Sevgili Kardeşim M.Kemal,
Değerli mektubunun elime ulaşmasından bu yana epey zaman geçmiş oldu. Geç olsun da güç olmasın diyelim.Bu gecikmeden dolayı sanıyorum kusuruma bakmayacaksın. Sağolsun Celal,her hafta ziyaretime hiç aksatmadan geliyor.Her gelişinde sıcacık selamlarınızı aktarıyor, sizlerden haberler veriyor, güzel haberlerinizi duymak beni mutlu ediyor.
Son görüşte Celal’den öğrendiğim kadarıyla, her ne kadar fazla yazmadığım için eleştiriliyor olsam da, zaman zaman arkadaşlara uzun mektuplar yazıyorum. Karşılık almadığım zaman maalesef mektuplaşmalar devamlı olamıyor.Burada bulunduğum zaman dilimi içinde, bin beş yüzün üzerinde mektup gelmiş cezaevine.Bir tanesi hariç hepsine cevap yazmışım.Tabii benim cevapsız kalan mektuplarım da oluyor.Ben onların hesabını yapmıyorum.İnsanlık hali olarak görüyorum.Herkes yazmayı sevmiyor.
Ayrıca yakın arkadaşlarım olarak, benim “mahpusluk felsefemi” de biliyorsunuz. Değerli arkadaşlarıma gölge etmeyi pek uygun bulmam. Ustamızın dediği gibi: “ Bir ara, çok toyken kendini beğenenlerin gerçek güce dayanmış olabileceklerini sanırdım.” Özellikle son süreçlerde bir sürü olay başımdan geçip, denemelerim çoğaldıkça, kendini beğenmenin bir yaldızlı paravan olduğunu, arkasında acıklı yoksullukların saklandığını hep gördüm. O zaman bilimsel sosyalizmdeki “ mükemmel adam = ölmüş adam” gözleminin derinliğine ve sağlamlığına bir daha sonsuzca inandım. Velhasıl sevgili kardeşim “ gel zaman/ git zaman” ikilemi içinde burada zaman kendi acımasız temposu içinde akıp gidiyor. Kusursuz davranmaya çalışıyorum. Burada dördüncü yılımı tamamlamak üzereyim. Aslında geriye dönüp baktığımda, her şey o kadar canlı ve yıpranmamış duruyor içimde.Bundan son derece mutlu oluyorum.
İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinin “ 19 Kasım” kararlarını öğrenmiş bulunuyorum.Mahkemenin, AİHM kararına uyarak, yargılamayı yeniden başlatmasına hukuk adına sevindim. Avukat arkadaşlarımın infazın durdurulması talebinin, bu aşamada gerekçe gösterilmeden reddedilmiş olmasını da bekliyordum.Pek şaşırmadım diyebilirim.
Değerli Kardeşim,
Bildiğin gibi, ben bu mahkemede 16 yıl gibi uzun bir zaman yargılandım.Bu süreçte davaya yönelik özenli davrandığım da söylenemez.O günün şartları öyleydi. Aynı mahkemede; beraatten başlayarak, iki defa 168’den 15 yıl, son olarak da müebbet hapis cezasına çarptırıldım. O dönemde hakkımda çok ağır tezvirat yapıldığından kimse duymadan bitirdiler işimi.Dikkat edilecek olursa,bana verilen mahkumiyetler zaman içinde artarak devam etmiştir.Ve bu çeşitli kararların altında aynı yargıçların imzası bulunmaktadır.
Geçen gün eski bir arkadaşıma yazdığım mektupta: “ Bana verilen mahkumiyetlerdeki gidişat, adeta “Arap atlarının” yarış özelliğine benziyor zamanla açılıyor ve hızlanıyorlar” diye yazdım.Sence yanlış mı yazmışım? 1969’dan bu yana mahkemelerle aramızda öyle bir “aşk” oluştu ki, bir türlü birbirimizden kopamıyoruz.
29 Ocak 2013 tarihinde İstanbul’da, uzun zamandır görmediğim sevgili arkadaşlarımı uzaktan bile olsa görebileceğimi düşünüyorum. Bu beni derecesiz mutlu edecektir. Bu aşamada dava konusunda daha fazla söz etmek istemiyorum.Netice ne olursa olsun, bu konuda sarf edilen emekler benim için çok değerlidir.Bunun böylece bilinmesini istiyorum.
Değerli Kardeşim,
Güncel olayları, memleketin gidişatını, kendi birikimlerim ışığında, günlük gazetelerden ve televizyon programlarından izlemeye çalışıyorum. Türkiye’nin çeşitli cezaevlerinden ve içerden tanıdığım / tanımadığım bir çok arkadaşla fikir alışverişim oluyor.Ziyaretçilerim gidişatla ilgili beni sürekli aydınlatıyorlar.İstediğim kitaplar cezaevine ulaşıyor.bunları okumada hiçbir sorunla karşılaşmıyorum.Velhasıl sevgili kardeşim, buradaki mütevazı yaşantım içinde, memleketin hallerinden kopmamaya gayret ediyorum.
Son günlerde siyasi ortamdaki “tarih” tartışmalarının bilinçli bir biçimde köpürtüldüğünü ve propaganda amaçlı iyice yaygın duruma getirilmek istendiğini dikkatle izliyorum.
Aslında bu “tarih” tartışmaları dediğimiz politik manevralar, senin de çok iyi bildiğin gibi önce “vesayet” meselesi etrafında, “İttihat Terakki”, “ Enver Paşa”, “ Teşkilat-ı Mahsusa Fedaileri “…falan üzerinden sistemli bir biçimde başlatılmıştı.Bu konudaki düşüncelerimi daha önce yazdığım bir mektupla aktarmıştım.
Mutlaka dikkatini çekmiştir, bu ideolojik propaganda da, tarihi kahramanlara yaptırış metafiziği bilinçli bir şekilde önde tutulmaktadır.Milli Mücadele dönemi ve sonrası da aynı metotla işlenmektedir.
Bu ideolojik propaganda faaliyetinin en ateşli savunucularının,gençlik yıllarında devrimci harekete sürtünüp geçmiş insanlar olması da meselenin acıklı bir yanını oluşturmaktadır.
Geçenlerde eski bir arkadaşım bu konularla ilgili yazdığı bir mektupta: “ resmi doğu’da sosyal olaylar değil, kişiler izlendiğinden, Doğu’da tarih bilinci yoktur.Doğu insanının tarihi kendisiyle başlar, kendisi ile biter” demiş.
Tarihi kişilikler arasındaki çatışmalardan, ayrılıklardan, son zamanlarda görülen “ alternatif tarih” yaratma hevesi, Usta’nın dediği gibi; “ Koca tarihe mini küçük burjuva eteklerini giydirmek anlamına gelmez mi?”
Olayların, hangi ekonomik temelin ve sosyal yapının, hangi politik iktidarın egemen olduğu koşullarda ortaya çıktığını bilmeden, sırf ideolojik nedenlerle kahramanlar üzerinden tarih konuşulabilir mi? Sınıf “ rotası” elden gidince, ister istemez tarihi, devrimi, karşı devrimi ulu kişilere mal etme yolu kalır. Bu durumda artık Bilimsel Sosyalizmin sınırı atlanmıştır.Bireysel metafizik başlar.
Değerli Kardeşim,
Vesayet meselesi ve uygulamaları ile başlayan İttihat – Terakki falan tartışmaları, son günlerde biraz daha tarihin derinliklerine çekilerek daha ateşli bir durum olmaya başlamıştır.
İzlenen iç ve dış politika nedeniyle egemen güçlerin, iyice bunalan halk yığınlarını bir takım yeni propaganda yollarıyla peşinden sürüklemesi gerekmektedir.Tabi ki bu propaganda halka verilecek esaslı ve devamlı bir kurtuluş yolu değildir.Şu halde halkın kendi kurtuluşunu istemeye varmayacak derecede ayar edilmesi gerekir.Daha doğrusu halk gözü kapalı sürüklenmelidir.Bunda başarılı olmanın tek yolu vardır: Demagoji!
Şimdi ,tarihin biraz daha derinliklerine çekilen bu tartışmalar konusunda bazı şeyler söylemek istiyorum.
Osmanlı tarihinin, “ müze varlığı” olarak yahut milliyetçi duyguları coşturmak için değil, şimdiki yaşantımızın en yakın geleneği/ göreneği olması nedeniyle, büyük önem taşıdığını ve aktüel olduğunu ilke olarak benimsediğimden, tarih tartışmasının iyi yönlendirilebileceği takdirde , devrimci ortama faydalı işlerlik taşıyacağına inanıyorum.
Senin de çok iyi bildiğin gibi, Kadim Medeniyetler zincirinin modern çağa doğru gelen son halkası Osmanlılıktır.Kıvılcımlı’nın altını çizdiği gibi:
“ En son demek en yeni ve izleri en taze duran bu halka, bütün kanunları, örfleri, maddeleri ve manâları ile yığılı bir malzeme hazinesi olarak önümüzdedir. başka memleket tarihlerinde izleri hayli silinmiş, hatta kaybolmuş nice olaylar, Osmanlı tarihinde capcanlı, hatta aktüel çehresiyle durmaktadır.”
Maalesef, 1969 yılında, Amerika’dan ithal edilen “ kampüs Maoculuğunun” dağıtıcı etkisiyle, toprağımızın konularından kopup, dünya sosyalizminin genel formüllerini tekerlemek durumunda kalan devrimci ortamda gelenek/ görenek kavramı folklorik bir unsur olarak değerlendirilmiştir.Halbuki Bilimsel Sosyalizmde gelenek/ görenek büyük bir kuvvettir ,üretici güçtür.yıllardır devrimciler bunu anlamamışlardır.Üretici güç deyince yalnız makineler yahut işçi sınıfı falan demişlerdir.Aslında gelenek/ görenek üretici güç olarak ekonomiye de katkı yapar.
Antika tarihte, bir medeniyetten ötekine geçişi sağlayan nitelik sıçraması; araya barbar adlı taze insancıl güçler girmedikçe sağlanamamıştır.Bu gerçek orta yerde dururken, burjuva tarihçileri ve hatta eski Sovyet bilim insanları; yalnız 7 bin yıldır kullanılan “ yazı” ile kitaba geçmiş insan olaylarını ele almışlardır. “Kitapsızları” insan yerine koymamışlardır.Böylece medeniyet çıktığı yeri inkar etmiştir.Aslı bilinmeyen medeniyet gökten inmişe dönmüştür.
Barbar adlı insan üretici gücünün ve gelenek/görenek (Tarih üretici gücü) olarak devam eden kalıntılarının, tarihteki yeri ve fonksiyonları iyi kavranmadıkça: Magna Carta’yı İngiltere’de kapitalizme ilk geçişi, Japonya’da son geçişi, çalıntı Amerikan kıtasındaki, Aztek, Maya, İnka, Çeroki ve İrokua gibi tarihsel mirasa dayanarak yükselen devrimci dalgayı, İslam coğrafyasında başlangıç konağını, ve ilk çeyrek yüzyıldan itibaren yükselen bütün devrimci halk muhalefetlerini, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu, sistemin derebeyleşmesi ile başlayan Anadolu coğrafyasındaki Babailer, Şeyh Bedreddin ve Celali isyanlarını, ülkemizdeki siyasal devrimleri, Ortadoğudaki halk hareketlerini, Baas iktidarlarını ve yiğit süvari Fethi Gürcan’ı , 68-78 başkaldırılarını değerlendirmemize ve yerli yerine oturtabilmemize imkân yoktur.
Değerli Kardeşim,
Osmanlı tarihinin bütün bu süreçlerini bu mektubun içine sığdırabilmeme imkân olmadığını sen de biliyorsun.Ayrıca hakim olduğun bir konu açısından buna gerek de yok. Ancak bugün özellikle Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman üzerinde yoğunlaşan tartışmalara ufak bir katkı yapabilmek açısından, Osmanlı tarihindeki bazı dönüm noktalarının altını çizmek istiyorum.
Göçebe Türk boylarının çökkünleşmiş İslam Medeniyeti üzerinde gerçekleştirdiği ilk Selçuklu rönesansı, tarihin şaşmaz gidişi içinde zamanla derebeyleşince, hür köylülerin tasarruf hakkına yani Müslümanların Beytülmaline dayanan eşitlikçi toprak rejimi bozulmaya başlamış ve köylüler haklarını kaybetmişlerdir.Ortaya çıkan bu durum Türkmenlerin merkezi devletten uzaklaşmalarını beraberinde getirmiştir.Baba İlyas ve Baba İshak’ın önderlik yaptığı Babai ayaklanmaları Türkmenlerin bu soysuzlaşmaya yönelik göstermiş oldukları bir karşı koyuştur. Artık İslam medeniyeti yeni bir Rönesans bir “barbar aşısı” bekler duruma gelmiştir.
Tarihte bunun adı Osmanlılık olmuştur.Bu iki tarihsel devrimde de, İslamiyet’in başlangıç konağındaki İslam toprak münasebetleri ve hukuk kuralları, toprak düzeninin şekillenmesine damgasını vurmuştur.Osmanlı Türkleri de başlangıçta Anadolu’ya göçtükleri zaman göçebe hayatı yaşıyorlardı.Ele geçirdikleri topraklar üzerinde nasıl bir düzen kuracaklarını bilmiyorlardı.Göçebe Türk boyları için toprak, hayvanlarını yayacakları ve besleyecekleri bir otlaktan ibaretti.İçinden geldikleri toplum biçiminin özellikleir dolayısıyla, toprağın üzerinde yerleşik tarım üretimi yapmak, onlara çok yabancı bir olaydı.Bütün bu konularda kendilerine Ahmet Yesevi’nin yola çıkardığı “ ilmiye” adı verilen Horasan Erleri yol gösterici oldular.Buna, Dirlik düzeni adı verildi.
“ Dirlik düzeninde toprağın “rekâbesi” (mülkiyeti) padişaha bile değil, Müslümanların Beytülmaline düşüyordu.toprağın işletilmesi adil bir işbölümüne ve adil bir gelir taksimine dayanıyordu.Besledikleri boğaza göre genişliği tayin edilmiş toprağın üzerinde hür köylüler ekincilik yaptılar.İsrafı haram bilen Ülkücü İlbler (Türk Gazileri), iç düzeni denetleyip, dış emniyeti sağladılar.Köylülere “ çiftçi”, İlblere “Dirlikçi” adı verildi….Bu ikiye bölünmüş iş zümresinin arsına hiç kimse giremezdi.
Kur’an-ı Kerim ne demiş bu noktada “ Mülk Allah’ındır.” Bundan dolayı Osmanlı kuruluş aşamasında, yaşadığı çağdaki İslamlığa hiç benzemiyordu.Hülafayi Raşidin çağındaki İslamlığa çok benziyordu.Osmanlı Türk, 1300 yılındaki Müslümanlardan çok, 622 yılındaki Müslümanlığa yakındı. Onun için, Osmanlı çevresindeki bütün Müslüman devletçiklerini kılıçtan geçire, geçire temizler, ezerken Müslümanlığın en son ve en büyük rönesansını yarattı.
Bu noktada haklı olarak şu soruyu sorabiliriz: Klasik yaklaşımlara göre sosyal sınıflar dışında Devlet olur mu?Olmaz diyeceğiz.Ama, Osmanlı kuruluşunda görüldüğü gibi, sosyal sınıflar keskin sınırlar edinmeden önce “ Kamusal Devlet” kurulmuştur.
Biliyorsun sevgili kardeşim, “bugün halâ” KAMU-DEVLET” ilişkisi yoğun bir biçimde tartışılmaktadır.tabii, kadrocuların/ devletçilerimizin, “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” anlayışından (moda deyimiyle pozitivist anlayış), büyük “bir seferberlikle” , topyekün “ sivil” anlayışa geçtiğimiz için tartışmalar daha karmaşık bir hal almaya başlamıştır.
Hiç unutmamak gerekir ki, “özgürlük” bir küçük burjuva mistizmi değildir.Aslında içeride özgür olmazsa, dışarıya karşı takınılan özgürlük çalımları, palyaçoluktan ileri gitmez.Kamu hakkı savunmak anlamına gelmez.
Çok aydınlatıcı olacağına inandığımdan, bu konuda 1940 yılında Kıvılcımlı’nın ne dediğiğini aktarmak istiyorum:
“ Bugün halâ, bilim kariyeri seçen kimseler, kamu topraklarını devlet mülkü sayanlar ne yapıyorlar?Nemrut çağının artığı devletçiliğimize göz kırparlarken, alfabetik gerçeklere kökten “ yabancılaştıklarını” olsun kavrayamadıklarını ilan ediyorlar: Kamu ile devleti aynı şey sayıyorlar.Oysa kamu: Topluluğun tümüdür, Devlet: Topluluğun dışına ve üstüne fırlamış bir egemen sınıf avadanlığıdır.Müslüman kamu toprakları, ne idiğü ve ne olacağı belirsiz bir baskı aygıtının değil, bütün Müslümanların ortak malıdır.Peygamberinki, “toplum adına idare’cilikten “ , başka bir şey değildir.”
“Padişahı kolayca Peygamber ile karıştırmakta çıkar bulan antika tefeci-bezirgânlık, bu noktayı domuzuna karıştırmıştır.Oysa, utanmaksızın, “ Zillül lahi fi erz: Tanrının yeryüzündeki gölgesi” geçinerek, kendilerini müşriklikten çok gerilere atmış şahıslar, zorba padişah cüceleri ile Hz. Muhammed arasında, geceyle gündüz arasındaki fark vardır.Peygamber Muhammed, hakiki ganimetlerden ayılan bu mülkleri şöyle deyimlendirmiştir.”
“Bu mülkler, Allah tarafından hayatımda bana verildi.Öldüğümde Müslümanların olacaktır.” ( Hülafayi Raşidin’in birincisi olan Ebubekir, Peygamberin sözüne dayanarak: Zekât ,öşür ve sadakalardan başka ganimetleri de “Fey” yapmıştır.” Müslümanların malevi”, (Beytülmali müslimiyn) böyle sürekli gelirlerle doldu.
“ Hülafayi Raşidıyn’ın”, (cennetle müjdelenmiş halifelerin) ikincisi Ömer İbn’ıl hattab (oduncuoğlu Ömer), o güçlü peygamber geleneğini sonuna dek savundu.Suriye ve Irak (Bizans- İran sömürgeleri) sapır sapır dökülünce: “ Memleketleri fatihler arsında taksim edecek yerde, halkı kendi toprakları üzerinde serbest bırakarak İslam cemaati namına haraca bağladı.”
“Bunun üzerine, Mekke’nin tefeci-bezirgân mütegallibesi, o zamana dek zorla ve parayla takındığı Müslümanlık maskesini düşürdü.Onlar, Allah için değil, çapul için sahneye çıkmışlardı.Ebu Yusuf, Harunerreşid’e verdiği “ Kitab’el Havac’ında”, vurguncular sınıfı “muhalefetinin” Halife’ye karşı şöyle haykırdığını yazar:”
“ Sen bizim kılıçlarımızla fethettiğimiz toprakları ne hakla harbe iştirak etmeyenlerin ve bizden sonra geleceklerin istifadesi için haraca bağlı bir hale sokmak istedin?”
“Ömer gibi bir halk adamı bile, artık iktidara açıkça el atmak isteyen tefeci-bezirgân soygunculardan, ellerini havaya kaldırıp: “Allah’ım beni Bilal ve arkadaşlarından kurtar” demek zorunda kaldı. Sonra Kur’andaki ganimet, muhaciriyin (göçmenler), ensar (yardımcılar) Müslümanlar üzerine olan ayetleri okudu.”
Yukarıdaki alıntıda görüldüğü gibi, daha koca İslam Halifesi Ömer döneminde bile, vurguncu tefeci-bezirgân mütegallibesi, her şeyden kutsal olan kamu mülkiyetini talana uğratmanın saldırılarını yapmaya başlamıştır.
Hz.Muhammed’in vefatından sonra, birkaç on yıl içinde, tefeci-bezirgân saltanatının bütün kalleşliği ve korkunçluğu ile hortlatan Ebu Sufyan’ın oğlu Muaviye’nin “Şam Valisi” olmasıyla başlayan Emevi çağı, ilk taze halkçı ve devrimci İslâm Cumhuriyetini hayattan koparıp, tarihsel devrimi olmamışa çevirmiştir.
Osmanlı rönesansı, yukarıda çok kısaca özetlediğim gibi, çökmeye yüz turan İslâm Medeniyetine dirimsel bir güç aşılamasına rağmen, tarihin şaşmaz yasaları karşısında, yeniden derebeyleşerek, yok oluşa doğru adım, adım ilerlemiştir.
Osmanlı tarihinin bundan sonraki süreçlerinde; ilk eşitlikçi sapına kadar Müslüman Gaziler aşındıkça, kolektif toprak mülkiyeti üzerinde yükselen dirlik düzeni soysuzlaşıp yıprandı.Zevk ve sefa alemlerine dalmış Yıldırım Beyazıt dirlik düzeninin derebeyleşmesi yüzünden, Timur orduları karşısında tutunamazdı.1402 yılında yapılan “Ankara Savaş’ında” Timur’ a yenildi ve esir alındı.
Fatih Sultan Mehmet, Akşemsettin gibi Horasan çırasını elinden düşürmeyen büyük İslam Bilgini’nin yol göstericiliğinde, derebeyleşen dirlik düzeninde Rönesans yapabildiği için, İstanbul’u fethedip imparatorluğu cihangir etti.
Kanuni Sultan Süleyman zamanı, dirlik düzeni yeniden derebeyleşti.Artık miri toprak geliri Devlet’i yaşatamaz hale geldiği için, koca imparatorluk, ister istemez vurguncu tefeci-bezirgân sermayenin kucağına düşürüldü.Debdebeli askeri seferlere rağmen, Osmanlı hazinesi bu dönemde beş kuruşa muhtaç hale geldi.İspanya’da Kilise’nin zulmünden, Engizisyon’dan kaçan ve Osmanlı adaletine sığınan Yahudi Nasi’ler, Madam Roksana’lar, Frenk Bey’leri, saray içine “dişi” entrikaları sokup, “Dolap” adlı bankalar kurarak, devleti boğazına kadar borca soktular.bunun sonucunda büyük “toprak beylikleri” kopardılar.Bundan sonrası Osmanlı İmparatorluğunun, söz yerindeyse, öleceğini blerek, göz göre göre, hatta bağıra çağıra can çekişmesi ve tarihe gömülme hikayesidir.Sen bakma, arada sırada ateşlenen ve şanlı ecdadımız diye başlayan mavi hikayelere.İşin esası çok kanlı ve acılıdır.
Osmanlılık, doğuramadığı için ölen anaya benzer.Doğuramadığı şey; kapitalizmdir.
Sevgili Kardeşim, şimdi sıra; her siyasi çevrenin kendi niyetine göre stratejik derinlik aradığı Osmanlı tarihinin, derin izleriyle günümüze kadar taşınan, iki büyük dönüm noktası üzerinde bazı tespitler yapmamıza gelmiştir.
1. Fatih Sultan Mehmet dönemi:
Osmanlı’da Doğu usulü korkunç hükümdarlık, İstanbul’u ele geçiren Fatih Sultan Mehmet’in son demlerinde, Bizans tarafından ele geçirilmesi ile başlamıştır.Bu ele geçiriliş sonunda, Osmanlı Bizans medeniyetinin muazzam yalan dünyasına teslim olmuştur.Bu teslim alınışla birlikte, kuruluş konağındaki, basit ve ucuz devlet yapısı, korkunç bir imparatorluk haline dönüşmüş ve bu dönüşümde Bizans’tan alınan “ kanunlar” belirleyici olmuştur.
Bu gidişatın özeti: Padişahın dokunulmaz, insan üstü konuma gelmesi ve halktan kopup “saray’a “ çekilmesidir.
Bizans’tan kopyalanan “ Fatih Kanunnamesi” Türkiye’de göçebe toplumdan, sosyal sınıflı medeniyete geçişin belgesidir.Bu geçiş günümüze kadar süren karakteristiği ile , başlıca iki alanda yaşanmıştır;
1.Padişahın tabulaştırılması (ideolojik devletleşme)
2.Devletin ,Padişah çevresinde örgütlenmesi (organik devletleşme)
Birincisi ideolojik, ikincisi örgütçül olan bu iki olayın taçlanışı bir canavarlıkla tamamlanır;
“ Ve her kimesneye evladumdan saltanat müyesser ola karındaşların nizam’ı alem içün katletmek münasiptir.Ekser ulema dahi tecviz etmiştir (bilginlerin çoğu onaylamıştır.) Anında amil olanlar.”
“Bu canavarlıkta, devlet başkanının ilk içtiği kan, kardeş kanıdır; ilk yediği baş, kardeş başıdır.yol böyle açılır.Kardeş katilliği, devlet başına geçirilende aranan birinci karakter olur.Kendi öz kardeşinin başını yiyenin, kanını içenin, artık toplum içindeki alt sınıfların başlarını yiyip, kanlarını içmekte gözünü kırpmayacağı kendiliğinden anlaşılır.”
Bir süre önce İhsan Eliaçık’ın “ Hanginiz Muhammed?” kitabını okudum.Yazar, kitabın girişinde, Hz.Muhammed’in yaşamından çok anlamlı bir kesit sunmuş;
“ Peygamberimiz bir gün sahabelere verdiği bir ziyafet sırasında, onlara hizmet ederken, uzaklardan geldiği anlaşılan bir atlı, Peygamberin meclisine yaklaşıp; “ Bu kavmin efendisi kimdir” diye sordu. “ Bu kavmin efendisini arıyorum” dedi.Allah’ın resulü; “ Benim” demedi.O sırada sahabelerine su dağıtmakta olduğundan, atlıya şöyle cevap verdi; “ Bir kavmin efendisi, ona hizmet edendir!” (Aclûni, KEşfü’l- Hata,2;463)
Yukarıda aktardığım alıntıdaki rivayette çok duru biçimde görüldüğü gibi, İslam peygamberi Hz.Muhammed, bütün hayatı boyunca kendisine en ufak bir imtiyaz ve ayrıcalık tanımamıştır.Medine’de inşa edilen ilk mescide, O ‘da arkadaşları ile birlikte eteğinde taş taşımış, birlikte ibadet etmiş ve sabahtan/akşama kadar, Müslüman halkın sorunlarını dinleyip, tartışarak, bu sorunlara çözüm yolları göstermiştir.Hicret’in ilk yıllarında Medine’nin en yoksul mahallesinde, sonra da ölünceye kadar mescidin yanındaki küçük bir odada hayatını geçirmiştir.
Yeni Müslüman olmuş Medine halkı, Müslümanlık , kendilerini tefeci-Yahudi Evs ve Hazreç kabilelerinin ipoteğinden kurtardığı için, Mekke eşraf, ayân ve mütegallibesi ağaların işkencelerinden kaçıp gelmiş, Hz.Muhammed ve Sahabelerini bağırlarına basmışlardır.Bunlar “ Ensar” (yardımcı), adını alarak, her biri , sahabeden biri ile, geçimini ve barınmasını kardeşçe paylaşmışlardır.
“ Kur’an ortadadır.Gelmiş, geçmiş hiçbir zalim onun kılına dokunamamıştır.Kur’an hiç kimseye kişi olarak bir imtiyaz tanımaz.Ve yine Kur’an’a göre ; “ İnne me’l müslimune ihva – Hiç kuşku olmasın ki Müslümanlar kardeştirler.” Ama, emperyalist ajanlarının Müslümanlar içine bir casus örgütü olarak parayla kurduğu “ Müslüman Kardeşler” değillerdir.Herkesin karınca, kaderince elbirliği ile, kazanılmış herhangi bir zaferin nimetinden kimse aslan payı alamaz.Doğrusu buna hakkı da yoktur.
Büyük İslam rönesansını yaratan, ilkel komünal gelenekli Osmanlı gazilerininde, en önde gelenleri dahi, aşırı ve sürekli imtiyaz sahibi olmamışlardır.Fatih Sultan Mehmet’e gelinceye kadar; “ padişah” ta en sonunda bir “gazi” dir.Yalnızca sorumlu bir “ gazi” dir.Bütün devlet işleri, ileri gelen arkadaşlarıyla görüşerek/ tartışılarak çözülür.Her alanda aralarındaki eşitlik anlayışı ve kardeşlik hukuku titizce korunup devam ettirilir.
“ Fatih Kanunnamesi” ile bütün bu eşitlikçi gelenek/ görenekler dibinden kazınmıştır.Bu kanunname ile, artık padişah önüne geleni sofrasına, sokmamakta, kendisine sunulan yemekler, zehirlenmeyi önlemek amacıyla, önce Kilercibaşı’na tattırılmaktadır.Tabii bu halktan kopup “Saray’a” ve onun içinde de “kafes arkasına” çekilme, padişaha yönelik sürüyle düşmanlıklar çıkarmıştır.Kandaşlarından kopmuş adamı, padişah bile olsa yok etmek isteyenler çıkacaktır.Tabii o zamanlar daha, insanı kim vurduya getirme tekniği bilinmemektedir.Tek yol padişahı ağılamaktır.Bütün önlemlere rağmen, Fatih Sultan Mehmet bile bile zehirlenerek öldürülecektir.
Fetret dönemindeki, Şeyh Bedreddin isyanının kanlı bir biçimde bastırılmasından sonra, Fatih Sulrtan Mehmet’le son şeklini alan Merkezi devletleşme sürecinde; “ihanetin” nereden ve niçin geldiğini sezen o zamanın egemen sınıfları, Osmanlılığı kan düzeninden kesinlikle koparmanın yollarını aramaya başlamışlardır.
Sevgili Kardeşim senin de çok iyi bildiğin gibi, isyanın tabanını oluşturan halk yığınları tarikatlar bünyesinde örgütlenmişlerdi.Tarikatlar konusunu isyanın içindeki konumu ve sonrası ile mutlaka incelemek gerekmektedir.
Bu mektupta ki işlediğimiz konu içinde kalarak şunu belirtmek isterim ki; Fatih Sultan Mehmet döneminde, Türkmenlerin iktidardaki son temsilcisi Sadrazam Çandarlı oğlu Halil paşa, uydurulmuş bir bahaneyle öldürülerek, ne kadar bozulmuş da olsa, ilkel komünal geleneği Saray’dan tasfiye edilmiştir.Bunun sonucunda Osmanlı kuruluşunun asli unsuru Türkmenler çevreye itilmişlerdir.Artık , Sadaret, vezirlik, beylerbeylik gibi yüksek makamlar tamamen Devşirme’lerin eline geçmiştir.
2. Kanuni Sultan Süleyman dönemi – Kesim düzeni:
Televizyonda yayınlanan bir dönem dizisi dolayısıyla, Kanuni Sultan Süleyman üzerine başlatılan tartışmaları bizler de burada izlemeye çalışıyoruz.Diziyi seyretmediğimiz için, yapılan iş üzerinde bir şey söyleyebilme durumunda değilim. Ayrıca biliyorsun memlekette bu konularda söz söyleyecek, yorum yapabilecek birikimli epey sanat eleştirmeni de bulunuyor.Bu alanda laf etmek benim işim değil.
Ancak konu dizilerden açıldığı için, birkaç şey söylemek isterim.Sevgili Karım ve sevgili oyuncu arkadaşlarımın rol aldığı dizileri burada hiç kaçırmıyorum.Bu bir yönüyle özlem giderme de oluyor.Ama, maalesef, benim seyrettiklerimin başına sık sık kazalar geldiği için de, bu iştahımız hep kursağımızda kalıyor.Mesela Diyarbakır’da çekilen “Sultan “ adlı dizinin başına gelenler gerçekten enteresan.Önce Diyarbakır’dan kopardılar diziyi, sonra da el çabukluğuyla, İstanbul’da yok ettiler.Anladığım kadarıyla sıradan insan hayatlarını da sergilesen, Kürtleri anlatan her şey ateş topuna dönüyor.tutanı yakıyor.
Tabii Diyarbakır’lı “Sultan” la, Sultan Süleyman arasındaki ilişki kurabilmeye imkân yok. Ama ortada bir gerçek var ki, Diyarbakır’lı “Sultan’ı” sessiz ,sedasız çabucak harcadılar.Öbürünün başına neler gelir yahut gelmez, hep birlikte izleyeceğiz.
Kanuni Sultan Süleyman ve kesim düzenine geri dönersek;
Fatih Sultan Mehmet’in merkezi devleti oluşturmasından sonra, Kanuni Süleyman’a gelinceye kadar, en yüksek mertebesini bulan Osmanlılık, Kanuni zamanında en büyük deri değiştirme altüstlüğüne uğradı.Geniş Osmanlı toprakları üzerinde, o zamana kadar şeriatın kutsal parmağı ile çizilen, “ Dirlik Düzeni”, ansızın ve sessizce, yukarıdan bir “ihtilal” geçirdi.
Bu “ihtilali1 doğrudan doğruya yapan değilse bile, yaptıran sınıf, zaman içinde palazlanmış, tırnaklarını sivritmiş tefeci-bezirgân sermayedir. “Kesim Düzeni” adı verilen bu altüstlükle birlikte; miri topraklar, resmen ve toptan, Sultan Süleyman’ı “ Kanuni” yapan yasalarla, en başta padişah gelmek üzere, bütün “Devlet Sınıfları” tarafından “ mukataa” biçimine sokulup altüst edilir.Kamu toprakları, sözde şeriata ve kitabına uydurularak, zaten derebeyleşmiş olan eski dirlikçileri, hemen hemen hiçbir sosyal görev karşılığı olmaksızın, birer asalak soyguncu, hazır yiyici durumuna dönüştürülür.
Bu talan düzeninin en namlı devlet büyüklerinden biri olan “ Rüstem paşa” konusunda, 1940 yılında, Kıvılcımlı tarihe şöyle not düşmektedir:
“ Rüstem Paşa” : Hırvat dönemlerinden bir aktördür.En büyük rolünü, zamanın en zengin sahnesi olan sarayda oynadı.Ondan sonra alabildiğine açılan canlı ve ezeli piyesin adı, “ kadın Entrikaları” idi.
Fakat bu kadarcıkla kalsa, gül suyu o zamana kadar “ mansıb” (memurluk) yalnız ehil olana verilirdi.Rüstem paşa her şey gibi, devlet hizmetlerini de pazara çıkardı.
Ve Osmanlı tarihinde ilk defa olarak satılıklığı, açık siyaset yordamı haline soktu: “ Mansıb satmak” adetini açtı.
Öldüğü zaman; “ Rüstem Paşanın malikânesi içinde şunlar mevcuttu;815 çiftlik, 476 su değirmeni, 1700 cariye ve köle, 2900 binek atı, 116 deve, 5000 müzeyyen işlemeli hil’at, 4900 zere, 10600 baş kisvesi, 600 güçüş ve 500 altın ile işlenmiş ve tersiy edilmiş eyer, 130 çift som altın özengi, 760 müressa kılıç, 1100 müzeyyen mızrak, 800 Mushaf-ı Şerif ( ki bir kısmının kabları mücevherle işlenmiş idi), 5000 cilt kitap, 32 büyük mücevher taşı ( ki 220.000 altın; şimdiki 6 milyon lira kıymetli tafmin olunmuştu.) Nakit ve külçe olarak iki milyon duka altını kıymetinde idi.” ( Tarih-i Ebulfaruk” c.II, S.279-280)
Dört bir alanda uzman, ikisi dönme, ikisi asil olan (Veziri Azam İbrahim Paşa, Ayaz Paşa, Veziri Azam Lütfi Paşa, Rüstem Paşa. S:K) bu dört paşa yan yana getirilirse, bir çağı anlatmak bakımından birbirlerini mükemmelen tamamlar.Onlari Kanuni I. Süleyman saltanatının kodaman dirlik sahipleridir.Hepsi büyük arazi sahibi olmuşlardır.Hepsi milyonerdirler.Hepsinin binlerce kölesi ve cariyesi vardır.”
Bir süre önce Necip Fazıl’ın, “ Hazreti Ali” kitabını bir daha okudum, Hz.Muhammed’in ölüm döşeğindeki, son anlarını şöyle anlatıyordu;
“ Hastalıklarında, ayakta bulundukları, yahut ayağa kalkabildikleri her defa, Ali , kollarındadır.Öbür kollarında da aile yakınlarından bir başkası.”
Hastalıklarının ilk devresinde bir gün, bir tarafında Ali, öbür tarafında Fadl bin Abbas, iki tarafa dayanarak Meclise girdiler, minbere çıktılar ve en ıstıraplı merak içinde bakınan sahabilerine, hafif ve heceli yavaş dediler ki:
“ Ey nâs! Kimin arkasına vurdumsa, işte arkam, gelip vursun! Kimin malını aldımsa işte malım, gelip alsın.”
Öğle namazını kıldıktan sonra yine minbere çıkıp tekrarladılar:
“ İşte arkam, işte malım! Hakkı olanlar buyursun! “
Biri kalkıp Allah resülünde üç dirhem alacaklı olduğunu ileri sürdü, derhal ödediler.”
Yazar son anlarını da şöyle anlatır:
“ Sık sık bayılıyorlar ve gün içinde uzun zaman, kendilerinden geçmiş gibi gözleri kapalıi hareketsiz kalıyorlar…
Dalgın halleri içinde bir şeyi hatırladılar:
“ Galiba 7 altunumuz var evde, olup olacak…hepsini birden sadaka edinzi!
Ve bu sözü söyler söylemez bayıldılar.
Ayılınca sordular :
“ Sadaka etiniz mi , altunları?”
Henüz vakit bulunmadığı cevabını alınca emrettiler:
“ Hemen sadaka edilsin ! Bu altınlarla Allah’ın huzuruna çıkamam ! “
Ve altunları getirip tek tek bildikleri fakirlere dağıttılar….
Sevgili Kardeşim, bu noktada durmak ve düşünmek gerekiyor.Büyük İslam Peygamberinin vefat ederken 7 altını bulunuyor ve bunları da fakirlere dağıtıyor.Bir de kanuni’nin Müslüman büyük paşalarına bak; hepsi büyük zengin ve binlerce kölesi ve cariyesi bulunuyor.
Geçenlerde “ 12 Eylül yargılaması” nedeniyle, gazetelerde bazı haberler okudum.Bu gazete haberlerinde, 12 Eylül’cü faşist generallerin “ mal varlıkları” sıralanıyordu.>İslamiyeti ağızlarından düşürmeyen bu küçük adamlarda, ecdatları Rüstem Paşa geleneğini, gerçekten de kararlı bir biçimde devam ettirmişle.
Sevgili Kardeşim, yıllardır hepimiz bir gerçeğin bilincindeyiz: Hukuk mahkemelerinde olduğu kadar kolayca, tarih mahkemesi önünde “mirasın reddi” yapılamaz.Ancak hiç unutmamak gerekir ki; mirasa katlanmak için bile, önce mirasın ne olduğunu iyi bilmek lazımdır.Onun için de,uzak ve yakın tarihimizde, alt sınıflar adına, adalet, eşitlik adına hareket eden, İslamiyet’in kuruluş aşamasından bu yana devam eden, devrimci halk muhalefetinin varlığı, Türkiye’mizi can evinden ilgilendirir. Tarihin kendisi; büyük yığınların hareketidir.Tarihin yazılışı ise; küçük azınlıkların hikayesidir.
Değerli Kardeşim,
Kesin düzenine yeniden dönecek olursak;
Miri topraklar üzerine oturtulan Kesimcilerin, tek başlarına bu yeni düzeni kurabilmelerine imkân yoktur.Üstelik Osmanlı artık, “ürün iradından”, tabii ekonomiyi parçalamaya en elverişli olan “ para iradına” geçmiştir.Kesimcilerin yeni düzende “ irad” adlı haraçlarını toparlayabilmeleri için ortaklara ihtiyaçları vardır.
İspanya’dan kaçıp ülkemize sığınan Yahudi sermayesi, bir yandan ödünç verme yoluyla sarayın içine süzülürken, diğer yandan da toprak ekonomisi üzerinde tefeci-bezirgân ağını iyice yaygınlaştırarak egemenliğini kurmaya başlamıştır.Bu açıdan aksamaya başlayan Dirlik düzenini tasfiye edip, yerine “malikâneler” sistemini getirmek kolay olmuştur.
Yeni dönemde toprağın işletilmesiyle, “mültezim, ayân..” adı verilen tefeci-bezirgânlar uğraşırlar.Kesimcinin İRAD’ını ödeyen bu zümreler, kesimciye verdiği haracın birkaç mislini köylü üretmenlerin sırtından çıkarmaktadırlar.Mülteziler de bütün bu işleri yapabilmek için, gereken parayı Yahudi sarraflardan almaktadırlar. Tabii sarraflar da babasının hayrına kimseye para vermez. Onun derdi de alacağı FAİZ’dir.
Böylece ortada “ mültezim, ayân..” adı verilen tefeci-bezirgânlar, sağında “Kesimci” adı verilen devlet sınıfları, solunda Yahudi sarraflar, miri toprak düzenini talana uğratma sürecini başlatırlar.Bu, “KESİMCİNİN İRADI – MÜLTEZİMİN KÂRI – SARRAFIN FAİZİ” oyunu çok kısa zamanda Osmanlı toplumunu Babil kulesine çevirmiştir.
Artık Osmanlılık, yerini tuttuğu Roma İmparatorluğunun bütün rezaletlerine rağmen boğazına kadar batmıştır.Şarap, harem, hamam konusunda söylenecek çok söz vardır.Biz yine de bu bölümün son sözünü Kıvılcımlı’ya bırakalım:
“ Fatih’ten sonra dünya ölçüsünde “ Muhteşem1 adını alacak güce erişmiş ve Türkiye tarihine “ Kanuni ” sıfatı ile geçecek olan Süleyman kadar yaman kudretli ikinci bir Osmanlı Padişahı gösterilemez.Ne oldu? Asıl o Süleyman zamanında, Türkiye miri topraklarının hatırı sayılır bölümü “ malikâne” adını alacak kesim ( mukataalar) düzeni biçimine toptan çevrildi.Kim metelik verirmiş padişahına, paşasına?İstediği denli Muhteşem ve “ Kanuni” olsun. Adamı kukla gibi oynatırlar.
Kim oynatır? İster fil kadar Kodaman, ister pire kadar önemsiz olsun kişi olarak kimse değil.Bilginlerimiz gibi konuşalım: “ Tarihi, içtimai ve iktisadi hadiseler ve şartlar .“ Anlaşıldı mı bir şey bu genelleme sözden* Anlaşıldı ise Arap olunsun! “
Değerli Kardeşim,
Bu yüzyılda Batı Avrupa’da “ para iradına” yani “ malikâneler” sistemine giren toprak ilişkileri, sermaye birikişi adı verilen gidişle, Batıyı modern düzene yani Kapitalizme kadar taşımıştır.Osmanlı İmparatorluğu bu ilerlemeye ulaşamadığı gibi, aynı “para iradı” yüzünden batmıştır.Çünkü Osmanlı’da pre-kapitalist sermaye (tefeci-bezirgân sermaye) kesim düzeni içinde azgınlaşarak kapitalist gelişmenin bütün kapılarını kapatmış ve toplumu Doğu gericiliğinin zulmü altında perişan bir hale çevirmiştir. Halbuki batı toplumlarında bezirgân sermaye daha 13.yüzyıldan itibaren, yerli el imalathanesi üretimi ile kaynaşmaya, ve bütünleşmeye başlamıştır.Bundan sonraki tarihsel süreçleri biliyorsun: 16. Yüzyıldan beri başlatılan Doğu ticareti Avrupa mallarını Osmanlı ülkesine düşman orduları gibi saldırtınca, yerli sanayimiz önce adım adım gerilemiş, sonra 18.yüzyılda fabrika alt yapısına erişmiş Avrupa sanayinin kesin saldırısı, kapitülasyonlarla eli kolu bağlı sanatlar cephesini ansızın inmelendirmiştir.19.yüzyılda Türkiye sanayi hayatının çöküşü ve ölümüdür.
Sanayi hayatı çöken Osmanlı’daki “ sermaye sınıfı” bundan böyle, Avrupa mallarının toptan ve perakende satışını yapan acentacılığına sığınmıştır.Bir bölümü, İngiliz- Fransız, diğer bölümü de Alman Emperyalizminin mallarının ve çıkarlarının acentacılığını yapmaya başlamışlardır.o dönemde ülkemizde yaşanan bütün siyasi çatışmalar, kıyımlar, felaketler, servet el değiştirmeleri hep bu fay hattı üzerinde yürüyüp gitmiştir.
Bir süre önce arkadaşım Erdoğan Aydın’ın kaleme aldığı “ OSMANLI’NIN SON SAVAŞI” adlı kitabını okudum.Güzel bir araştırma yapmış.Sonra döndüm, Kıvılcımlı’nın “ HÜRRİYETİMİZ VE BİRİNCİ CİHAN FACİASI” ADLI KİTABINI BİR DAHA OKUDUM BU KİTAPTAN YAPACAĞIM BİR ALINTI İLE MEKTUBUMU NOKTALAMAK İSTİYORUM:
“ Biçare vesveseli “ Hakan” (Abdülhamit S.K) bunca denemeden sonra, halâ ben yaptım diye konuşuyor.Gene mert adam.Yaptıklarını kendinden sanıyor.İttihatçıların yaptıklarını da Enver yaptı sanıyor.Demek inanıyor.Bu haşmetli kuklacıklar tarihi yürüttüklerine samimiyetle inanıyorlar.Göremiyorlar.Kendi iplerini oynatan yerli, yabancı bir kuvveti göremiyorlar.
Hele Türk milletini, hiç acımadan ikide bir kündeye getiren emperyalizmin birer süslü kuklası olduklarını düşünemiyorlar.Bir zart zurtla kelleler uçurup, bastıkları yeri titretiyorlar ya..Hep kerameti kendilerinde biliyorlar.
Aldanmasınlar.Gerilerden kimlerin geldikleri, kendilerini kimlerin ittiğini, milleti nereye sürüklediklerini görsünler.Ellerinde mi?Türkiye derebeyi artığı geri bir ülke, Derebeylikte şeref zorbalıktır. Ahlâk silsileyi meratip ( kendinden bir parmak üstüne kul, bir parmak altına Tanrı olmaktır.)Böyle bir şeref ve ahlâk dünyasında, modern milliyet anlamı, vatan duygusu hepsi silsileyi meratibe göre ayarlanır.Kimin derebeyice zoru üstün görülürse onun uyrukluğu benimsenir. Ayni zamanda bu hal, atasal içgüdüyle de yapıldığı için kimse yadırgamaz.tabii bir şey sayılır, efendilikle, kölelik.Ziya Gökalp’in dediği gibi biz “ Hem ağanız,hem kuluz.”
İşte İttihatçı faciasının içyüzü bu açıdan kavranabilir.
1. Bu facia, kör kuvvetlerin gerektirdiği, kör tesadüf değildir.Bütünü ile sosyal determinizmin sonucudur.
2. İttihatçıların toy, ahmak, bilgisiz,vicdansız,namussuz olmalarından ileri gelmez.Onların gerisinde kendilerini güden kuvvetler, usta güçler, böylelerini seçmişlerdir.”
Konuya şöyle devam ediyor:
“ Madem ki dünya tümüyle EMPERYALİST dünya idi.İttifak (Alman) Emperyalistinden yana olmamışız da, İtilaf (İngiliz- Amerikan – Fransız) emperyalistlerinden yana olmuşuz bu neyi değiştirirdi?
Geri Türkiye’nin ölümlerden ölüm beğenmesi gibi, emperyalistlerden , emperyalist beğenmesi kime yarardı?
Alman’dan kaçalım.”Fransız Muhibbi “ (Düyunu Umumiye Sevdalısı) Cemal Paşa- Cavit Bey ekibinin dediğine gelelim.İngiliz’in başı çektiği İtilaf Emperyalistleri için ölünecekti.Arabistan Petrolü ve Hindistan yolu Türkiye’ye bırakılır mıydı?”
Değerli Kardeşim,
Engels “ Köylüler Savaşı” adlı eserinde, geç kalmış ve korkak bulduğu Alman Burjuvazisi için; “ Burjuvazi yavaş yavaş gelişen sosyal kurtuluşunu, kendi siyasal iktidarından dolaysız bir vazgeçiş pahasına satın alıyor” demiş.Almanya’da Bismarc dönemindeki Alman Burjuvazisi her şeye rağmen bizim II.Meşrutiyet ve Cumhuriyet burjuvazisi ile mukayese edilemez.Sanayi temelli ve çok daha güçlüdür.Benzerlik, “ kendi sosyal kurtuluşları için” izledikleri yoldadır.Bu açıdan Kıvılcımlı, bizdeki sermaye sınıfını,altta güreşen kurnaz pehlivana benzetir.Son zamanlarda yapılan bütün dönem tartışmalarında, bu sosyal gerçekliğimiz atlanmakta yahut bilinçli bir şekilde perdelenmektedir.
Mektubum biraz uzun oldu.yazmada pek usta olmadığımdan her mektup böyle oluyor.Sanıyorum artık alışmışsındır.
Ankara ile birlikte, cezaevine de kış geldi.Havalandırma kapıları 16;30’da kapanmaya başladı.Kaloriferler yanıyor.Sen de bilirsin kış ayları cezaevinde yaza ve bahara göre daha zor geçiyor.üşütmemeye gayret ediyorum.Birlikte kaldığım Mehmet ve Turan kardeşlerimin hepinize selam ve sevgileri var.Biz Mehmet’le Perşembe günleri resim atölyesine çıkıyoruz.Mehmet yağlı boya resim yapıyor, ben de kitap okuyup, yürüyüşler yapıyorum.Bir değişiklik oluyor.Sevgili Sema’ya orada çektirdiğimiz bir fotoğrafı ve Mehmet’in tablolarından çektirdiğimiz fotoğrafları yolluyorum.Bütün arkadaşlara selam ve sevgilerimi sunuyorum.Sevgili Mine’den çok güzel bir mektup aldım.Haftaya kendisine cevap yazacağım.,
Değerli eşine selam ve saygılarımı sunuyorum.Sevgili kızının gözlerinden öpüyorum.Sizlere çalışmalarınızda başarılar diliyorum.Kalbimin her zaman sizlerle çarptığını unutmayın.
Geçenlerde Sevgili Sema’ya yazmıştım.Benim sevgili arkadaşlarımla bağım Aşık Yunus’un dediği gibi:
“ Arayı arayı bulsam izini / İzinin tozuna sürsem yüzümü “ gerçekliğinde saklıdır.
Seni sevgi ve özlemle kucaklarım canım kardeşim,Sağlıcakla kalın.