Evrendeki ve insandaki hiçbir şeyin, tekdüze kendini tekrar eden ve saat gibi işleyen, mekanik bir mekanizma içermediği görülebilir. Küçük ayrıntılarda var olan olasılık, mikro evren sayılan insanda beklenmedik/mucizevî istisnalar oluşturmaktadır. Biyolojik yaşamda gerçekleşen mutasyonların, istisnalara kanal açması bunu kanıtlamaktadır. Dışarıdan çok normal gözüken bir şey, belli şartlarda bir istisna ve kural dışılığa dönüşebilir. Entropi yasası ve standart model teorisinin gereği olarak, evrenin ve insanın bir başlangıç ve son içerdiği aşikârdır. Yaşlanma ve ölüm kaçınılmazdır.
Dünyadaki büyük-küçük bütün canlılar, çeşitlilikleriyle sarsıcı birer mucizedir. Modern bilimin parçacık fiziği ve görelilik kuramı; insanlığa, “mantık dışı” sanılan olgulara inanabilmeleri konusunda, birçok araştırma materyali sunar. Evrenin ‘kurucu istisnaları’; klasik, geleneksel mantıkla açıklanamaz.
Örneğin ilk neden olarak, bugün de tanrının bir istisna kalması sayesinde her şey doğal bir nedenselliğe uymaktadır. Bilimin mantığı maddecidir ve her şeyin akılcı ve mantıklı bir açıklamasının olabileceğine inanır. Bilim, evrende hiçbir şeyin ‘doğal nedensellikten’ kaçamayacağını savunur. Öte yandan bilimsel söylemin sürprizlere/istisnalara dair bir sezgide bulunmaya açık olması, evrenin akılcı-nedensel düzeninin bizzat kendisinin bir bütün olarak ‘tutarsız ve akıldışı’ gözükmesi, bir şeylerin mutlaka hep eksik kalması nedeniyledir.
Çünkü doğal yasalara uyan her şey ‘salt akılcı’ olmayabilir ya da insan aklının sınırlarında anlaşılması pek mümkün olmayabilir, çünkü akıldışı istisnalar da olabilir. Örneğin atomları oluşturan parçacıkların aynı anda hem konumunu, hem de hızını tespit etmekten bizi alıkoyan “belirsizlik ilkesi” bu kural dışılığın en açık ifadesidir. Burada “bilinemezcilik” tuzağına asla düşülmemeli ama bilgi ve aklın putlaştırılması da engellenmelidir.
Maddenin kökenindeki atomaltı parçacıklarının işleyişinde, evrenin sırları gizlidir. Bu parçacıkların gerçekliğine dair bilginin tamamlanmamışlığı ve mutlaklaştırılamaması, kavramsal sistematiğin atladığı veya bilinip kavranamayan bir yönüdür. Bugün parçacıklarda bir şeylerin kısmen “eksik” bırakılması çok açıktır ve sanki özellikle mümkün bırakılan bu “eksiklik” sayesindedir ki, hem makro evren ve hem de mikro evren olan insan, farklılaşıp çeşitlenebilmekte, hayatın ve gerçekliğin, varoluşsal tamamlanmamışlığı, işte tam burada açığa çıkmaktadır. Zaten gerçeklik, varoluşun tamamlanmamışlığı ve sürekli oluşumun değişime açık olması sayesinde ayırt edilebilen bir şeydir.
Evrende-doğada eksiksiz, tamamlanmış ve kesinleşmiş bir gerçek yoktur. Her yönüyle tamamlanmış olan eksiksiz bir gerçeklik ancak muallâkta kalan sanal bir tasarım, bir kurgu, bir kısmî benzetim olabilir. Tam burada “Gerçeklik, çoklukların çokluğudur”, çeşitlenme ve çoğullaşma dinamikleridir saptamasını açıklayan parçacık fiziği devreye girer.
Tabi ki çokluk, her biri farklı bir tekil veya tekillik olan bireylerin matematik bileşkesi ve toplamı olarak, toplumun çoğullaşmasına indirgenemez.
Çokluk; her biri farklı bir tekil veya tekillik olan, iradevi, tinsel ve kültürel mayaları farklı olan bireylerin matematik bileşkesi ve toplamı olarak toplumun çoğullaşmasına indirgenemez. Çokluk, özdeş ve türdeş bireylerin çoğullaşması değildir. Bu tekleşme, tekleştirme anlayışı, süregiden doğal çeşitlenmeyi açıklamakta aciz kalır. Doğadaki ve toplumdaki çoğul farklılaşma dinamiklerini görmekten kaçmak, yani gerçekliğin çoklu değişiminden kaçabilmek olanaksızdır. Er geç, gerçeğin değişimiyle yüzleşmek zorunludur. Yüzleşmeden kaçınmak, hiçliğe, boşluğa düşmek, zamansız ve mekânsız kalmaktır. Boşa geçen ve boşlukta geçen her bir zaman; hiçlik, yokluk ve sıfır noktası sayılmalıdır. Çokluğun yani gerçekliğin farklılaşmasının öncesinde Sıfır, yani hiçlik ve boşluk bulunur.
SIFIR/ÇOKLUK VE EKSİK GERÇEKLİK
Evrende ilk karşıtlık, Bir ile Sıfır/Boşluk arasında değil, Sıfır ile farklılaşmanın başlangıcı yani çoğullaşma dinamiklerinin açıldığı Çokluk arasındadır. Her biri, kendi içinde farklı ve özgün bir tekilliği ifade eden Bir, sonradan ortaya çıkmıştır. “Gerçekte mevcut olan” sadece farklı tekillikler olan Bir’lerdir. Öyleyse Çokluk ve Sıfır aynı şeydir.
Bütün farklılıkları ve eksiklikleriyle yaratılanlar ve hiçlik/yokluk olarak tasavvur edilen Sıfır, Tanrının birliği anlamında, tevhidin mânâsına tekabül etmektedir. Sıfır burada matematiğin tanrısı gibi tasavvur edilebilir. Sıfır/boşluk/hiçlik, farklı tekillikler olan Bir’lerin çokluğunda tecelli etmiştir ama Bir ile Çokluk asla aynı şey değildir. Bu her şeyin tanrıdan zuhur ettiği gerçeğini saptıran ve her şeyi tanrı sayan pagan inancına düşmek olur.
Farklılıkların aritmetik toplamı, Çokluk değildir. Zaten Sıfır, varoluşun tutarlılığını ve bütünlüğünü garanti eden Bir’ler varolmadan Çokluktur, çünkü Sıfır içinde çokluğu, varoluşu barındırmaktadır.
Sıfır, ortası boş bir daire ya da nokta olarak düşünülmüş ve matematikte birden dokuza kadar olan rakamların ondalık sayı sistemi kazanması Sıfır ilaveleri ile mümkün olabilmiştir.
Dokuza, Bir ilave ettiğinizde, Bir ve Sıfır yan yana getirilmekte ve bu On sayılmaktadır.
Her dokuz sayıdan sonra, Sıfırın ilavesi olmadan, ondalık sistem açıklanamaz. Sıfır olmadan Bir’ler, ilave ve bileşim kazanamamaktadır.
Gerçekliğin berraklığını/saydamlığını bulanık kılan eksiklik, kurulu gerçekliğin sınırlarını sürekli zorlar ve onu, eğip büker. Eksiklikler sayesinde, madde kritik değişimler geçirir. “ Maddenin ilk gerçekleşme anında da böylesi bir kesinsizlik/belirsizlik vardır” yargısı da burada devreye girer. Esas olan gerçeklik, eksikliktir. Eksikliğin kendisinin, bizzat bir gerçeklik oluşudur.
Eksiklik gerçeklikten daha gerçektir, gerçekliği yürüten, sıçratan ve belirleyendir.
Eksiklik olmasa gerçeklik olmaz, oluşamaz. Gerçekliği var eden eksikliktir. Eksiklik, varoluşun gereğidir. Doğanın, eksikliklerle ve ilavelerle ilerleyişi, insanın da ancak eksikliklerini aşarak ilerleyişi, hayata mânâ ve boyut katar.
Peki, eksiklikle belirlenen bu doğal zorunluluk ağları içinde, insani özgürlüğün yeri neresidir? İnsanın bir dürtüsü, bir amacı gerçekleştirme isteği veya yapmak istediklerini seçmesinin nedenselliği tanrısal mıdır?
Elementlerin mutlak olarak belirlenmiş davranışlar sergiledikleri bilinmektedir. Bu, dolaysız fiziksel nedenselliktir. Ancak bu doğal nedensellikte, eksikliklerin ve boşlukların var olduğu da açıktır. Eksiksiz ve mükemmel maddi gerçekliğin altında, her türden belirlenmenin tamamen çöktüğü, parçacık fiziğinin ve atomaltı parçacık dalgalarının bulunduğu alan, günümüzde tamamen açığa çıkmıştır. Ve burada eksikliklerin esas kaynağı olan belirsizliklerin, denge ve dengesizliği sürekli birbirini tetiklemektedir.
Evrenin, tek bir hidrojen atomundan yaratıldığı kabul edilmektedir. Parçacık fiziği tarafından keşfedilen, en alt yani ilk madde olan atomdaki belirsizlik olgusu, ilk başlangıç vuku bulduktan sonra maddi olgu ve süreçlerin, hiçbir idealist/ tinsel kavrayışa dayanmadan belirlenebilen süreçler içerdiğini ve bu süreci belirleyen hiçbir dış tinsel güç olmadığını açıklamaktadır. Ancak insani iradenin de bu süreci önceden belirleyip programlayabilmesinin olanaksız olduğu kabul edilmektedir.
YAŞADIĞIMIZ EVDE KİMSE YOK MU?
İnsanlar, oldukça karmaşık nörobiyolojik mekanizmalardır. İnsan beynini, her şeyi önceden belirleyebilen ve olasılıklara anında yanıt üretebilen mükemmel bir mekanizma haline getirmek uzak bir gelecekte bile, bir hayal olarak kalmaya devam edecektir. İnsan sadece sinir hücreleri, hormonlar, salgılar vb. görünür maddi bir yapılanmadan çok daha öte bir işleyiş, algılayış ve çoklu boyutlara sahiptir. İnsan; sevgi, merhamet, nefret ve korkularla çarpışan, özgürlükçü duygusal bir zekâya sahiptir. Bu anlamda Tanrının bu tasarımda belirleyici bir gücünün olmadığını düşünmek, “Yaşadığımız evde kimse yok” diyebilmek gibi büyük bir korkuyla bilincimizi sarsacaktır. Korkuyla başa çıkmak bir zorunluluktur. Korkular, sahip çıkılıp aşılmak zorundadır. Korkuları aşmamızı sağlayacak olan güç içimizdedir, sadece inançla açığa çıkarılmalıdır.
Bilinç, “bütünüyle olgusal olduğundan ve olgulardan hareket ettiğinden dolayı, arkasında fiili olarak hiçbir şey olamaz” demek yani maddi koşullar oluşmadan, bilinç Sıfır’dan oluşamaz demektir. Bu ise, düşünen madde olarak bilincin bir başlangıcının ve bir bütün olarak evrenin/maddenin bir başlangıç ve sonunun olmadığını iddia etmek demektir. Başlangıçtaki hassas ölçüler, basitçe kendiliğindenciliğe indirgendiğinde, hakikatin ve bilincin; özellikle eksikliklerle ilerleyebilen bütünleşme ve ayrışma ereğinin nedeni anlaşılamaz.
İnsan, bilinciyle varoluşun bütünselliği içindeki yerini kavrayabilecek bir donanıma açılabilir. Sıfır, esas temel gerçekliktir. Eksiksiz ve tamdır. İnsanın; gerçekliğin bütünselliğine, bilincini ve vicdanını açabilmesi, yalandan, eksiklik ve zaaflarından kendini arıtmasıyla mümkün olmaktadır. Varoluşa böyle bakılmadığında, insanın kendisine açıkça yalan söylemesi gerekmektedir.
İnsanı, eksiksiz “mutlak bir gerçeklik” ile sınırlandırdığınız zaman, insanın özgürlükçü bilinci de ortadan kalkmak zorunda kalır. İnsanın kendi dışında sandığı gökkuşağına daha yakından bakma cesareti vardır. Bilincin kendisinin bir gökkuşağı olduğu ve bir iç nedenselliğinin olduğu açıktır.
Bugün atomu birleştiren parçacıkların da ayrışabildiği, parçacık fiziğiyle açığa çıkmıştır.
Maddi gerçekliği onu yaratan bileşenlerine tamamen ayırdıktan sonra ondan geriye kalan en son noktanın, iki ayrı parçaya bölünemeyen tek bir parçacık noktası olmadığı, kalan bu tek parçayla, hiçlik-yokluk arasında bir bölünmeye de varılacağı açığa çıkmaktadır.
Bölünmenin artık sadece bu tek parçacıkla, hiçlik-yokluk, yani sıfır noktası arasında söz konusu olabileceğini düşünebiliriz. Bu durumu, bunu maddi gerçekliğin en temel bileşenine ulaştığımızın bir kanıtı olarak algılayabiliriz. Parçacık ile yokluk arasındaki bölünme, artık doğuramayan bir erillik sayılmalıdır.
Böylece maddi gerçekliğin sürekli doğuran-dişil bir “belirsizlik” içermesi son bulmaktadır.
Son bölünme noktasına yani gerçekliğin son/nihai ‘Bir’ noktasına vardığımızda, yeni hiçbir şeyin artık doğmayacağı ve yeni bir yaratımın eskisi gibi mümkün olmayacağı aşikârdır.
GEÇMİŞ ŞİMDİ GELECEK ….
İkisi aynı şey olan Sıfır/Çokluktan, Bir’in ortaya çıkışı nasıl mümkün olacaktır?
Madde dediğimiz şey, bir tür sonsuz olasılıklar zinciridir. Atomaltı gerçeklik alanı, maddenin düşünceye, düşüncenin de maddeye dönüştüğü ilk gerçeklik boyutudur.
Evren, holografik bir şekilde organize olduğundan, uzay-zaman koordinatlarının ötesine geçilebilir. Böyle bir organizasyonda geçmiş-şimdi-gelecek aynı yerde ve zamanda bulunabilir. Evren, başlangıcından beri bir bütün oluşturduğu için, evren parçalansa bile, parçalar arasında etkileşim yerel olmayan bir biçimde devam eder.
Bu kavrayışı, Dr. Fred Alan Wolf: “Evren, hem madde hem de bilinci tek bir alan halinde içeren, dev bir hologramdır.” diyerek açıklar.
Hz. İsa’nın “Bir hardal tohumu, cennetin krallığından daha büyüktür” sözü, zahiri olarak kavranan, görünür makro evrenin, otomatik bir düzenekten ziyade bir çeşit canlı organizma olarak algılanabilir olduğunu, mikro evrenin ise, ancak Bâtıni bir yorumla kavranabilmesinin mümkün olabildiğini açıklar. Bu Bâtıni yoruma, parçacık fiziğinin açıklamaları izin vermektedir.
Dini inanca karşı kesintisiz bir mücadele sürdüren ateistler, seküler bir dünya istediklerini söylerler. Sekülerizm, sadece inkâr ettikleri ile açıklanabilen bir durumdur. Peki, gerçek ateist duruş nasıl varolabilir?
Dini inanca karşı aldırmaz bir tutum göstermek, basit ve olumsuz bir duruştur. Bir yanda statükocu, dogmatik ve uydurulmuş dini inançların savunulması diğer yanda, dini inançların topyekûn reddedilmesine yönelik katı inançlar vardır. Nihayetinde her ikisinde de otoriter iktidarlar kârlı çıkmaktadır. Doğaüstü ve akıl üstü dış bir güce inançsızlık olarak ateizm ve nihilizm, merkezi tek bir otorite olarak, insanın salt düşünebilme gücünü temel alırlar ve toplumsal mutluluk yolunun salt akılla açılabileceğini zannederler. Nihayetinde bunların her biri, bir inanç biçimi olsalar da, esasında insanın akıl, duygu ve sezgi özgürlüğünün karmaşık bütünlüğünün önüne set çekmektedirler.
Gerçeklik, sürekli olarak kendi kendini olumsuzlayarak, eksiklikleri aşar. Bu durum, varoluşsal hareketin özüdür. Aslında tek gerçek inanç, önceden tasarlanmış dünyevi büyük güçlerin otoritesinden destek almayan inançtır. Bu inanç; insanın dünyevi bir dış güce değil, vicdanını özgürleştirerek, hakikati kendi içinde kavrayıp hissedebildiği inançtır. İnsanı güvenli ve güvenilir kılan da bu inançtır. İnancın, iktidarların cisimleştirmesinden korunmuş veya mahrum bırakılmış saf biçimi, çok daha makbul, insani ve içseldir.
Aydın Mutlu Dinçoğul
____________________
Bu yazı, Slovaj Zizek’in görüşlerinden esinlenerek yorumlanan yazımızdır.
Yararlanılan Kaynakça: Slovaj Zizek 2007 – Towards a Materialst Theology / Alain Adiou 2006 – Being and Event / Jacques Lacan 1998 – Seminar Book 20.cilt / Immanuel Kant –Critique of Pure Reason / Çeviriler Felsefe Yazın Dergisi sayılarından alıntılanmıştır.