Çoğu insan için ürkütücü bir kelime. Özellikle ülkemizdeki sınav sistemleri bu duygunun sürekliliğini ve yoğunluğunu arttırıyor.
Günümüzde şehir yaşantısının getirdiği zorluklar, kıyasıya rekabete dayalı çalışma temposu, geleceğe duyulan güvensizlik ister istemez çoğu kişide kaygı uyandırıyor. Aslında, kaygı tehlike anında kendimizi koruyan kollayan bir tepkidir. Kaygıyı harekete geçiren hormonlar tam olarak dengelendiğinde güçlü bir uyarıcı olarak ortaya çıkar. Kaygıyı kontrol ederek, bu duygudan azami ölçüde faydalanabiliriz. Kaygının kendisi ne yararlıdır ne zararlıdır. Onu zararlı ya da yararlı kılan verdiğimiz tepkidir. Bu yüzden kaçınmak yerine kabullenmek daha çok işimize yarayacaktır.
Doğru, gercekçi hedefler koymak, başedebileceğimiz kaynaklarımızı gözden geçirmek kaygıyı kontrol etmemizi sağlar ve onun korkuya dönüşmesini engeller. Günlük hayattaki sıkıntı ve baskılar çok önemsiz olsalar da biriktirilerek süregelen kaygı durumuna dönüşür. Bu da insanları yorar ve başetmekte zorlanırlar.
Kaygı, neden bazı insanlarda sorun olarak görülmezken bazılarının hayatını zindan eder? Burada genetik faktör kadar öğrenmenin ve yaşam deneyimlerinin etkisinden söz etmek gerekir. Anne ya da babanın kaygı karşısında verdiği tepkiler çocuklar tarafından öğrenilip taklit edilebilir. Böylece genetik geçiş öğrenme ile pekiştirilmiş olur.
Sonuçta önemli olan kaygı duymak değil, kaygı karşısında olumlu bir davranış sergilemenin yollarını bulmaktadır.
Aşırı panik yaratacak durumlar sonucunda bastırıcı ilaçlar kullanılabilir. Ancak duruma uyum sağlayıcı becerilerin öğrenilmesi için çeşitli terapi tekniklerinden yararlanmak uzun süreli bir sağaltıma neden olacaktır.
Gevşeme egzersizleri küçük hazlar yaşamaya çalışmak, kendimizde ve bulunduğumuz çevrede ufak değişiklikler yapmak kaygının sürekliliğini ve yoğunluğunu azaltabilir.