Sevgili Turgay Yıldız’ın güzel anısına saygıyla…
İlginç bir biçimde, ya da sığınmacılığın ve yükselen milliyetçiliğin gündemde olduğu haftalarda hiç de ilginç olmayan bir biçimde, ‘fonlama’ tartışması başla(tıl)dı memlekette. Gerçi bu bir tartışma değil görebildiğim kadarıyla, ‘tartışma’ sözcüğünün hak ettiği niteliklere sahip olduğunu söylemek mümkün görünmüyor. Daha ziyade ve geleneğimize uygun biçimde, kara çalma, değersizleştirme, itibarsızlaştırma, yok etme ve belli ki biraz da ‘göze girme’ hevesi söz konusu.
Sığınmacılara sahip çıkmaya ‘kalkışan’ ve hiç olmazsa ‘eleştiride başka bir dil öneren’ yazar ve akademisyenleri hedef alan hakaretamiz üslup, dün Medyascope’a yönelmiş. Muhtelif yayın organları ve bireysel ‘sövgü’ mekanizması özellikle Ruşen Çakır’a çatıyor. Aynı dil ve hatta cümlelerle verildi ‘skandal’ (!) haber. Hani, havuz medyasının tüm gazeteleri aynı manşeti atıyor, deniyor ya, işte öyle.
Nicedir aşı karşıtlığıyla nam salanın muhalif kimliği, muhalif görenlerin sorunu. Birkaç yıl önce yine Diken’de, iktidarın en büyük müttefiklerinden birinin, ‘bir kesim’ ulusalcı olduğunu anlatmaya çalışmıştım, şimdi aynı konuya girip uzatmaya gerek yok, bana kalırsa her şey açık. Kuşkusuz burada yalnızca ulusalcı fantezilerle açıklanamayacak bir ‘birliktelik’ söz konusu. Herhalde Medyascope’un yarattığı genel etkinin, çok sesliliğinin ve şimdilerde sığınmacılarla ilgili tavrının sonucudur.
Her ne kadar gazeteci olmasam ve bu konulara ilişkin bilgim yüzeysel kalsa da, şu yaşımda ve ortalama aklımla; zaten herkesin bildiği, Medyascope’un gelir kaynakları arasında saydığı, gizlisi saklısı olmayan, Ruşen Çakır tarafından da dile getirilen fonun, büyük bir habercilikmiş gibi sunulmasının ‘boş yere’ olmayacağını ve iktidara, muhalif yayın organlarına yönelik istediği kozu kolaylıkla vereceğini düşünebiliyorum. Şuncacık akıl ve bilgiyle düşünebiliyorsam, haberi yapanlar da herhalde…
İktidarın yazılı-görsel basını büyük ölçüde ‘halletmesi’ ve bir havuza doldurup içinde çimmeye başlamasıyla, muhalif olup da düzgün işler yapmak isteyen gazetecilerin hayatı çok zorlaştı ve önümüzdeki yıllarda muhtemelen ‘asıl’ medya haline gelecek başkaca mecralar kurma arayışına giriştiler. Gelin görün ki, amiyane tabirle, ‘su yakmıyor’ okunan ve seyredilen alternatif kanallar. Birilerinin desteklemesi gerekiyor ve haber okurken karşınıza çıkan, bazen okumayı neredeyse imkansız hale getiren oynak ‘reklamlar’, tahminlerin ötesinde çok cüzi katkı sağlıyor. Bu kurumlar, gazetecilik faaliyetini yalnızca ajans haberi aktarmanın ötesine taşımaya çalıştıkları ve işlerini çeşitlendirdikleri ölçüde, giderek daha fazla gelire ihtiyaç duyuyor. Edinmelerine çok çeşitli yollarla engel çıkarılan, gelir kaynaklarına.
Bu nedenle, başvurulan fon/kaynaklar ve okur desteği hayati. İnternet gazetelerinin, hiç olmazsa ikisinin, nasıl zorluklarla, kıt kaynaklarla gazetecilik yapmaya çalıştığını yakından biliyorum. Dolayısıyla, hem Ruşen Çakır’ın hem de örneğin ‘çalışma odasından’ bambaşka bir şey yapmaya çalışan Ünsal Ünlü’nün, her yayın sonunda ‘destek’ konusunu hatırlatması boşuna değil.
Medyascope salt bir internet gazetesi/TV’si değil tabii, maddi gücüyle sınırlı olsa da çok sayıda insanın çalıştığı, gençler için okul işlevi gören, nitelikli programların yapıldığı, farklı görüşlerin yer bulabildiği bir mecra. Ben nasıl ki, “Köşe yazarı desen köşe yazarı değil, akademisyen desen o da tam değil, devekuşu gibi, ne deve ne kuş,” biriysem, Medyascope’u isimlendirirken de zorlandım ve bu yüzden, bugün Duvar’da Ümit Kıvanç’ın kaleme aldığı “Hep o şarkı, yabancılar ve hainler” başlıklı yazısındaki tanımı aktarmayı tercih ediyorum: “Faaliyetini nesnel bakışla değerlendirecek herkese göre, sanırım, Medyascope, yorumculuk (kişiler, uzmanlık, kapsam, güncellik) bakımından hayli yetkin, güncel yayını besleyen, görece geniş zamana yayılmış konuları, arka plan bilgilerini ele alan programları ve röportajları bakımından doyurucu bir yayın organıdır.”
Üniversitede çalıştığım yıllarda ‘kökü dışarıda’, ‘sözde’ akademisyenlerden biriydim. Neyse ki tek başıma değil, kalabalıkça bir sözde meslektaş grubuyduk. Bizleri bu terminolojiyle adlandırmayı tutkuyla isteyen bir özde akademik nüfus vardı. Biri, özellikle ‘milli’ bir konuda çoğunluktan farklı düşünüyorsa onu ‘sözde’, ‘hain’, ‘kökü dışarıda’ terimleriyle adlandırıyorlardı. Her fakülteden, özellikle fenciler arasından çıkardı bu cevval figürler. Atıldığımızda çok mutlu oldular, tahmin edersiniz.
Onlara, sosyal bilimlerin de aslında bir bilim dalı olduğunu, kendi araçları, metodu ve terminolojisi ile ele almak gerektiğini; bir diş hekimi için için kanal tedavisi ne ise bizler için de siyasal-tarihsel-hukuksal gelişmelerin o olduğunu anlatmaya çalıştık yıllarca, olmadı. Üniversitenin ortak yazışma grubunda, sıklıkla hainlikle vs. itham ediliyorduk. Önce sinir bozucu olduğunu düşünürdüm, sonrasında (insanın sinirleri de gevşiyor demek ki!), doğrusu biraz eğlenceli bulmaya başladım. Çoğu, Türkçe’nin temel kurallarını bilmediği ve başı sonu belli, özne yüklem uyumu olan Türkçe cümle kuramadığı için, bizlere hakaret ettikleri mesajlardaki dil yanlışlarını düzeltip geri gönderiyorduk bir ara, örneğin. Doğru ya da yanlış, buna mukabil akıl sağlığını korumanın yollarından biriydi bu.
İşte üniversitedeki bu ortak haberleşme ağında, zaman zaman karşılaştığımız ithamlardan biri de ‘bir yerlerden para almak’ idi. Bizi kim fonluyordu, nereden besleniyorduk, kimin adamıydık, vatan ihanetin ederi neydi, vs. Farklı düşüncenin çıkarsız dile getirilebileceğine inanmak istemiyorlardı. Üniversitede oluyordu bunlar, evet ‘bilim yuvasında!’
Yalnızca kaba milliyetçilikleri ya da kasabalılıkları filan değildi bu hastalıklı tavrın nedeni. Her tartışmalı konuda, tepkilerini çıkarlarına halel getirmeyecek tonda dile getiren insanlardı. Örneğin, aynı kişiler bir önceki dönemde de türban yasağına sessiz kalmıştı, ya da diyelim AKP’nin kapatılması gerektiğini rahatlıkla savunabilirlerdi, çünkü devrin muktedirlerine yaranmanın ve başı derde sokmadan idare edebilmenin yolu o yıllarda buralardan geçiyordu. Bir düşüncenin çıkar gözetmeden var olabileceğine, dile getirilebileceğine akıl erdiremiyorlardı. Lügatlarında ‘öz saygı’ terimi yoktu. Zavallı insanlardı. İşin matrak yanı, zamanında kredi kartı yaygın olmadığından, “Size ne kadar ödüyorlar bakalım!” zırvasını işittiğimiz günlerde, ay sonu yaklaşırken herkes birbirinden borç alıyordu, 15’ini çıkarabilmek için! Şimdi Medyascope’a söylenenler ve ‘fonlama’ yaygarası o günleri hatırlattı bana.
Ezcümle, nitelikli yayıncılığı nedeniyle Medyascope’a ve gazeteci Ruşen Çakır’a, bir okur ve izleyici olarak teşekkür ederim. Umuyorum daha başarılı olurlar.
Muhterem okur, yazı burada bitsin… İstediğim yazı değildi bu tam olarak; iki arada bir derede kalıp Medyascope’a dair bir şeyler söylemek istediğim için sonunu getirdim, fazlasına gücüm yetmedi, zihnimi toparlayamıyorum. Yazının ortasında, tiyatro oyuncusu ve son yıllarda kısa skeçleriyle yaşamımızı güzelleştiren mizahçı, mukallit Turgay Yıldız’ın vefat haberini aldım, sesi, yüzü gözümün önünde.
Yalnızca seyircisi değildim, Moda Sahne’de her karşılaştığımızda sohbet ettiğimiz, çok sevdiğim, pırıl pırıl, iyi kalpli bir insandı Turgay Bey. Salgında hiçbir yerden kendilerini yaşatacak maddi destek bulamayan ödeneksiz tiyatrolar ve tabii Moda Sahne ayakta kalabilsin diye, internet üzerinden yayınlanan oyunlar sergiliyordu son olarak. Çok iyi bir insandı, inanmakta zorluk çekiyorum ve çok üzgünüm. Çok üzgünüm. Ailesinin, başta arkadaşları, yoldaşları Kemal Aydoğan, Selçuk Aydoğan ve Moda Sahne çalışanları olmak üzere tüm sevenlerinin başı sağolsun. Canım Turgay Bey, Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun…
Video: Turgay Yıldız’ın, ‘Helallik‘ başlıklı videosu.