İslâm tarihi, Kur’an merkezli bir dünyanın değil siyasal çekişmelere alet edilen dinin mezhepler üzerinden kurgulanmış tarihidir. Bu tarih, sultanları iktidarda tutmak için her türlü yandaş fetvanın verildiği, özgürlüklerin muktedir için kısıtlandığı, gerçeklerin güç sahiplerini haklı çıkarmak için saptırıldığı bir devrin yansımasıdır. Yönetimi kuvvetlendiren fıkhî hükümlerle Kur’an ve vicdânı karşılaştırdığımızda aradaki çelişkileri görmekteyiz. Fakat Bizans ve Sâsânîlerden devşirilen saray, saltanat ve sultanlık düzenlerini İslâm’ın politik sistemi sanan ahmaklar mezhepçi tarihçiliğin tüm çarpık, saptırılmış, iftiralarla dolu resmî söylemlerini dinin bizzat kendisi sanarak savunmayı sürdürmektedir.
Özgürlük meselesinde de saltanatçı Sünnîlik ile imâmetçi Şiîliğin fıkhını bir kenarda tutarak doğrudan Kur’an’ın ne dediği antropolojik bir okumayla gün yüzüne çıkarılmalıdır. Bu nedenle vicdân özgürlüğü meselesini on bir maddede ele almayı uygun buluyorum:
- Ateş Çadırı
“Ey Muhammed onlara ‘Konuştuğum doğru ve gerçek sözlerin kaynağı besleyip büyüten ve eğitip donatan güçtür. Herkes vicdânıyla sözlerimi ölçüp tartsın; isteyen bana güvensin, isteyen beni reddetsin ve sözlerimi dirilmeyecek biçimde gömsün. Ancak gerçeği siyasal, ekonomik, psikolojik, hukuksal, askerî ve toplumsal yöntemlerle baskılayanların çadırını ateşe vereceğiz.’ de.”[1] âyeti konuşan herkesin kaynağı hakkında bilgi vermesi gerektiğini özellikle belirtir. Ayrıca her sözün vicdân terazisinde tartılarak belli konuma oturtulmasına dair öneri vardır. Vicdân; sevgi, acıma ve adâletin bileşkesi olduğundan egonun yönlendirmesini kırar ve hakkı teslim eder.
Âyet, peygamber sözü bile olsa kişinin bir sözü reddetme hakkının olabileceğini vurguluyor. Bu, müthiş bir özgüvendir. Sözünün değerine güvenmeyen biri böylesi bir iddiada bulunamaz. Âyette çadır yakma metaforu geçer. Araplar çöllerde çadırda yaşadığı için çadırını yakmak deyimi Arap’ın zihnine yönelik önemli bir tehdittir. Bu kinâye üzerinden özgürlük düşmanları uyarılmıştır. Bu âyet, Mekke’de kendi statükosunu egemen kılmak isteyen, izin verdiği ölçüde ekonomik faaliyet yürütülmesini dileyen, kendileri tarafından belirlenmiş kutsallara saygı duyulmasını arzulayan ve kendi ideolojileri dışına çıkan düşünceleri cezalandıran Dâr’u-Nedve[2] yönetim sistemine şiddetli bir tepkidir.
O günden bugünlere geldiğimizde hangi siyasal, ekonomik, askerî, hukuksal kurum, kuruluş ve iktidar olursa olsun kendi din görüşü ve mezhebini, kendi ideoloji ve sistemini, kendi insan modeli ve sosyal düzenini dayatmaya kalkarsa onların çadırını yakmak üstümüze farzdır. Kendinden olmayana hayat hakkı tanımayan özel ve tüzel kişilere biz de fırsat ve imkân vermeyeceğiz, evimizi başımıza yıkanın çadırını yakacağız. Kur’an, zulmü meşrûlaştıran statükoyu pasif biçimde içselleştirmeyi değil, aktif biçimde reddetmeyi ve direnişi öne çıkarmaktadır.
Hayat hakkımızı elemizden alanların “Müslüman, Sünnî, Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî; Nakşî, Kâdirî, Şâzelî, Rufâî; Şiî, Câferî, dindâr, tesettürlü, tarîkâtçı, şeyh, hoca, efendi, mezhepli, milliyetçi; Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Boşnak, Laz, Fars, Hindû, Ermeni” kimliklerine sahip olması Kur’an açısından hiçbir değer taşımaz. Kişiyi kimlikleri değil, eylemleri insan yapar. Kişi âdil ise “Hıristiyan, Katolik, Ortodoks, Anglikan; Yahûdî, Sadukî, Ferisî, Hasidî; ateist, deist, panteist, lgbt-i; Budist, Zerdüştî, Bahâî” olmasının hiçbir önemi yoktur. Kur’an, özgürlük ve adâlet düşmanının kimlikleriyle ilgilenmez. Bu nedenle zâlimin âidiyet kimlikleri hiçbir mazlumu direnişten alıkoyamaz.
Elinde Kur’an, dilinde âyet, eşinde başörtüsü, alnında secde izi, başında sarık, sırtında cüppe olan zâlim muktedirlere başkaldırmak ne kadar farz ise hiçbir inancı olmayan, adâlet için çalışan, çevre bilinci yüksek, insan ve hayvan hakkına saygılı, eşitlik ve özgürlük mücadelesi veren bir ateiste itaat etmek de o kadar farzdır. Kur’an’ı önyargı, mezhep taassubu ve din bezirgânlığından uzak biçimde okuyan herkes bu gerçeği görür.
“Ey vicdân değerlerine güvenen ve kendileri de güvenilir olanlar! Vicdân, akıl, sağduyu, güven ve barış ile onun elçisi Muhammed’e; ayrıca içinizden çıkan ve emretme makamında olanlara itaat edin.”[3] âyeti çerçevesinde “ateist, deist, lgbt-i, Zerdüşt bizden değildir, ona itaat etmeyiz.” diyenlere sorumuz var: Biz kimiz? Kur’an’a göre Müslim (barışçı) ve mü’min (güvenen, güvenilir)’iz; barış ve güven yoldaşlığını vicdân elçisi Muhammed aracılığı ile içselleştirenleriz. Bu iki değeri İsa, Musâ, Zerdüşt, Budha, Marks yoldaşlığı ile yakalayanlar da vardır. Şu halde “bizden olan” demek “bizim gibi barış ve güven için çalışanlar” demektir. Barış, adâlet ile var olacağına ve güven de adâlet ile sağlanacağına göre adâlet temelinde yükselen barışçı ve güvenilir bir sistemi kuranlar veya yönetenler itaat edilmeyi hak edenlerdir.
Âdil kişinin patatese tapması, barışçının satanist olması, özgürlükçünün pırasaya tavaf etmesi, merhametlinin sincap tapınağında secde etmesi kendi tercihidir. Ancak onların barış, adâlet, güven ve özgürlük sağlayan yönetimleri itaati hak eden kamu yönetimidir.
- Dayatmalara Hayır
“Adâlet, sevgi, acıma, kardeşlik, özgürlük temelleri üstünde yükselen vicdânî borç konusunda kimse kimseye baskı yapamaz. İnsan, hayvan, canlı ve cansızla uyumlu olan sevgi, acıma ve adâlet ilişkisi dayatma kabul etmez. İnsanı aşkın ve içkin varlıklara, canlı ve cansızlara yakınlaştırdığı düşünülen, evrensel ve doğal işletim sistemiyle de uyumlu olduğu kabul edilen bakış açıları kimseye zorla kabul ettirilemez.”[4] âyeti Kur’an’ın ana ilkelerinden birini dile getirmektedir. Bu âyette toplumda inanç anlamında kullanılan dinden tutun, her türlü ideolojik yaklaşıma kadar bütün düşünce sistemleri kapsama alınıyor. Âyete göre başta peygamberler olmak üzere hiç kimse bir başkasına zorla din, mezhep ve ideoloji dayatamaz; “Peşime takılmazsan aç, işsiz, mağdur, mazlum, mahkûm ve muhtaç kalırsın; bana vagon olursan ihyâ olursun.” diyemez.
- Zoraki Güzellik
“Tüm canlılar ve insanlığı besleyip büyüten, eğitip donatan gücün sahibi isteseydi herkesi güvenilir kimseler olarak baştan kodlardı. Sevgi, acıma ve adâlet değerlerine hiçkimse zorla sahip olmaz. Bu nedenle sevgi, acıma ve adâlet değerlerine yönlendirmek bile söz konusu olsa kimseyi zorlayarak yola getirmeye çalışamazsın.”[5] âyeti “Zorla güzellik olmaz.” atasözünün dile gelmesidir. İyilik, güzellik, fayda, doğru ve gerçek “vicdân”lara seslenerek elde edilir. Yoksa korku zoruyla yaptırılan iyilikler korkunun kalktığı yerde kötülüğü döner. Bu nedenle eğitim yoluyla insanlara estetik, iyilik ve doğruluk bilinci kazandırılırsa kişide oluşan içsel değişim kişiyi kalıcı biçimde iyi, doğru ve gerçekçi birine dönüştürür. Aksi halde otorite korkusu olmadığında içinden canavar çıkaran tiplerle karşılaşırız.
“Ey Muhammed onlara ‘Vicdân, akıl ve sağduyuya itaat edin; barış ve güven elçisine boyun eğin. Vicdân değerlerine uyma konusunda herkes kendinden sorumludur, kimse başkasının yükünü çekmez. Barış ve güven değerlerine boyun eğenler doğru yolu bulur. Değerlerin elçisi olan Muhammed’e düşen sadece apaçık bildirimde bulunmaktır.’ de.”[6] âyeti de zorla güzellik olmayacağını te’yit eden mesajlardandır.
- Vicdân ve Akıl
Barış ve güven, eşitlik ve özgürlük için kimlerle yola çıkmalıyız sorusuna Kur’an “Vicdânı susmuş, aklı sağlam çalışmayan ve sağduyusunu kaybetmiş kimseler adâlet, özgürlük, kıst, sevgi, acıma, paylaşım, direniş ve dayanışma motivasyonu kazanamaz. Vicdân, akıl ve sağduyu böyle kimselerin üstüne pislik atar; onlarla yoldaşlık, sırdaşlık ve arkadaşlık etmez.”[7] âyetiyle yanıt verir. Herkesle her yola gidilemeyeceği gibi aklını işletmeyen, sağduyusunu çalıştırmayan, sevgi ve acıma duygusunu kaybetmiş, direniş eylemlerini tanımayan ve dayanışmadan habersiz tiplerle sağlıklı toplum, âdil sistem, emniyetli düzen kurulamaz. Yani yasaların mükemmel olması değil, insanların olgun olması değerli, etkili ve sonuç vericidir.
Âyette aklını işletmeyenlerin üstüne pislik yağacağı söylenir. Ataların “Tatsız aşa tuz neylesin, akılsız başa söz neylesin. Akıllıyı arkada tutma, akılsızı kılavuz etme. Akılsız iti yol kocatır. Akılsız başın cezasını ayaklar çeker.” gibi sözleri yukarıdaki âyetin halk irfânındaki tefsiridir.
Vicdân ve aklı özgür olmayanın ne dini ne ideolojisi ve de kişiliği olur. Tevfik Fikret’in “Kimseden bir fayda ummam ben, dilenmem kol kanat/ Kendi boşluk, kendi gökkubbemde kendim gezginim/ Bir eğik baş, bir boyunduruktan ağırdır boynuma/ Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâirim” mısralarında[8] geçtiği gibi aklı gerektiği gibi çalıştırmak, bilgi ve tecrübeyle donatarak zenginleştirmek; vicdânı aktifleştirmek ve irfânı etkinleştirmek gerekir. Atatürk’ün “Muallimler! Cumhûriyet sizden fikri hür, vicdânı hür, irfânı hür nesiller ister.” sözü hem Fikret’ten ilham alan hem de Kur’anla örtüşen bir perspektifi dile getiren kadîm ülkünün soluklarıdır.
- Hüccet
“Bir sözün doğruluğuna, bir yolun gidilebilir olduğuna, bir fikrin benimsenebilir değer taşıdığına kanıt vicdân, akıl ve sağduyuda aranır. Sevgi, acıma, eşitlik ve sağduyu yolunu dileyenler için onlarda yeterince kanıt vardır. Fakat eğri büğrü olmayı seçenlere vicdân ve sağduyunun yardımı gelmez.”[9] âyeti hüccet kavramı üzerine temellendiriliyor. Bir sözün doğruluğuna, bir yolun gidilebilir olduğuna, bir fikrin benimsenebilir değer taşıdığına kanıt olan şeye hüccet; hüccetin güçlü olanına da beyyine denir. Hücceti’l-İslâm, “İslâm’a girmek için varlığı gerekli ve yeterli bir kanıt olan kimse” anlamında kullanılmış olsa da gerçekte barış devrimini benimsemek için düşünce ve eserleriyle kanıt olan kişiyi kasteder. Gazâli gibi Abbâsî iktidârını meşrulaştıran, onların zulümlerine karşı halkı susturan ve zâlim muktedire itaat ettiren birine Hücceti’l-İslâm ünvanı vermek, mezhepçi-hizipçi-saltanatçı dînî dünyanın bir oyunudur.[10] İktidar sahipleri yalaka hizmetkârlarına, kendi iktidârına yardım eden kimselere tuhaf ünvanlar verir. Örneğin Melikşah’ın oğlu Muhammed, Nizâmü’l-Mülk’ün oğlu Ahmet’i kendine başvezir yapınca ona kıvâmu’d-dîn,[11] sadru’l-İslâm[12] gibi ünvanlar yapıştırır.[13]
Bu âyete göre hangi düşünce ve din propagandası yapılırsa yapılsın vicdân, sağduyu ve aklın terazisini en geçerli ölçüdür. Bu nedenle akla zorbalık, vicdâna baskı ve sağduyuya dayatma yapılamaz. Bunlar özgür olmazsa toplum çürür.
____________________________________________________________________
[1] Kehf, 29/Ve guli’l-haggu min rabbi-kum fe-men şâe fe’l-yu’min ve men şâe fe’l-yekfur in-nâ a’ted-nâ li’z-zâlimîne nâran ehâda bi-him surâdigu-hê
[2] Mekke şehir meclisi
[3] Nisâ, 59/Yâ eyyuhe’l-lezîne âmenû edî’û’l-lâhe ve edî’û’r-rasûle ve ulî’l-emri min-kum
[4] Bakara, 256/Lâ ikrâhe fî’d-dîn(i)
[5] Yunus, 99/Velev şâe rabbu-ke le-âmene men fî’l-ardz kullu-hum cemî’(an) efe-ente tukri-hu’n-nâse hattâ yekûnû mu’minîn(e)
[6] Nur, 54/Gul edî’u’l-lâhe ve edî’û’r-rasûl(e) fe-in tevellev fe-inne-mâ ‘aleyhi mâ hummile ve ’aley-kum mâ hummil-tum ve in tudî’û-hu tehtedû ve mâ ‘ale’r-rasûli ille’l-belâğu’l-mubîn(e)
[7] Yunus, 100/Vemâ kâne li-nefsin en tu’mine illâ bi-izni’l-lâhi ve yec’alu’r-ricse ‘ale’l-lezîne lâ-ya’gilûn(e)
[8] “Kimseden ümmîd-i feyz etmem, dilenmem perr-ü-bâl/Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim/İnhinâ tavk-ı esâretten girandır boynuma/Fikri hür, irfanı hür, vicdânı hür bir şâirim.”
[9] En’am, 149/Gul feli’l-lâhi’l-huccetu’l-bâliğa-tu fe-lev şâe le-hedâ-kum ecme’în(e)
[10] Hücceti’l-bâliğa “hüccet derecesine gelmiş olan” demektir.
[11] Dîni ayağa kaldıran
[12] İslâm’ın kaynağı/kalbi
[13] İmam Gazali, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, 1. Cilt, Bedir Yayınevi, Mütercim: Ahmet Serdaroğlu, İstanbul, 1973.
devam edecek…