçük dilini yutar diye, hiçbir şey gelmiyor aklıma. En akıl almaz işler gülümseme ve hatta şaka konusu. Skandal sözcüğü yine kullanılıyor tabii, ancak itibarı yok. Müsebbiplerin hiçbiri rezil olmuyor, mahcup olmuyor, zorda kalmıyor, ceza almıyor, topluma anlamlı ve ikna edici bir açıklama yapmak zorunda hissetmiyor.
Oysa, ‘Susurluk’ bir skandaldı. İSKİ bir skandaldı. Bir siyasetçiyle bir mafya babasının düğünde fotoğraflanması skandal kabul edilebiliyordu zamanında. Şimdi “128 milyar nerede?” sorusu toplumun önemlice bir kesimini ilgilendirmiyor, ilgilenenler de sadece soruyor, sık aralıklarla. İSKİ skandalı siyaseti-iktidarı belirlemişti. Tarihimizdeki pek çok ‘skandal’ bugün tanık olduklarımızın yanında ‘Heidi ile Peter’in hikâyeleri’ gibi kalır.
Tanıl Bora şöyle demiş: “Yurtta ve cihanda, skandal imkânsızlaşmış görünüyor. Neoliberalizmin siyasî düzeni, skandala mahal vermiyor. Siyasetin gitgide informelleşmesi, kamusal meseleleri şahsîleştiriyor, onları siyasî makam sahiplerinin ‘samimiyet’ine emanet hale getiriyor. Kurumsuzlaşma, kurumların tahribi hesap verirliği teminat altına alacak yapıları aşındırıyor. Kamu yararı bir kavram, bir değer, bir ahlâk olarak fiilen tasfiye edildiğinden, kamusal sorumluluğun hükmü yok. Meşruiyete bakılmıyor, sadece yasallık var – o da olduğu kadar. Yurtta ve cihanda, böyle. Yurtta, işte o yasallığın bile pek ‘kırılgan’ olması yanında, ‘devlet geleneği’ skandalı meneden bir kudret olarak işliyor. Skandal, imkânsız olduğu kadar, zaten yasaktır. Skandalın tasdiknamesi olan istifayı, onun için kimse düşünmüyor. Onun içindir ki, kaç yıldır, skandal vahametindeki olaylardan bahsedenler, iri lâflarla, gözlerini aça aça, ‘aslında bir skandal’ diyorlar. Aslında skandal olmalı, ama olmaz, olmuyor. ‘Böyle bir şey olabilir mi?’ sözü, onun için tağşişe uğradı. Öyle bir şeyler, mütemadiyen oluyor… Evet, herhangi bir şeyi skandalize etmenin çok zor göründüğü bir zaman ve zemindeyiz. Skandal şiddetindeki vahimliklerin skandal olarak tescili imkânsız gibi… En büyük skandal, budur.”
Türkiye’de artık skandal olamayışı, eninde sonunda bir gün değişecek iktidarın yeni yönetime miras bırakacağı anormalliklerden biri olacak. Sonraki yönetim kim olursa olsun, skandalları skandal olarak görmeyen, bu yetisini yitirmiş bir toplumu yönetecek ve hayal edilen yeni anayasa, yeni idare böyle bir ülkenin anayasası ve idaresi olacak.
Yazının başlığındaki varsayım… Ekonomi kötülemeseydi iktidar pek oy kaybetmezdi. Sık işitiyorsunuzdur. Bilmiyorum, doğrudur yanlıştır, belki hak ve özgürlükleri hafife almaktır, pek çok boyutuyla tartışılabilir bu tür iddialar. İnsanın mideden oluşmadığı gerçeğini hatırda tutarak bu varsayımın yabana atılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Mesele, iktidar blokunun hâlâ alabildiği milyonlarca oy bir yana, söz konusu düşüncenin gördüğü kabul ve o kabulün bize, herkese söylediği, sözcükler arasına saklanmış gerçekler.
Adaletsizliklerin pek etkisi olmadı… Akıl almaz yolsuzluk iddialarının pek etkisi olmadı… Sayısız yurttaşın sorgusuz sualsiz işinden gücünden edilip ve sivil ölüme mahkum edilmesinin toplumun geri kalanı açısından pek etkisi olmadı… Anayasal ilkelerin askıya alınmış olmasının pek etkisi olmadı… AYM kararlarının idare ve ilk derece mahkemeleri tarafından ciddiye alınmamasının pek etkisi olmadı… Onca insanın hayatının çalınmasının pek etkisi olmadı… Muhalefete yönelik ağız dolusu hakaretin ve aşağılamanın pek etkisi olmadı… Belli makam sahiplerinin üç beş maaş almasının, insanı mahcup eden bir şatafat içinde yaşamasının pek etkisi olmadı… Doğa talanının, ihale düzeninin pek etkisi olmadı… Kadrolaşma furyasının pek etkisi olmadı… Küçücük çocukların, işçilerin, kadınların başlarına gelenin pek etkisi olmadı… Evet, o cümledeki sözcükler aralarında bu gerçekler dile geliyor.
Eğer iktidar, muhalefetin iddia ettiği gibi ilk seçimde değişirse, yeni yönetimin önünde çok kafa yorulması ve mücadele edilmesi gereken devasa bir derttir bu. Toplumun, bir skandalı skandal olarak görmesinin yollarını arayıp bulmak. Yeniden.
Bu, belki bir ölçüde mevzuatla, büyük ölçüde yıllar sürecek topyekûn toplumsal kampanyayla mümkün olabilir. Aksi halde, ucundan dahi olsa demokratik bir hukuk düzeninin işlemesi mümkün değil. ‘Dışarıdaki hayat’ nedeniyle…
Yazı önerisi: Belki siz de özlemişsinizdir, Aydın Engin’in arşivinden “Bunlar iyi günlerimizmiş, çok zor günler geliyor” başlıklı yazısını buraya bırakıyorum.