AKP hükümeti 1 Mayıs kutlamalarının Taksim Meydanında yapılmasına izin verdi.
Bu sene bütün sendikalar ve emek örgütleri olarak oradayız. Uzun bir 30 yıldan sonra yeniden Taksim’ e yürürken emek, adalet ve eşitlik mücadelesinin neresinde olduğumuzun gerçekçi olarak değerlendirilmesi ihtiyacı her zamankinden daha da belirgin olarak önümüzde durmaktadır.
Bugün Türkiye’yi toplumsal, siyasal düzlemde değerlendirdiğimizde en göze çarpıcı, gerçek işçi sınıfı veya daha farklı bir ifade ile toplumumuzun büyük bir çoğunluğunu oluşturan emek kesimi ve yoksul halk kitlelerinin bağımsız bir güç, taraf olarak hemen hemen yok denecek düzeydeki varlığıdır. Geneldeki bu durum ile sınırlı sayıdaki TEKEL işçilerinin eyleminin toplumsal/siyasal yaşamımızda neden olduğu çok önemli etki arasındaki çelişik gibi duran farklılık, yaşamakta olduğumuz dönemin anlaşılmasında değerli bir katkı sağlamaktadır. Meclisteki büyük güçlere sahip muhalefet partilerinin hiçbirinin yapamadığını eğer bir avuç işçi yapabiliyorsa toplumun hangi yarasının kanadığı ve arayışın ne olduğu da apaçık görünür olmaktadır.
Türkiye de bugün işçilerin çok az bir kesimi gerçek anlamda sendikal bir örgütlülüğe sahip. Gerçek sendikalı işçi sayısı 500- 600 bin civarında olup, özel sektörde sendikalaşma oranı % 3’ler civarındadır. İşçilere, emeği ile geçinenlere, yoksul halk katmanlarına dayanan ve onları temsil etme hedefinde olan siyasi yapılarının gücü ise yok derecesinde ve başka bir tür emek örgütlenmesi de yok. Yani egemen güçler bu gün 12 Eylül askeri darbesi ve onun himayesinde gelişen ekonomik sosyal politikalarla varmak istedikleri toplumsal hedeflerin zirvesine ulaşmış durumdalar.
Fakat bütün bu gelinen durumu 12 Eylül rejimi ile veya sermaye güçlerinin baskıları ile açıklamak, geçmişte ve bugün emek ve yoksul halk adına yapılan, yapılmaya çalışılan “sosyalist”, “işçi” siyasetlerini köklü bir eleştirel değerlendirmeye tabi tutmamanın gerekçesi haline getiriliyorsa bu mücadele adına büyük bir yanılgı anlamına gelecektir.
Türkiye sosyalist/emek hareketi 1960’larda gençliğin anti-emperyalist ve işçilerin yükselen sendikalaşma ve 1961 de kurulan birinci TİP hareketinin döneminde sınırlı ölçülerde de olsa halk kitlelerinin vicdanlarında bir yer edindi. Ama gerek daha önceki yıllara gerekse 1970’lerin ikinci yarısından sonraki döneme bakarsak hareketin kitlelerden ve onların gerçekliklerinden bütüne yakın kopuk karakteri apaçık ortada görülür. Dünyada askeri rejimlerden çıkışta birçok ülkede görülenin tersine Türkiye de 1980 sonrası kitlesel, kalıcı ve siyasal etki sahibi bir emek muhalefetinin yükselememesi (sosyal demokrat denilebilecek bir çizgi dahi olsa) 1980 önce muhalefetin niteliği hakkında bilgi verir. Bu deyim yerindeyse “derin toplumdan” kopukluktur. Toplumsal kökleri çok zayıf hareket dönemsel dengeler değişince kısa sürede marjinal bir konuma düşüyor ve elverişli koşullarda dahi yeni bir ivme yakalayamıyor.
“Sol” toplumsal muhalefetin yokluğunun yarattığı boşluk bir yanda toplumcu taleplerle bezenen İslamcı denilebilecek bir siyasal yükselişle diğer yanda da özellikle son yıllarda samimi olmayan “anti – emperyalist” söylemi ile “ulusalcı” siyaset tarafından dolduruldu. Son dönemde ise AKP’nin geçmişi aratan azgın kapitalist politikaları İslamcı siyasetin toplumsal vicdanda aldığı yeri giderek büyük ölçüde törpülerken, “ulusalcı” siyasetin gerçeklikleri de Ergenekon tartışmalarında ortalara saçılmış durumda.
Şimdi beklenen ezilenlerin, emekçilerin, mazlumların yüreğinden kopup gelen ve günümüz firavunlarının yani egemen büyük sermaye güçlerinin, gecelerini kabusa çevirebilecek bir ses, bir çığlıktır. Bu ses, bu çığlık yoksul halkın ayağa kalkışını dar ideolojik kalıplara sığdırmaya kalkışarak değil hak ve adalet arayışını ezilen toplumun Müslüman, Sünni, Alevi, Türk, Kürt bütün gerçeklikleri içinde emek/sermaye, ezen/ezilen, mazlum/zalim hattında birleştirilerek oluşturulabilir.