Yeryüzünde hiçbir inanç, hiçbir düşünce ve hiçbir dünya görüşü yoktur ki, zamanla tahrif edilmiş olmasın. Ne yazık ki, aynı şey İslam için de söz konusudur. Kur’an metni tahrif edil(e)medi, ancak mesajın anlamı çarpıtıldı. Bu dinin mensupları onu orijinal kabından alıp başka bir kaba koydular. Böylece açların, yoksulların ve kölelerin dinini, tüccarların, zenginlerin ve tefeci bezirgânların dini haline getirdiler. Buna göre, yoksulların sesi olarak zuhur eden peygamber, “Allah, Müslüman’ın zengin olanını sever” diyor, kırkta bir zekât veren için sınırsız ferdi mülkiyetin önü açılıyor, Harun gibi gelen Karun gibi gitmeye hak kazanıyor. Allah, açlar, yoksullar ve kölelerle dolu Mekke sokaklarından değil, mükellef sofraların kurulduğu, cariyelerin arz-ı endam ettiği, ekâbirlerin göbek büyüttüğü saraylardan konuşuyor. Hal böyle olunca Muaviye’ye Ashab-ı Kiram’dan sayılmak, Ebu Zer’e ise kompleksli, dengesiz ve anarşist olmak düşüyor. Zira kapitalizmi yaşam biçimi olarak benimseyen zat-ı muhteremler, tabiata, hayata ve tarihe, varoşlarda yaşayanların, fabrika işçilerinin, kot taşlama atölyelerinde ciğerlerini, maden ocaklarında hayatlarını kaybedenlerin değil, tüccarların, sanayicilerin, bankacıların (yasal tefecilerin) gözüyle bakıyorlar. Öyle ya bu din tüccarların eliyle yayılmıştır cihana, parası olan kuyu satın almış, kervan bağışlamış, ordu teçhiz etmiş, lütufta bulunmuştur(!).
Tam aksine! Yeryüzünde ne kadar fitne, fesat, fısk-ı fücur varsa, adına “tüccar” denen kaypağın, “zengin” denen insanımsı mahluğun eseridir. Doğrudur; Kur’an, ticareti helal saymıştır (2/275). Ancak Emin el-Hûlî’nin ifadesiyle o, hem realist hem de idealist bir kitaptır. İndiği ortamın realitelerini dikkate alır, bu doğrultuda hüküm vazeder. Fakat bununla birlikte insanın önüne ulvi idealler koyar. Dolayısıyla ticareti helal sayarken gerçekçidir. Ancak her nesil kendi çağında Kur’an ayetlerinden anlayacağını anlar, gerçekleştirebileceğini gerçekleştirir.
İbn-i Haldun ticaret hakkında şunları söyler: “Ticaret, her ne kadar kazanç itibariyle tabii ise de, onunla ilgili yolların ve usûllerin pek çoğu, alış-verişte bir şeyin alış kıymeti ile satış kıymeti arasındaki şeyin elde edilmesi için birtakım hilelere ve kurnazlıklara başvurmaktan ibarettir. Bu suretle bahis konusu fazladan kazancın kârı husule gelmiş olur. İşte bundan dolayıdır ki, şeriat, onda (aldanmamak için -yani zarurete binaen-) zekice pazarlık yapmayı mubah kılmıştır. Zira ticaret, kumar çeşidinden bir şeydir.” (İbn-i Haldun; Mukaddime)
Nitekim kapitalist sistemde tüccar, sermaye, kâr ve emek sömürüsüyle ayakta durur. Devam ettirmesi gereken ticareti, idare etmesi gereken tezgâhı, emeğinden çalması gereken işçisi, peşinden koşması gereken kârı vardır. Üstelik sürekli olarak artırmak, büyümek zorundadır; zira sermaye/kapital -doğası gereği- büyümediği takdirde küçülür. Dükkân-tezgâh sahibi olan bir adam düşünün, kendisiyle aynı işi yapan bir başkası iki dükkân daha açtığında onun sermayesi diğerinin sermayesi karşısında otomatikman küçülmüş olur. Bu nedenle tüccar, tüketimi teşvik eden, istifleyen, sayan, biriktiren, pazarlık yapan, bir koyup üç almayı düşünen, “ölü fiyatı”na almaya, fahiş fiyata satmaya çalışan -ki, ticaretin tanımı budur; “ucuz olanı al, pahalı olanı sat, ticaret hâsıl olmuştur”-, fiyat dalgalanmalarından, ekonomik krizlerden medet uman, rekabet eden ve rakiplerinin mahvı için duaya koyulan adamdır. Dahası kaypaktır, iki lira kâr söz konusu ise “iş başka dostluk başka” prensibinin gereğini yerine getirir, sabah konuşup anlaştığı adam kırk yıllık arkadaşı dahi olsa onu unutur, daha ucuza verene “abi, baba, gardaş” çeker. Karşısındaki beş para etmez, ahlaksız, karaktersiz, it-uğursuz her ne olursa olsun eğer müşteriyse onun gözünde “daima haklı”dır. İşte sermayenin (kapital) ve onu ayakta tutmaya çalışan sermayedarın (kapitalist) doğası budur.
Tüccar, sermaye, kâr ve emek sömürüsü yoluyla zengin olmaya çalışırken, diğerleri için hayatı cehenneme çevirir. Bu bakımdan böyle birisi müstekbirlerle mustaz’afların karşılıklı saflarını teşkil ettiği sınıf kavgasında açların, yoksulların, bordro mahkûmlarının, asgari ücret kölelerinin, kredi kartı mağdurlarının, maden ocaklarında hayatlarını kaybedenlerin ya da tekel işçilerinin safında yer al(a)maz. O, ancak fakir-fukaranın haline bakıp kendince ibret alır, “elhamdulillah” çekerek kendi konumunu kutsar. Eline geçeni azami oranda ihtiraslarının tatmini için kullanır, geri kalanı da uygun gördüğü yerlere vererek haz duyar ve böylece sahte bir iç huzuruna kapılır. Bulunduğu her mecliste ister istemez tüccar ağzıyla konuşur, son tahlilde zenginden yana tavır alır. Karşısındaki fakir onun için ister istemez hakirdir; zira o, neticede başka bir sınıfın adamıdır. Lafın ucu kendisine dokunduğunda açın, yoksulun, emekçinin ahlaki zafiyetinden dem vurur, sosyo-psikolojik açıdan dâhiyane analizler yapar, “şuna verilmeli, buna verilmemeli” der. Dahası fakir-fukaranın dinini soracak kadar çirkinleşir. Onun varlığı israf, sözü fitnedir.
Böyle bir adam dine de aynı gözle bakar. Nitekim Kureyş böyle bir karaktere sahipti. Ticaret bu insanların ruhuna sinmişti. Kâbe’yi dahi ticari gelir getiren bir meta olarak kullanıyorlardı. Çünkü ziraata ve hayvancılığa elverişli olmayan Mekke’nin temel geçim kaynağı ticaretti. Bu nedenle Kur’an, dünya hayatının karşısında ahireti zikreder ve bunu “ticaret” olarak nitelendirir. Hidayete karşılık sapıklığı, ahirete karşılık dünya hayatını satın alanlardan, bunun kâr getirmeyen bir ticaret olduğundan (2/16, 86), Allah’a verilecek olan borcun fazlasıyla geri ödeneceğinden (2/245), Mü’minlerin mallarının ve canlarının cennet karşılığında satın alındığından (9/111), Allah yolunda malını ve canını ortaya koyarak cihat etmenin azaptan kurtaracak bir ticaret oluşundan söz eder (61/10-12). Dolayısıyla Kur’an’da yer alan kelime ve kavramlar, Mekke’nin -dolayısıyla 7. yüzyıl Arap yarımadasının- coğrafi, kültürel ve sosyo-ekonomik yapısıyla yakından ilişkilidir.
Günümüzün tüccar zihniyetli din(i)darı, Kur’an’ın dilinden, alegorik üslûbundan, ayetlerin indiği ortamdan ve hitap ettiği zihniyetten bihaberdir, üstelik 7. yüzyıl Mekke ileri gelenleriyle aynı kafa yapısına sahiptir. Bu nedenle dünyada bir koyup ahirette on, yüz, hatta yedi yüz almanın hesaplarını yapar. Cennette oturacağı köşklerin, villaların, etrafında el pençe divan duracak olan hizmetkârların, cinsel arzularını tatmin edeceği hurilerin hayalini kurar.
İlginçtir ki, bazıları servetin bizatihi kendisinin kötü olmadığını, meselenin onu doğru kullanıp kullanmamakla ilgili olduğunu öne sürerler. Buna göre iki tür zengin vardır: İyi zengin, kötü zengin. İyi zengin helal yoldan servet edinmiş, kazandığını doğru yönde kullanmış, böylece hem dünyasını hem de ahiretini kurtarmıştır. Kötü zengin ise helal-haram dememiş, her türlü kazancı meşru görmüş, keyfince harcamış, dünyada da ahirette de kaybetmiştir. Öyleyse yaşasın iyi zengin(!). Oysa burada cevaplanmamış birtakım sorular vardır: Örneğin servetin doğasında iyilik olabilir mi, boyun eğmesini ve yaltaklanmasını bilen kişilerden başkası için servet hâsıl olabilir mi (bkz. İbn-i Haldun; Mukaddime), ihtiyacından fazlasını elinde tutmadan (malı kenz etmeden), rızık kaynaklarından fazla pay alarak diğerlerinin mahrumiyetine sebep olmadan, bir başkasının emeğini kendi üzerine geçirmeden zengin olunabilir mi? Eğer bu mümkün değilse, “zenginin iyisi”nden söz edilebilir mi?
Hiç kuşkusuz servet doğası gereği aldatıcıdır, insanı bozar. Mal-mülk sahiplerinin gözü doymaz, para ve güç onları suça teşvik eder. Kur’an, özellikle Mekkî surelerde bu tür insanımsılara hitap eder, kıssalarına geniş yer ayırır. Zenginliğinden ötürü haddi aşıp azgınlaşanları (96/6-7), mensup olduğu zenginler kulübüne güvenip salâta engel olanları (96/9-19), servet ve nüfuz sahiplerinin karakterlerini (68/10-16), her hayrın önüne set çekenleri (68/12), yoksulların hakkına göz koyan Bahçe Sahipleri’ni (68/17-33), nimet içinde yüzdükleri için hakikati yalanlayanları (73/11-13), hırs içinde daha fazlasını isteyenleri (74/11-15), tüccar zihniyetiyle düşünüp taşınarak vahyi ölçüp biçenleri (74/17-24), yoksulu doyurmayanları (74/44, 107/1-3), en ufak bir yardımı dahi esirgeyenleri (107/4-7), cimrilik edenleri (92/8-10), yetime ikramda bulunmayanları (89/17), mirası açgözlülükle yiyip bitirenleri (89/19), malı-mülkü sınır tanımaz bir biçimde sevenleri (89/20), servet sevgisi nedeniyle alabildiğine katılaşanları (100/8), çokluk yarışıyla yeryüzünü cehenneme çevirenleri (102/1-8), arzu ettikleri her şeyi elde etme hayaline kapılanları (53/24), az verip gerisini elinde tutanları (53/33-34) eleştirir, azapla müjdeler. Bu yolla zenginin ve zenginliğin doğal karakterini ortaya koyar.
Ancak ne yazık ki, alnı “ak” kapitalist İslamcı kitabı tersinden okur, ayetleri amuda kaldırır. Zenginin ve zenginliğin “iyi”sinden söz eder. Sermayeyi kutsayarak servet düşmanlığını kınar. Eşitliğin adaletsizlik olduğunu, adaletin çoğu zaman eşitsizliği gerektirdiğini, Allah’ın takdirinin bu yönde tecelli ettiğini söyler. Kendi kaderinin göbek büyütmek, madencilerin kaderinin de yer altında can vermek olduğunu savunur. Osman’ın, Abdurrahman’ın, Zübeyr’in, Talha’nın ve Sa’d b. Ebu Vakkas’ın zenginliğinden dem vururken, “hokus-pokus” yaparak Peygamber’in, Ebubekir’in, Ömer’in ve Ali’nin mülke ilişkin tutumunu gündemden düşürür. Onun dini salt teolojiye dayanır; dolayısıyla ontolojik açıdan Allah’ın varlığını kabul ettiği takdirde yeryüzünü cehenneme çeviren ahlaksıza, hırsıza, ite-uğursuza dahi cennet vaad eder.
Buna mukabil, onun “çalı-çırpı” dediği İncil, yeryüzünü cehenneme çeviren zenginin kıssasını şu şekilde anlatır:
“Zengin bir adam vardı. Mor, ince keten elbiseler giyer, bolluk içinde her gün eğlenirdi. Her tarafı yara içinde olan Lazar adında yoksul bir adam bu zenginin kapısının önüne bırakılırdı; zenginin sofrasından düşen kırıntılarla karnını doyurmaya can atardı. Bir yandan da köpekler gelip onun yaralarını yalardı.
Bir gün yoksul adam öldü, melekler onu alıp İbrahim’in yanına götürdüler. Sonra zengin adam da öldü ve gömüldü. Ölüler diyarında ıstırap çeken zengin adam başını kaldırıp uzakta İbrahim’i ve onun yanında Lazar’ı gördü. “Ey babamız İbrahim, acı bana!” diye seslendi. ‘Lazar’ı gönder de parmağının ucunu suya batırıp dilimi serinletsin. Bu alevlerin içinde azap çekiyorum.’
İbrahim, ‘Oğlum’ dedi, ‘Yaşamın boyunca senin iyilik payını, Lazar’ın da kötülük payını aldığını unutma. Şimdiyse o burada teselli ediliyor, sen de azap çekiyorsun. Üstelik aramıza öyle bir uçurum kondu ki, ne buradan size gelmek isteyenler gelebilir, ne de oradan kimse bize gelebilir.’
Zengin adam şöyle dedi: ‘Öyleyse baba, sana rica ederim, Lazar’ı babamın evime gönder. Çünkü beş kardeşim var. Lazar onları uyarsın ki, onlar da bu ıstırap yerine düşmesinler.’
İbrahim, ‘Onlarda Musa’nın ve peygamberlerin sözleri var, onları dinlesinler’ dedi.
Zengin adam, ‘Hayır, İbrahim baba, dinlemezler’ dedi. ‘Ancak ölüler arasından biri onlara giderse tövbe ederler.’
İbrahim ona, ‘Eğer Musa ile peygamberleri dinlemezlerse, ölüler arasından biri dirilse bile ikna olmazlar’ dedi.” (İncil, Luka: 16: 19-31)
Renan’ın “İsa’nın Hayatı” adlı eserinde ifade ettiği gibi, kimileri buna “kötü zenginin kıssası” derler; oysa bu, düpedüz “zenginin kıssası”dır.
Hulâsa şunu söylemek boynumuz borcudur ki, Habil ve Kabil’den bu yana süregelen, tarihle yaşıt olan bu sınıf kavgasında ilk ve son tercihimiz fakirlerdir:
“Allah’ım bizi yoksul olarak yaşat, yoksul olarak öldür ve mahşerde yoksullarla birlikte haşret!” (İbn-i Mace; Zühd, 7)