“Secdelerin ardında da O’nu tesbih et.” Kaf suresinin 40’ncı ayetinin bu kısmı üzerinde kısaca durmakta yarar var: “secdelerin ardında” sözünden iki durum anlaşılır. Birincisi; günün belli vakitlerinde ikame edilen salâtlardaki secde, ikincisi; Allah’tan gelen her mesajın kabul edildiği ve ona boyun eğildiği an ya da anlar. Bu bağlamda, secdelerin ikisi de önemlidir. Ancak, ikinci tür secdenin daha kapsamlı ve daha öncelikli olduğu apaçık ortadadır. Çünkü birinci tür secde, ikinci tür secdenin içinde değerlendirilebilir. Şimdi, bu iki tür secdenin ardındaki tesbih olayından ne anlayabiliriz? Bunu tartışalım: Müslüman, salâtında Allah Teâlâ’nın kelâmı vasıtasıyla dua anlamında aşağıdan yukarı bir ilişki içindedir. Dolayısıyla, secdenin ardında otururken Allah’tan bir şeyler istemekte ve Allah’a bazı sözler vermektedir. Bunları yaparken Kur’an’dan öğrendiği kavramlarla Allah’ı yüceltmektedir. Ama bunların hepsi sözlü eylem düzleminde gerçekleşmektedir. İşte bu olay tesbih etmenin kendisidir. Ancak, tesbih bununla bitmez, buna bağlı olarak fiili eylem durumuna geçer.
Allah’tan gelen emirlerin/mesajların kabulü ve yerine getirileceğine dair söz verme, salât içindeki tesbih ile ortaya kondu. Hemen bunun ardından mal ve can ile yapılacak tesbih başlar. Tesbih ile ilgili bu kısa açıklamadan sonra şu sonuca ulaşabileceğimizi düşünüyorum: Tesbih: İnsanın, ben Allah’a inandım deyip Müslüman olduktan sonra, Allah’ın kendisinden razı olacağı bir biçimde Müslümanca yaşamasıdır. Zikir ve tesbih kavramları, tamamen Kur’an bilgisi ve Resulüllah’ın(s) uygulama örnekliği içinde, kulluğun gerekleri olarak bir Müslüman’ın gündelik hayatında pratiğe geçerse, artık bu Müslüman çağrıyı almaya, işitmeye ve 42’nci ayette sözü geçen çıkışı yapmaya hazır demektir. Bir toplumda bu değerlerle donanmış Müslümanların, zikir ve tesbihleri Allah’ı razı edici boyutlara ulaşırsa, uyanış ve kıyam olayının meydana gelmesi kolaydır. Bu çıkış gününde Müslüman korkmaz. Çünkü yaşatan da öldüren de onun Rabbidir. Böyle bir Müslüman arzdaki bir takım eğlencelik eşyaya da aldırmaz. Çünkü onun seyri/gidiş yolu Rabbinedir. Rabbi ise onu en güzel biçimde razı eder.
İman etme bilinci, tamamen Aklını doğru kullanma ve kulak verme ile gerçekleştiğinden hiçbir Müslüman başka bir insanı Müslüman olması için zorlayamaz. Müslüman’ın yapacağı şudur: Allah ve Resulü’nün bildirdiği metotla uyarı görevini yaparken, diğer yandan da kendi yaşamı ile sözlü/yazılı uyarısını destekleyerek örneklik yapmaktır. Müslüman, insanları Allah’ın dinine Kur’an ile ve ona uygun yöntemlerle, çağırır, yani o, Kur’an ile zikreder; gerçekleri hatırlatıp onu bu yönde uyarır. O Kur’an ahlâkı ile ahlaklaşmıştır ve onun ahlakı azim(çok yüce ve değerli) bir ahlaktır. Yazımızın başında zikir ve tesbih kavramlarının öneminden söz ettik ve buraya kadar bu kavramların Müslüman’ın hayatında basit olarak gerçekleşmiş durumlarına değindik. Söz konusu değinmemizi yeri geldiğinde Kur’an’ın bazı surelerindeki ayetlerle desteklemekle birlikte daha çok Kaf suresi içinde kalmağa çalıştık. Şimdi ise Kur’an bütünlüğü içinde kavramları ele alıp, tartışmamızın boyutlarını biraz daha genişletelim. Önce Zikir kavramı üzerinde duralım: “Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve size bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik. Öyle ise, beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim. Bir de bana şükredin, nankörlük etmeyin. Ey inananlar! Sabır ve salât ile yardım isteyin, muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir. Allah yolunda öldürülenlere, “ölüler” demeyin; hayır onlar diridirler, ama siz farkında olmazsınız.” (Bakara, 2: 151-154).
Ayetlerde açıkça görüldüğü gibi, zikir ibadeti insanların kendi keyiflerine bırakılmış, herkesin istediği gibi yerine getirebileceği bir görev değildir. Allah’ı zikretmek, Allah’ın gönderdiği/görevlendirdiği Resul’ün kitap ve hikmetle öğrettiği biçimde olacaktır. Bu noktada Müslümanlar arasında vahdetin meydana gelme mesaj ve esprisi vardır. Eğer Müslümanlar arasında geçmişte ve günümüzde vahdetin olmadığından yakınılıyorsa ve bu durum sürekli Müslümanların aleyhine birçok kötü sonuçlar meydana getirdiğinden şikâyet ediliyorsa –ki bu konuda ıstırap çekmeyen Müslüman’ın bulunmaması gerekir- bunun önemli sebeplerinden birisi, işte bu zikir anlayış ve uygulamalarıdır. Buraya meal olarak alıntı yaptığım ayetlere dikkatle bakılırsa, sabır ve salâtın bir çeşit zikir olduğu kolayca anlaşılır. Sabır ve salâtın nasıl yerine getirileceği, bize, Allah’ın ayetlerini okuyan, bizi temizleyen, bize kitabı, hikmeti ve bilmediklerimizi öğreten Allah’ın Resulü(s) tarafından gösterilmiş. Bundan sonra bir takım insanların, İslâm dışı bazı akımların etkisinde kalarak geliştirdikleri tamamen keyfi davranış ve uygulamaların Allah’ı zikretmeyle bir ilgisinin olmadığı aklıselim sahibi Müslümanlar tarafından görülmesi gerekir. Allah ve Resulünün öğrettiği yöntemle hayatını sürdüren Müslüman, Rabbine şükreden muttaki bir insandır. Ama kendi keyfine uyan, Allah’ın ve Resul’ün öğrettiği yöntemlerle zikir-sabır ve salât- eylemi içinde olmayan insanlar ise; küfreden, nankör insanlardır.
“Öyle ise, beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim.” Bu ayette görüldüğü gibi, Müslüman’ın Allah’ı zikretmesi ve Allah’ın da Müslüman’ı zikretmesi durumu var. Bu şekilde Müslüman’ın Allah Teâlâ ile zikir ilişkisi karşılıklı süreklilik kazanırsa, yani sabır düzeyine ulaşırsa, bundan diğer insanlar etkilenir/etkileniyorlar ve Müslümanlara olumlu ya da olumsuz tepki gösterirler/gösteriyorlar. Hatta fırsat ve güç buldukça Müslümanları öldürürler/öldürüyorlar. Bu ise gerçekten çok ciddi bir sorundur. Bunun böyle olduğu Allah tarafından doğrulandığı gibi, söz konusu zikir ilişkisinden dolayı Allah yolunda öldürülenlere, sürekli dirilik ödülü veriliyor, bu yönde Müslümanlar teşvik ediliyor. O halde Allah ve Resulü’nün öğrettiği biçimde Allah’ı zikreden Müslümanların varlığı ve eylemleri, Müslüman olmayanların bütün çıkarlarını, makamlarını ve egemenliklerini tehlikeye düşürüyor. Zikretme ibadetinin bu gücü, onda mevcut olan soyutu ve somutu, bilinci ve eylemi bir arada barındıran özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Müslüman’ın Allah’ı zikretmesi: Allah’ı ve dinini insanlara sürekli anlatması, onlara hatırlatması, bildirmesi ve bu yaptıklarını, bizzat kendi hayatında ortaya koymasıdır. İşte bu zikir eylemi sonucunda oluşacak Müslümanların birliği ve birliğe dayalı güçleri; elbette zalimlerin, tağutların, emperyalist sömürgecilerin ve halkı din adına sahte tanrı anlayışı ile kandırıp, onların mallarını haksız yere yiyen asalak koca göbeklilerin yürekleri korkudan hoplayacak ve bütün güçlerini Müslümanlara karşı birleştirip, seferber edeceklerdir. Ama Allah(c.c.) da gerçek anlamda zikir eylemlerinde sabredenlerle beraberdir. Allah(c.c.) kendisine şükredenleri muhakkak kendisine nankörlük edenlere üstün getirecektir. Ve kendisini zikredenleri de, böylece zikredecektir. Allah’ın Müslümanları zikretmesi, onlara yardım etmesi, rahmet ve bereketini vermesi, sonsuz nimetleri ile ödüllendirmesi ve bir de insanlara örnek olarak anlatması, adlarını nesiller boyu anmasıdır. Bu noktada konu ile ilgili birkaç ayet meali vermek yerinde olur. “Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani, siz birbirinize düşman idiniz, kalplerinizi birleştirdi. O’nun nimeti ile kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında duruyordunuz, sizi ondan kurtardı. Allah ayetlerini size böyle açıklıyor ki, hidayete gelesiniz.” (Ali İmran, 3: 103). “Muhacirlerden ve Ensardan(İslâm’a girmekte) ilk öne geçenler ile bunlara güzelce tabi olanlar… Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Onlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tövbe, 9: 100). “Dikkat edin! Allah, Peygamberi ve güçlük saatinde O’na uyan muhacirleri ve Ensarı affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuş iken, yine de onların tövbesini kabul buyurdu.” Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (Tövbe, 9: 117). “(Bir de o mallar) Göç eden fakirlere aittir ki (onlar), yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’ın lütuf ve rızasını ararlar, Allah ve Resul’üne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır. V e onlardan önce o yurda yerleşen, imana sarılanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin bir ihtiyaçları olsa dahi, öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir.” (Haşr, 59: 8,9). “Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Bakara, 2: 218).“Düşünün ki bir zaman azdınız, yeryüzünde hırpalanıyordunuz. İnsanların sizi kapıp, götürmesinden korkuyordunuz. Allah sizi barındırdı, sizi yardımı ile destekledi, sizi güzel şeylerle besledi ki şükredesiniz.” (Enfal, 8: 26).
Allah Teâlâ buraya meâl olarak aldığımız ayetlerde, bizden önce geçmiş Müslümanları bize anarken, bizi onların davranışlarına özendiriyor. Ayrıca onlara ne gibi yardımlarda bulunduğunu çok açık bir biçimde anlatıyor. Şimdi zikir eylemini değişik ve çok ilginç bir plânda ele alan ayet meallerine bakalım: “Salâtları ve orta salâtı muhafaza edin. Samimiyetle Allah’a kulluk etmek için kalkın. Eğer korkarsanız, yaya yahut binmiş olarak. Güvene kavuştuğunuz zaman bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin” (Bakara, 2: 238, 239). Bu iki ayet zikir eyleminin kişisellikten giderek, toplumsallığa ulaştığını bize gösteriyor. Zaten buradaki muhataplar sürekli çoğul olarak anılıyor. Bu çoğulluktan nesiller boyu kulluk edecekler anlaşılabildiği gibi, bir dönemde belli bir yerde bulunan Müslümanlar da anlaşılabilir. Salâtlar muhafaza edilecek ve bu salâtların özelliklerine dikkat edilecek. Özellikler ise, iki kavramla ortaya konmuş; vasatlık ve kullukta samimiyet… Bunlar bizim salât hakkında bilmeyip, Rabbimizin bize öğrettikleridir… Gerçekten vasat(en uygun ve bilinçli) halde ikame edilen salât tehlikelerle doludur. Düşmanların buna hiç tahammülleri yoktur. O nedenle bir yerde düşman tehlikesi(tahakkümü, zulmü, sultası, saldırısı) söz konusu ise, orada salâtın vasat hal üzere olması mümkün değildir. O nedenle bu tehlikenin yok edilmesi gerekmektedir. Eğer zikir sadece ferdi olarak ve dudak kıpırtıları ile gözler ve ağız kapatılıp hayali bir takım davranışlar olsaydı, bu tür tehlikelerin sözü bile edilmezdi. Demek ki, Müslüman’ın zikri, öyle pasif ve durağan değil… Tam tersine, Allah’a kulluk için, samimiyetle yaya ya da araçlı olarak topluca gerçekleştirilen bir çabadır/eylemdir…
“”””””””””” 08. 09. 2014 “”””””””””