Bugün “insanlık” kapitalist hırs tuzaklarının karmaşık labirentleri içinde genel bir çıkmaza düşmüş durumdadır. Sınıf tahakkümü ve sömürüsünün koyu gölgesinde kaybolup giden ve tarihin ilk çelişkisi olan cins çelişkisini, genel bir “insanlıktan” söz ederek içi boşaltılmış kavramlarla gölgeleyen sözüm ona bilimsel çözümlemeler hala revaçtadır. Bu çözümlemeler; statükocudur, yanılsamalar ve belirsizliklerle doludur ve efendiler, bilimsel gelişmelerin yeni bulgularının, anaların özgürlük tarihine katkı sunmasından rahatsızlık duymaktadır. Tapınakçı, güdümlü bilim literatürü, uzun bir dönem hafızalarımıza, ağırlıkla erkekçil bir dili hâkim kılmıştır.
İçine kadınları, anaları katmadan her lafın başında ‘İnsanlıktan’ bahsetmek, ‘insanlık’ denilen zümreleşmenin, katmanlaşmanın içindeki ilk temel çelişkiyi görmezlikten gelmek ve bu çelişkinin çözümünü bir başka bahara bırakmak, yeniden tarih sahnesine çıkabilecek olan ‘Tevhidi Uygarlığı’nın çözüm sürecini netleştirmez, sadece insanlığın özgürleşmesini geciktirir.
İktidarın borusunu öttüren güdümlü bilim tapınakçılarının, toplumbilim, etnoloji, tarih vb. her alanda erkek-merkezci bir bakışla ataerkil toplumu meşrulaştırmak için ellerinden geleni yaptıkları aşikârdır. Hatta aynı bilim çevreleri bu mantığın bir gereği olarak, ne acıdır ki ırzına geçilen kadınların bundan mutlu olabileceğini, erkeklerin tahrik olmasında, doğal ve hoş görülebilecek yönlerin ise anlaşılabilir olduğunu söylemektedirler.
Özü tahrif edilmiş içi boşaltılmış Yahudilik, Hıristiyanlık ve saltanat Müslümanlığının süregelen tarihi boyunca da kadınlara karşı uygulanan engizisyon kararları, recm edilme uygulamaları ve türlü aşağılamalar görmezden gelinmemelidir. Cinsler arasında adaletli bir yaşamın kurulması, her cinsin haklarını eşit olarak koruyan tevhidi bir hukukun yeniden uygulanmaya başlanması, geleceğe ertelenemeyecek olan bir görevdir.
Bunun yanında insanlığı uyuşturan Şirk dininin efendileri de bu zulüm kervanına kılavuzluk etmektedir. Afyon dinde; tıpkı kader yorumu gibi, şeytanın soyut anlamlandırılması, en kısa manada insanlığın kutuplaştırılmasına meşru bir kılıf sunmaktadır. Elbette insanın yaşamında iyilik, doğruluk hattında yürürken seçim hakkını kullanabildiğinin kanıtlanması gereklidir. İnsan kötülüklere, yalana ve riyaya karşı çıkarak doğruluk yolunu seçtiğini açıkça göstermelidir. Şeytanın, burada insanın özgür iradesini açığa çıkaran işlevsel bir görev taşıdığı ifade edilir. Pasif, yılgın, sorgulamadan itaat eden insanlar; bir kutup iken, bunun karşı kutbunun oluşması için, kendi özgür idrakiyle karar alabilen insanlar da karşı kutupta var olmalıdır. Ancak bütün sorun, şeytanın somut dünyadaki izahıdır ve kimlerin şeytanın oyuncağı olduğunun açıkça bilinmesidir.
Ebu Cehil, Ebu Süfyan kendilerini kölelerle, cariyelerle bir tutmaz ve onları, insan yerine bile koymazken, sevgili peygamberimiz ve önderimiz Muhammed Peygamber gücün, kudretin sadece Allah’a ait olduğunu haykırarak, onların kötülüklerinin ana kaynağını açıkça ilan etmiştir. Elbette şeytan, doğal olan her şeyi bozan yegâne zorba ve sinsi güçtür ve somut olarak insanlığın toplumsal tarihi, çok yönlü özgürlük mücadelesine yönelik, birbirinden acımasız sinsi tuzakların örüldüğü bir zulüm ve savaş tarihidir. Bu anlamda ‘Tevhidi Uygarlığı’ yani ‘Barış, Hakikat ve Doğal Toplum uygarlığı’nı yeniden yeryüzünde kuracak olan insanlık; karşısındaki şeytanın gücünü iyice açığa çıkarmalı ve sorunlarının en köklü tarihsel çözümüne, Şirk dininin kavram ve dizgelerini deşifre ederek başlamalıdır. Bu ise kötülüğün ana kaynağını tam olarak saptamakla ve çözüme yönelik değişime, o noktadan başlamakla mümkündür.
Küresel kapitalist ideoloji; merkezine erkeği, kültürü, statüyü ve zamanı alır. Kültür merkezcilik yaklaşımı, kendi toplumunu; yaşamın ve kültürün merkezine koyar. İlke ve ölçütlerini, diğer toplumlara kendi biçimlendirdiği bu merkezden yansıtmak ister ve kendi toplumu dışındaki toplumlara mutlak geçerliliği olan kendi ölçütleri ve kıstaslarını dayatır. Statü-merkezcilik, kendi sosyal sınıfının normlarını evrensel kabul etmek ve diğer sosyal sınıfların talep ve ilkelerini görmezden gelmektir. Zaman-merkezcilik, iktidarın ayrıcalıklarının ezeli ve ebedi olduğunu savunmaktır.
Öyleyse iktidarın, (yukarıda sıraladığımız kendini meşrulaştırma) araçları teşhir ve tecrit edilmelidir. Bütün belirlemelerde, erkek içerikli kavramlarla düşünmek, özgürleşmenin önünü en baştan kapatmak demektir. Tarihe özgürlükçü, özgürleştirici bir pencereden bakmamızı en baştan engelleyen de bu dar ve tek yanlı zihniyettir. Erkek egemen sürecin ortaya çıkardığı sınıflı topluma ait sözcük ve kavramlarla ve erkekçil/devletçi mantık ve zihniyetle kadın özgürlük tarihini başlatıp, yazabilmek mümkün değildir. Bu nedenle sözcük ve kavramlarda tam bir dönüşüm ve ayrıştırma yapmak zorunludur. Bu anlamda ‘halk ve toplum’ kavramları zora dayalı iktidarın en başından itibaren içerik olarak kadın cinsini içermeyecek bir mantıkla donatılmıştır. İçinde kadınların özgürce kurumsallaşamadığı bir halk ve toplum, yarım ve eksiktir. Üstelik yaratılışın asli kanunlarının bozulmasıdır ve fıtrata aykırıdır. Köleci dönemin ideolojik dayanaklarından olan Mitolojik tarihte, kadın tanrıçalardan söz edilirken bile erkek egemenliğinin; işlevsel olarak toplumsal konumlanışı, aklanmak istenir ve böylece tarihi erkeklerle başlatmanın meşrulaştırılmasına hizmet edilir. Erkek egemenliğini besleyen ve insanlığı uyuşturan teolojik tarih anlayışı da bu mantığın bir devamıdır. Geleneksel şirk dini uydurulmuş bu safsatalarla ve sonradan eklemelerle doludur. Bunun sonucunda tarihin bütün temel uğrak ve dönüşüm noktaları dolaylı/dolaysız, zorba erkek egemenliğinin aklanmasına çıkmaktadır.
Bilimin geldiği noktada, erkeğin toplumsal dönüşümde rol oynamaya ve öne çıkarak belirleyici temel-başat unsur olmaya başladığı zaman dilimi, günümüzden sadece 6.000 yıl öncesi olarak tespit edilmiştir.
Erkeğin egemenlik tarihi 6.000 yıldır yazılıp sürmektedir. Yukarı Mezopotamya’da, çobanlığa ve çiftçiliğe geçişin tarihi ise 12.000 yıl öncesine dayanmaktadır. Bu tarih, erkeğin kadına zorla hükmetmesinden yaklaşık 6.000 yıl daha öncesine işaret etmektedir. Bu anlamda insanlık tarihini ilk çiftçi olarak gösterilen tarihi erkek ata Âdem ile başlatmak, zorba erkekçil hiyerarşinin uydurduğu boş bir efsaneden başka bir şey değildir. Tahrif edilmiş olan Tevrat inancına göre Âdem atayı, hükümran erkek atanın başlangıcı olarak kabul etmek;, tarımı, çömlekçiliği ve hayvancılığı ondan 6.000 yıl önce geliştiren kadınların özgür, ortak emeğini lanetlemek anlamına gelir ki mitolojinin ve uydurulmuş dinin başarmak istediği, tam da budur. Hem şirk dini, hem de uydurulmuş teoloji ve mitoloji, bilimin bulgularıyla da deşifre edilmeli, böylece Tevhidi Uygarlığın nuru, tüm insanlığa yayılmalıdır.
Yine bilimsel verilere göre; avcı, çoban ya da çiftçilik gibi toplumsal işbölümünün ortaya çıktığı ve toplumun katman ve bölümlere ayrılması gibi etkenler, toplumda erkeğin egemen olmasında doğrudan rol oynamadılar. Bunlar sadece toplumsal ilişkilerdeki erkek egemenliğinin daha işlevsel bir hal almasına yönelik bir evrim başlattılar. Erkeğin topluma bütünüyle hükmetmesi; çobanlık, çiftçilik, avcılık gibi işbölümlerinin ortaya çıkmasını takip eden süreçte yeni bir işbölümünün ortaya çıkmasıyla mümkün olmuştur. Bu işbölümü ise ticarettir. Ticaret ve paranın basılması, ürünlerin değerlerinin kullanım değeriyle ve takasla değil, değişim değeri ve parayla yapılması, kadının toplumsal yapıdaki işlevini tamamen yitirmesine yol açmıştır. Çünkü ticaret, malın mal ile takasından öte bir işbölümüdür. Kadınların önderliğinde yürünen dönemde çobanlık, çiftçilik ve avcılıkla geçinen farklı toplumlar, ürettikleri ürünleri birbirleriyle takas ederlerdi. Mal takası, anaların önderliğindeki neolitik köy devriminin ortaya çıkardığı bir olgudur. Ticaret ise, kentlerin çoğalması, giderek köyler üzerinde egemenliğini pekiştirmesiyle süren erkekçil hiyerarşinin karşı-devrimidir.
Ticaret, servet birikimini esas alan bencil bir ilişki tarzıdır. Ticaret, öncelikle kadını, giderek bütün toplumu doğal üretimdeki yerinden kopartan ve kadını/insanı, servet edinmenin basit bir aracına dönüştüren ve toplumu kendine yabancılaştıran bir işbölümüdür. Tarım toplumlarının genel evrimleşmesiyle, daha sonraları bir işbölümü olarak kendini kabul ettiren, ticaret ve tüccar toplumunun evrim süreçleri, birbirine hiç benzemez. Nedenleri ve sonuçları birbirinden çok farklıdır. Ticaret toplumunun güçlenmesi, erkeği şiddetle örülü bir egemenlik evrenine taşıdı. Tarım toplumlarındaysa mülk ve servet edinmek, çok ağır bir seyir izler ve kadınları, hızlı bir şekilde geri plana itmez. Tüccar toplumunda ise kadın tamamen geri plana itilmiştir.
Erkek, doğumdaki rolünü de öğrenir öğrenmez, kadının bu toplumsal işlevini de etkisiz kılar ve ticari nüfuzunu şiddetle örerek hükümranlığını ilan eder. Tarım devrimi ve tarım toplumunun ilerlemesi, malların takasından ürün fazlasını parayla değiştirme sürecine geçiş, erkek egemenliğini güçlendirmiştir. Üretimi daha da arttırmak erkek egemenliğinin pekişmesi için daha da elzem bir hal almıştır. Üretimi daha planlı ve verimli yapabilmek için o zamanki bilim adamları olan ruhban sınıfıyla iktidar kısmen bölüşülmüştür. Bunun yanında ürün fazlasını koruyacak askeri güç, iktidarın diğer bir sacayağını oluşturmuştur. Fakat yürütme hükmü, her zaman bir tanrı-kralın tekelinde kalmıştır. Firavunların, Nemrutların, Sargonların çağı olan bu kanlı çağ, insan özgürlüğünü baskılarla sınırlayan bir çağdır. Zulmün kırbacı kadınların sırtında ve rahminde şaklatılmış ve aslında insanlığın “ilerleme ve gelişme”si olarak gösterilen bu güdümlü tarih; toplumsal insani gerçeklikle, derin bir uçurum oluşturmuştur. Neolitik devrimin bütün getirilerini yutan bu barbarlığın pervasızca başlattığı aslında tam anlamıyla tüm insanlığa yönelik açık bir karşı-devrimdir.