Her zaman görünenin arkasında saklı olan asıl gerçekliği görebilmek ufuk açıcıdır. Bugün yeryüzünün her yerinde iktidar kavgası yürütenler, insanlığın bilincinden; görünenin arkasındaki temel gerçekliği saklamaya çalışırlar. İktidarlar; farklılıkları abartarak, uzlaşmaz karşıtlıklara dönüştürürler ve bunları besleyip mutlaklaştırırlar. Böylece karşıtlıkları, zorunlu bir ayrışım gücü gibi göstererek düşkün ve sefil varlıklarını meşru ve zorunlu kılarlar. İnsanlığın; doğal yaşamla özgürleşmesi, barışçıl, eşitlikçi, doğal uyum yoluna girmesi her zaman zorba iktidarların engeline takılır. İktidarların gücü ise devasa zorba hiyerarşilerin, toplumsallığın tarihsel dokusuna, eylem ve bilgisine, kurnazca hâkim olabilmesinden gelmektedir.
Buna karşın insanlığın, en derin zihinsel zaaflarını sürekli besleyen ikili zıtlıklar temelinde çözümlemeler üreten iktidarların, kurgusal kutuplaşmalarını aşarak, doğadaki farklılıkların uyumunu, her zaman canlı tutan çoklu bağlantı ağlarını bilince çıkarması gereklidir. Çünkü insanın ve toplumun; tam anlamıyla doğallaşması ve özgürlüğün sadece belli bireylere ve katmanlara has olmaktan çıkarılarak, tüm insanlığı kucaklaması ve barışın yeryüzüne yayılarak, eşitliği özgürce çoğullaştırması ve insanlığın, her rengiyle ortaklaşması ancak bu bilinçle mümkün olacaktır. Böylece kurgusal karşıtlıkları aşarak, yeryüzünde gökkuşağının renkleri gibi bir doğallıkta kaynaşabilen toplumlar; erdemli, adaletli, inançlara ve farklılıklara hoşgörülü, onurlu doğal toplumlar haline ulaşacaklardır.
Algılar dünyasından hareketle duygular dünyası da, düşünceler dünyası gibi sadece ikili zıtlıklar temelinde oluşturulur. Duygusal dünyamız, iyilik/kötülük, cesaret/korku, merhamet/acımasızlık, nefret/sevgi, ihanet/sadakat gibi uzlaşmaz karşıtlıklarla kendini ifade edebilen bir dünya haline getirilmiştir. Kalıplaştırılan bu duygu dünyası, soğuk/sıcak, tatlı/acı, sert/yumuşak gibi somut karşıt algılara açılan algı dünyasıyla kuvvetlendirilir. Düşünce dünyası da algı ve duygu karşıtlıklarının mutlaklaştırılmasından beslenir. Öyle ki algılar, duygular, sezgiler, düşünceler, bütünüyle keskin karşıtlıklara mahkûm edilmiştir.
Örneğin kadın ve erkek, birbirini tamamlayan ve bütünleyen değil de birbirine zıt olan iki farklı varoluş ve karşıt duygusallık kategorileri veya toplumsal yaşamda birbirinden çok farklı dinamikler taşıyan iki karşıt varoluş gücü olarak düşünülür. Doğal yaşamın süregidişinde rolü olan bütün bu zıtlıklar ve farklı dinamikler, bir arada ve birbirini tamamlayan bir tarzda doğal olarak var olduğu halde, iradevi olarak yaratılan kutuplaştırmalar; toplumsallaşma tarihinde keskin bir uzlaşmazlık zorunluluğuna eklemlendirilir. Ve bütün bunlar, zorba hiyerarşinin gaddarlığını örten ve hiyerarşiyi saf bir masumiyet içinde gösteren doğal bir gerekçe haline getirilir. Bu ağır sorunsal, toplumsal zihniyette ve toplumsal bellekte, stratejik bir öncelik arz etmektedir.
Toplumu ve tarihi, sistemli olarak kuramsal bir çözümlemeye tabi tutarken, olgulara sadece görünür saf aklın ve mantığın gözüyle ve yalnızca ikili zıtlıklar temelindeki saf diyalektik yöntemle bakmak, toplumsal/tarihsel süreçteki tıkanma ve kaosun kaynakları konusunda verimli, tatmin edici ve sonuç alıcı olasılıkların çoğulluğuna ulaşmamızı ve farklı olasılıkları kavramamızı engeller.
Ancak toplumların ve insanların duygusal isteklendirilmelerini, ruhsal şekillenişlerini, iyilik ve kötülüğü nasıl hissettiklerini, gönül ve vicdan muhasebelerini yani toplumda yatay olarak yayılan rizomatik ağları, ikili diyalektik karşıtlıklarla birlikte ama birbirlerini besleyen yönleriyle beraber hesaba kattığımızda; toplumsal/tarihsel süreçlerin olası sonuçları, gerçeğe daha yakın bir şekilde açıklanmış olur. Bu anlamda ‘kesinlik’ içeren ikili karşıt yargıların geçiciliği, göreceli süreçlerin geçiş dönemleri olduğu daha anlaşılır hale gelir. Öyleyse diyalektik ikilikler, ancak rizomatik olasılık ağının içinde açık bir anlam, somut bir varlık ve fiili bir güç kazanmaktadır. Yoksa dayatma ve otoriterleşme, hiyerarşik iradevi süreçlerle beslendikçe tekilleşir ve yalnızlaşır, toplumsal gerçekliğin çoğulluğuna yanıt veremez ve çözüm üretemez.
Belli zamanla ve gözleyebildiği somut fiziki doğa ve evrenle sınırlı olan insanlığın, gerçekleştirebildiği gözlem ve deneyimlerden çıkardığı somut bilgiler ışığında, bilginin sınırlarını sürekli genişletmesi sayesinde, doğanın ve evrenin; çok yönlü, çoğul çelişkilerin ve kuvvetlerin karmaşık bir bileşkesi olduğu kanıtlanmaktadır. Ancak insanlığın bilgilerinin sürekli geliştirilmesi ve duygularının yönlendirilmesi egemen iktidarların tekelindedir. Bilginin ve algının, toplumlara hangi oranda ve nasıl aktarılacağına ve nasıl inşa edileceğine, hiyerarşik bilim kastları karar vermektedir. Bilginin ve algının, her çağda toplumsal zihniyetlerin oluşumunda, mutlaka belli bir sınırda tutulması iktidarın canalıcı-stratejik önceliğidir. Günümüzde de bilginin ve algının sınırları, egemen bilgi hiyerarşisinin tekelinde, gittikçe çok daha sıkı bir denetim içinde geliştirilen bilimsel araştırma projeleri ile geliştirilmektedir.
Aydınlık/karanlık, artı/eksi, çeken/iten gibi görünür basit maddi zıtlıkları gözlemleyen insan, düşünsel muhayyilesinde de bu ikili zıtlıklarla düşünme kolaycılığını hemen benimsemiştir. Sanmıştır ki doğa ve evren, yalnızca bu karşıtlıklardan oluşmaktadır. Ancak bilimsel gözlem ve deneylerin gelişmesiyle insanlık, karmaşık bir düzenden ve kısmi düzensizliklerden oluşan doğa ve evren hakkında çok daha fazla bilgiye ulaşmıştır. Aslında doğa, insani algıda ilk bakışta fark edilen düzensizliğin ardında, derinlemesine incelendiğinde görülen karmaşık bir düzeni barındırmaktadır.
Otoriter hiyerarşinin ve siyasal zorun, tarihsel gelişim içinde bütün ihtişam ve kudretiyle, toplumun üzerinde
bir baskı ve rıza aracı olarak kendini hissettirebilmesi ve maddi-fiili bir güç halini alması; ikili zıt kavramlarla beslenen simge, sembol ve ayinlerle, benzetim ve öykünmelerle mümkün olmuştur.
İbadetin, ritüellere indirgenmesi ve toplumların bu ritüel karşıtlıklarıyla bölünüp parçalanması, iktidarların egemenliklerini sürdürebilmesinde canalıcı-stratejik bir önem arz etmektedir. İktidar güçleri tarafından bu tarz ikili karşıtlıklarla düşünme eğilimi, zorba hiyerarşiyi besleyen bir alışkanlık haline getirildikçe, hayatın olasılıklarla rengârenk olan müthiş çoğulluğu göz ardı edilir ve farklılıkların birlikteliğinin yarattığı o sonsuz ve eşsiz zenginlik, giderek unutulur. Bu ikilikler içinde, mitolojide ve teolojide başat bir korkuyu simgeleyen ‘Cennet ve cehennem ikiliği’, yargılayan ve yöneten zora dayalı hiyerarşinin kök salmasına hizmet eden iktidarlarla, iktidara karşı direnişlerin tarihinde; toplumsal bilinçleri, yanılsamalarla körelten en önemli girdap ve burgaçları oluşturmuştur.
Kesin çizgilerle tanımlanan ikili zıt kavramlar, güzelim insan yaşamlarını, kalıplara-şablonlara dökmek için kurnazca ve sinsice programlanan/kurgulanan üst anlatıların, önemli temel parçalarını oluştururlar. İktidarın yapı kurucu üst-anlatıları; insanlığın toplumsal belleğinde, birbirleri ile asla uzlaştırılmayan ve tamamen farklı içeriklerle kodlanan ve bu karşıtlıklar arasında aşılmaz duvarlar inşa eden devasa hiyerarşik yapılardır. Hiyerarşik yapılaşmalar bu karşıtlıkları kullanır ve insanların arasına fitne ve nifak tohumları eker. Sonuçta her zaman karlı çıkan, genel anlamda hayat hakkındaki bilgi ve algıları bir bütün olarak kuşatıp yönlendirebilen zorba hiyerarşik yapılardır.
Sevap ülkesi cennete layık olan inananlarla, günah ülkesi cehenneme layık olan inançsızlar arasında asırlar boyunca kökleştirilen kin, fitne, nifak ve savaş tohumları, hayatı görünür ikili zıtlıklar ekseninde kutuplaştıran bir mantıktır. Toplumsal tarihi kan gölüne döndüren esas uzlaşmaz günahlar yani servet ve mülkiyet biriktirme, otoriter eksenli ayrımcılık ve imtiyaz yaratma olanakları ise toplumu küçük günahlardan arındırma uğraşlarının arka planında gizlenmektedir. Böylece denetimli bir akış içinde “doğal” ve gittikçe kanıksanan bir ön kabulle, en haklı ayrışmalar ve uyuşmazlıklar olarak görülmeye başlanan kurgusal ikilikler, görünenin ardına gizlenen zorba hiyerarşinin meşruiyetini beslemektedir. Öyle ki öldürmeyi yasaklayan bütün dini inançlar, bir süre sonra kurgulanan ikiliklerin çarpıtması ve dinin araçsallaştırılması sayesinde, iktidarlar tarafından kullanılabilmeye tamamen açık hale getirilmiştir.
Ruhla maddeyi kesin olarak birbirinden ayıran antik Greek filozofu Anaksagoras’tan Descartes’e ve oradan Kant’a ulaşan ve yaşamın her alanında, birbirlerine indirgenemeyen ve iç içe geçmeyen, iki ayrı başlangıç olduğunu savunan bu düşünürlerden sıyrılmak ve öncelikle bu düalist, ikicilik illetinden kurtulmak gereklidir.
Kutsal kitaplarda insanlara vaat edilen cennet; itikada, inanca bağlı olarak, ahir dünyada gerçekleşen bir olgu olduğu kadar, bu dünyada gerçekleştirilebilecek bir olgu olarak da kavranabilir. Somut ve soyut ikiliği aşılarak, bütünsel kılınabilir. Bâtıni-tasavvuf kültürü, Tao ve Alevi inancı bu eksendedir.
Beklenen ve özlenen cennet toplumu, ideal bir toplumdur. Evrensel adalet, barış ve hakikat yurdu olan Darüsselamın, vicdan ve bilinç ufkunda tasarlanmasına tekabül eder. Hakk’ın katında cennette kurulacak olan Barış ve Hakikat toplumu, bu dünyada kurulacak olan bir “cennet toplumu” sayılabilir.
Aslında bütün dinsel inançların cennet tutkusu, köleliğin, zora dayalı bağların, zorba dünyevi iktidarların, nefret ve kinin lağvedildiği ve sadece somut gerçekliklerin hâkim ve söz sahibi olduğu bir dünya için, büyük bir devrimci maneviyat ve ahlak hareketinin gücüyle, zalimliklerle kaynayan bu dünyayı, adaletle sükûna erdirme tutkusudur.
Öyleyse tüm düşmanlık üreten kavramsal ikiliklerin anlamsız kalacağı ve gerçek bir cennet sayabileceğimiz, zorla çalıştırma ve zora dayalı bağların yok olduğu bir doğallık, nihai hedefimiz olmalıdır. Herkesin herkesle kaynaştığı, ayrımcılık ve ötekileştirmenin tamamen yok olduğu, farklılıkların bir zenginlik ve doğallık olarak görüldüğü, efendisiz ve kölesiz bir yaşam, özgürleşerek Hakk’a yaklaşmak için yürüdüğümüz yolun son aşamasıdır.