Munzur Baba inancı, Dersim’in sözlü kültür öğesidir. Bu inanç; insanlığın özgürlükçü-rıza kültürünün, evren-doğa-insan bütünselliğinin doğal döngüsünü bozmayan ortak değerlerle bütünleştiği, kadim dönemlerden kalma bir inançtır. İnsani değerlerin doğal özüne, ana köklerine ve kaynağına inmek isteyenler, Munzur Baba’ya kulak vermelidir. Doğal inançların ve ardından semavi-kitabi dinin; otoriter, saldırgan devlet inançlarına uygun hale dönüştürüldüğü yani dinin, iktidarın kıyım-katliam pratikleriyle buluşturulduğu süreçten daha önceki devirlere gidildiğinde, kadim çağlardan süzülüp gelen Munzur Baba, Düzgün Baba ve benzeri inançların toplumsal ve tarihsel önemi hemen anlaşılacaktır.
Alevi-Kızılbaş inancı; gönüllü hiyerarşiyi, insanlar arasında sevgi ve rızayla toplumsallaştıran ve toplumda ayrımcılık, ötekileştirme karşıtı olarak toplumsal ilişkileri; zorba devletleşmenin ve tahakküm ilişkilerinin dışında tutan, doğa ve toplumun ortak iyiliğinden yana olan tutumuyla özgürlükçü ve eşitlikçi, özgün ve barışçıl bir toplumsallaşmadır.
Alevi toplumu, insan-ı kâmil yol erenlerinin kılavuzluğunda, kâmil insanlar toplumunu, yani barışçıl ‘Cennet Toplumu’nu bu dünyada, yaşadığı yerde ve zamanda kurabilmeyi hedefleyen bir toplumdur. Aleviler öldükleri zaman cennete ya da cehenneme gideceğinden dem vurmazlar. Aleviler, kâinattaki varlıkların görünen suretlerini, ‘don değiştiren ruh göçü’ ile devam edegelen içsel-ilahi bir sürecin içinde ve dört kapı kırk makamdan geçilerek Hakk’a yürünen bir yol içinde tasavvur etmektedirler. Bu yol, iyilik, doğruluk, güzellik yoludur. Alevi toplumunda gizli, saklı bir günah korkusu, günah utancı yoktur. Esas olarak gönül kırmak en büyük utançtır ve bu utanç da cemlerde gönülden alınan ve verilen rızalıklarla aşılmaktadır. Örneğin Aleviler, görünür günahlardan arınmak için oruç tutmazlar. Orucu, daha kâmil ve duru olabilmek, gönülleri Hakk’ın yolunda daha geniş ve şeffaf kılabilmek için içsel bir oruç tutarlar.
5000 yıl öncesinin özgür paylaşımcı, ortaklaşmacı toplumundan süzülüp gelen varyantlarıyla bu söylence, insanı insan yapan dayanışmacı ve eşitlikçi değerleri, nasıl daha bir kuvvetli savunmamız gerektiğini insanlığa bir kez daha hatırlatır. Munzur Baba efsanesi, mistik bir zekâ ve samimi bir inançla kavranabilir. Hayata ve insana zahiri bir bakışla bakanlar, anlaşılır simge ve misallerle insanlığa temel doğruluk öğütleri veren Munzur Baba’yı bir hurafe ve içi boş bir kalıp olarak görebilirler. İnsanların mistik, manevi inançlara bir ihtiyacı olmadığını düşünerek, bu tarz kültleri, efsaneleri, mitosları, derinlemesine incelemeden, buruşturup bir kenara atabilir ve unutulmasını isteyebilirler. Bu tutum, kaba-retçi bir tutumdur. Bu duruşun, hayatın somutluğunda bir karşılığı yoktur. Yaşamın gerçekliğinde ise en yanıltıcı olan; toplumda, doğada ve insanda olup biten her şeyi, salt/mutlak kesinlik içeren bir akılla açıklayabilmek noktasında inat etmek ve farklı olasılıklara hoşgörüsüz bakmaktır. İnsanlığın tarihte yaşadığı ve inanca dayalı pek çok “mucizevi kişiliği ve mucizeleri,” salt nesnel ve gerekirci bir mantıkla, bilimi putlaştırarak insanlara açıklamak ve bu “bilimsel açıklamaları” kabul etmeleri noktasında onları zorlamak hiç de etik değildir.
Munzur Baba da, tarih boyunca hiç eksik olmayan diğer manevi önderler gibi mistik, mucizevi ve tarihi bir şahsiyettir. Her yerde, her zaman rastlanan yüzeysel, derinliksiz bir insan olarak görülemez. Hassaslık, duyarlılık ve nezaket, erenlerin ruhunda daha da incelir ve kuşatıcı bir alır. Munzur Baba, Alevi-Kızılbaş inancına göre, bir keramete bağlı olarak, sır içinde doğmuştur. Normal ve doğal bir doğum olmaktan öte bir güç, hikmet ve kerametle dünyaya gelmiştir. Yalan, ikiyüzlülük, hırs ve kibirden tamamen uzak, saf ve tertemiz bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşamış ve hiç bir karşılık, ayrıcalık ve üstünlük beklemeden insanlara hizmet etmiştir.
Munzur Baba, kutsal ve tarihsel bir görevi olduğuna inanmış ve toplumsal hayatı bütünüyle ve her anıyla ciddiye almıştır. İnsanlar arasında kol gezen kötülük, ikilik ve hainliğe karşı, ömrü boyunca sabır ve umutla, iyiliğin ağını örmüştür. Onun hayranlık uyandıran esas kerameti, tüm ermişler gibi onca zulme karşı zalimlerin karşısında dürüstçe ayakta kalabilmesidir. Doğumu da ölümü de bir sır olarak kabullenilir. Hakk’ka yürümesiyle “Kırkların Katarı’na karışan ermişler gibi, sır olarak yitip gitmiştir.
Munzur Baba, insanları üç büyük günahtan arındırmak, insanları kemale erdirmek ister. Evde kalmış kızın günahı, ekmek pişirirken yanına gelene sıcak ekmek vermeyen kadının günahı, eski ve yeni çalı süpürgesini bir arada bağlayıp kullananın günahı. Bu arınma; kemale ermek, günahları aşmak, sevgi dolu bir aile kurmak, emeği ve ekmeği paylaşmak, eskiyeni/çürüyeni aşıp her zaman yeni gelişmeleri savunmakla mümkündür. Munzur Baba, günahsız bir ermiştir. Üstelik insanların bilgisizlikten düştükleri hatalarını onarmak ve günahlarını üstlenmek isteyen kurtarıcı bir kâhin ve yüce bir bilge olarak görülür.
Kızılbaş Dersim’in kültüründe insanlar arasında gelişen sorunların çözümünde, birbirini katletme, öldürme, kan gütme, intikam alma gibi, insanı kendine yabancılaştıran bir gelenek ve töre yoktur. Bu kadim kültürde kötülük yapanlar, Yol Düşkünü’ olarak dışlanır ama asla öldürülmez. Bu kültürde, idam cezası yoktur, el ayak kesme yoktur. Toplumsal barışı ve vicdani bakışı besleyen bu zihniyetin oluşmasında, Munzur Baba efsanesi gibi insanı, doğa ve evrenin bütünsel özü olarak gören inançlar büyük bir önem taşır.
O günden bugüne Kızılbaş Alevilik, otoriter devletleşmeye ve baskıcı bir iktidar oluşturmaya hep uzak durmuştur. Katı hiyerarşik-devletleşmenin bir gereği olan ve insani ilişkilerin sıcaklığını soğurup, katılaştıran bürokrasiye ve militarizme karşı çıkmıştır. Toplumun; doğa ve insanla olan uyumuna dikkat çekmiş ve insanın kendisine, doğaya ve toplumsallığa asla yabancılaşmayan bir doğallığı yaşayabilmesi için gerekli olan evrensel ilkeleri, zora dayalı olmayan bir yaşam içinde damıtarak, insanlığın ahlaki ve töresel değerleri haline getirmiştir. Ancak insani duyarlılığın dibe vurduğu ve duygusuzluğun doruğa çıktığı mevcut küresel kapitalizm çağında, Aleviliğin; ahlaklı ve adaletli, doğal ve saf kalabilmesi ne kadar olanaklıdır? Hiçbir inanç ve düşüncenin küreselleşmenin bu katılaşma ve soğuması içinde, yerellerde sıcaklığını koruyabilmesi, saf ve katışıksız kalabilmesi mümkün değildir. Ancak yozlaşan ve içi boşalan diğer bazı inançlara göre Kızılbaşlık, özünü oldukça iyi ve sağlam korumuştur. Doğal çevreyi ve bireyi, kaskatı otoriter bir toplumsallığın cenderesinde eritmemiş, doğal dengeleri koruyan dayanışmacı bir toplumsallaşmayı savunmuş, toplumun ve bireyin kendisine yabancılaşmasını engelleyen ahlaki değerleriyle, ayakta kalmıştır.
Alevilik, özü itibariyle devlet odaklı olmayan bir düşünce ve yaşam biçimidir ve iktidarlaşmadan olabildiğince, uzak durmuş, zora dayalı hiyerarşik ilişkilere karşı çıkmış, toplumsal varoluşta her zaman gönüllük temelindeki ilişkileri inşa etmiş, sorunları barışçıl temelde çözmeyi ilke edinmiştir. Sevginin diliyle ikna etmek, gönülden rıza almak, Alevi olarak yaşamanın ön koşuludur. Alevilerin yaşadıkları yerleşim yerlerine, geçmişte somut bugünse hayalî olarak bile olsa “rıza şehirleri” denmesi bundan dolayıdır. (*1)
Alevi ocaklarını ayakta tutan dedeler, yetenekleri ve bilgilerinden dolayı toplumları içinde kendileri için bir ayrıcalık ve üstünlük yaratmayı temel almadıkları gibi, savundukları bilgileriyle kutsal ve değişmez bir iktidar kurmayı, güç ve erk biriktirmeyi de hiç onaylamamışlardır. Aleviler; ocaklarını kurarken, dedelerine bağlanırken, her zaman özgür iradeleriyle seçme haklarını korumuşlar ve kuşku duymadan, vicdani duruluk içinde ve gönülden ikna olarak bağlanmayı temel almışlardır.
Alevi toplumunu diğer dindar cemaatlerden ayıran en önemli özellik: Alevi toplumunda kaskatı, değişmeyen, mutlak bir hiyerarşinin olmamasıdır. Alevi toplumunda olabildiğince doğal, içten, insani, ahlaklı, şeffaf, yüz yüze ve gönüllü bir hiyerarşi vardır. Denilebilir ki Alevilik; yaklaşık beş bin yıl önce yani insanlığın zorbalığa, kin, kibir ve sömürüye dayalı hiyerarşik düzene geçmesinden çok önce, on binlerce asır sürdürdüğü özgür ‘cennet’ yaşamının yani doğal-organik toplumsal yapılanışın, günümüzdeki korunaklı yuvası olmuştur. Alevilik, zorba otoritelere karşı sürekli yeniden yeşeren, baş eğmeyip diri kalan, doğal bir halk inancıdır.
Kendi içinde özerk olan her Alevi toplumu, insan olarak yaşayabilmenin temeli olan vicdani/ahlaki özgürlüklerin dokunulmaz kılındığı ve adaletin, bu özgürlükler ekseninde yaşatıldığı, eşitlikçi bir inanca bağlı özgür kişilerden oluşmuştur. Vicdanını ve ahlakını; bilinçli ve özgür bir seçme iradesiyle oluşturmamış olan bireylerden, zaten adaletli ve barışçıl bir toplum da yaratılamaz.
Ahlakın tarihsel soy kütüğünü, ya devletten yana ya da toplumdan yana yazabilirsiniz. Ahlakı, devletin baskıcı ve şabloncu eğitiminden ve dayatmalarından korumak ve dolayısıyla da toplumu içsel anlamda yani kendi iç dinamikleriyle sahiden özgür kılmak istiyorsanız, inançları; toplumu tekleştiren iktidar kurucu dogmalardan ayıklayıp, inançları; özgürleştiren çoğulcu bir toplumsal zemine kavuşturmanız, gerekli ve olanaklıdır. Bu ise içsel bir arınma, tarihsel bir diriliş ve toplumsal bir direniş yoluna çıkmak demektir.
Alevi inancında insan, zorba hiyerarşik-devletten önce gelir. Çünkü devletin otoriter, tahakkümcü özü, bireysel özgürlükleri sürekli sınırlar. Devlet, aşağıdaki ‘tabi kılınanlara’ bir ihtiyaçmış gibi gösterilse de esasında devletin özü, yukarıda, ona egemen olan güçlerce, kendi aralarında belirlenir. Aleviler, devletin özü olan sömürücü baskı, zor ve tahakkümden her zaman uzak durmuşlar, iktidarın kanlı/kirli özünü kavramışlar ve özümsedikleri vicdani eşitlik anlayışlarıyla toplumsal dayanışma ve paylaşımı olabildiğince geliştirmişlerdir.
Herkesin, herkes tarafından incinmeden ve incitmeden, ikna edilerek ve rızası alınarak, en eksiksiz ve doğal bir tarzda yönetildiği bir toplum olabilmeyi başarmak için, etik bir özgürlüğü, ilk “saf-demokratik” yaşamla, kadim çağlardan beri kendi iç işleyişlerinde ve öz benliklerinde harmanlayarak sürdüregelmişlerdir. Doğrudan ve aşağıdan demokrasi ya da yüz yüze demokrasi anlayışı, Alevilerin kadim çağlardan beri özümsediği doğal bir ilişki biçimidir.
Cemlerde sürdürülen “dara çekilme” uygulamaları, eleştiri ve öz eleştiri mekanizmasının en doğal işleyişidir. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi, arınması ve kendisinden asla utanmaması ve kendisiyle barışık yaşayabilmesi, akıl ve vicdanla donatılmış insani öze yönelik en iyi, en doğal ve derinlikli “ibadet” şeklidir. Gerçek anlamda tutarlı ve insanı iyiliğe döndüren köklü bir öz eleştiri, insan benliği için en büyük savaş ve terbiyedir. İnsan kendi özündeki eksiklikleri, kendini parçaladıkça aşar ve yaralarını örtmeden, kendini arıtıp pişirerek yani yeniden bütünleştirerek erdemli ve onurlu yaşayabilir.
Başka insanları katlederek cesaret kazanılmaz. Cesur olmanın esası, insanın kendi içindeki eksiklik ve zaafları öldürmesi, kendi gerçekliğiyle yüzleşmesi ve zaaflarını aşabilmesidir. Gerçek cesaret, insanın kendi nefsine yönelebilmesidir. Bâtıni/Alevi inancın bu ahlaki/töresel duruşu; insanlaşmanın ve insan olarak kalabilmenin temelini oluşturur.
Alevilerin büyük çoğunluğu, her zaman bir devlet ve iktidar kurucusu olmaktan ve bir devlete kulluk etmekten, bulaşıcı bir hastalıktan kaçar gibi kaçmışlar, iktidar ve devlet dışı bir toplum olarak kalmaya özen göstermişlerdir. Aleviler, zora dayalı iktidarın kullanma/kullanılma ilişkisini, alt ve üst yapıda kurmasından rahatsız olmuş ve iktidarın, insanı basit bir araca indirgemesine, insanı araçsallaştırılmasına, insan olmanın amaç olmaktan uzaklaştırılmasına hep karşı çıkmışlardır. Bu anlamda insanın kendi doğasına yabancılaşması, Alevilikte en büyük çöküş, felaket, ayıp ve “günah” olarak algılanır.
Alevilerde insani ilişkilerin hiyerarşik olma boyutu ve hiyerarşinin zorunlu sanılan ağı aşılmıştır. İnançlarını koruyan Aleviler, iktidarlaşma denilen bulaşıcı hastalığın toplumsal bünyelerine ve bireysel hırslarına karışmasına izin vermezler. Çünkü Aleviler, zora, baskı ve tahakküme dayalı iktidarlaşmayla, insani, vicdani, akli değerlerin yaratılmadığını, aksine insani değerlerin iğdiş edilip, gasp edildiğini ve tüketildiğini iyi bilirler. Aleviler, devletin kaynağında barışçıl bir toplumsallığın ve insani aklın değil, savaş ve kıyımın baskıcı otoriter aklının yattığını sezmişler, devletçi hiyerarşik ilişkilere karşı, kendi içlerinde demokratik, etik ilişkileri koruyarak, insani doğal özlerini savunmuşlardır.
Devletin tahakkümcü otoritesiyle, özgürlükçü bir toplumsallaşmanın, yaşam köklerinin hiç uyuşmadığını kavrayan Alevi toplumu, tamamen özgürlük ve gönüllük temelinde kurduğu, içselleştirip koruduğu, doğal gönüllü hiyerarşi sayesinde, kendi içinden çıkacak bir canavarlaşmaya ve barbarlığa, asla izin vermemiştir. Çünkü Alevi toplumu, iktidarlaşan/devletleşen her gücün, önce kendi çocuklarını yiyen bir canavara dönüştüğünü en acı deneylerle görmüş ve devletin tarih sahnesine çıkıp, insanlığın doğal toplumsal gelişimine bencil çıkarlar temelinde engel olmasını hiç bir zaman hoş karşılamamıştır.
Kadim çağlardan süzülüp gelen Alevi inancı; insanlığın tüm barışçıl, kadıncıl, eşitlikçi değerlerini, hoşgörü temelinde ortaklaştırmış ve bu değerleri, genel toplumsal hafızada korumuş ve sözel kanallardan günümüze kadar gelişimini güncelleyerek bugüne taşımayı başarmıştır.
Alevilik, toplumun; doğayla sürdürülebilir bir ilişki içinde kalabilmesini ve her varlığın, birbirleriyle uyum içinde kalarak varlıklarını devam ettirebilmesini hedefler. Bu ilişkinin, karşılıklı olduğunu ve diyalektik bir doğallık ve sarmal çokyönlülük içinde sürdürülebileceğini bilir. Alevilik; kendi içinde tahakküm ve istismarı barındırmayan, toplumdaki dayanışma ve paylaşım için faydalı olan unsurları, cemlerinde doğrudan demokrasiyle belirleyen, ahlaki-vicdani bir sistemdir. Alevi toplumunun doğal yaşamı, insanların her birinin kendi ahlaki onurunu, yaşadığı toplumla özgürce ortaklaştırdığı ve insanların ortak emekleriyle birlikte ördüğü bir örgü, bir ağ gibi açılan doğal bir yaşamdır. Bu ortak örgünün hassas ilmeklerinde, insanlığın özgürlükçü rıza temelinde varolan paylaşımcı özünü korumaya yönelik, gerçek ve doğal yardımlaşma destanlarının bulunduğu nice eşsiz değerlerin adaletli bir bütünlüğü vardır.
Aleviliği ve Alevi toplumunu, zora dayalı devlet çatısının altında basit bir eşitlenme isteğine ve bu amaçla politik ve ekonomik bir iktidar mücadele-sinin peşine takmaya çalışanlar, tarihsel süreç içinde kendi toplumlarının dışına düşmeye mahkûm olmuşlardır. (*2) Çünkü Aleviliğin kendi özü itibariyle, bu tarz çarpık ve çıkarcı bir ilişkilenmeye, devlete eklemlenmeye ve devlete öykünmeye ihtiyacı yoktur. Tarih boyunca Alevi düşüncesinden güç alarak kurulan ve başlangıçta Bâtıni felsefeyi savunan kimi devletlerse, açıkçası kurulduktan kısa bir süre sonra, devletleşmenin özünden kaynaklı olarak zorunlu bir biçimde, kendi doğal toplumlarına yabancılaşmak durumunda kalmışlardır. (*3)
Dinin özgürlükçü, paylaşımcı özünü çarpıtan ve dini, özgürlük ve paylaşım amaçlı değil de toplumda tahakküm ve istismar kurma amacının basit bir aracına dönüştüren resmi-kitabi devletçi din anlayışları, elbette dinin bu saf özünü korumayı hedefleyen Alevi inancını baş düşman olarak görür ve tanıtırlar. Aleviliği, devletçi dinin gözünden ve dilinden değil, halkların kadim dostluğunun dilinden dinlemek ve öyle anlamak gerekir. Aleviliği; iktidar kurucu, kıyım, katliam pratiklerinin öncelinden ele almazsak anlamsız kılarız ve toplumsal-ilahi mesajın özünü kaybederiz. Bu öz bizlere, tüm insanlığın özgürlükçü rıza kültürüyle ve evren-doğa-insan bütünselliğini bozmayan ortak değerlerle bütünleştiği ilk doğal-ortaklaşmacı dönemden beri, insanı insan yapan paylaşımcı, dayanışmacı, eşitlikçi değerleri, nasıl daha kuvvetli savunmamız gerektiğini hatırlatır. Aslında çarpıtılmadan önce semavi-kitabi dinlerin esası ve özü de yalın olarak sadece bunlardan ibarettir. Hz. Muhammedin tam bir rıza ve ikna mekanizmasını işleterek hayat verdiği ‘Medine Sözleşmesi’ ise bu gerçeğin en açık ifadesidir.
Toplumda antikapitalist kimliğin oluşumu, denilebilir ki en rahat ve doğal tarzda yoksul Alevilerin yaşamlarında filizlenmiştir. Çünkü Alevilerin yaşamı, ezelden beri toplumsal değişim ve dönüşüm rüzgârlarının çıkış kaynağıdır ve toplumsal, tarihsel değerlerin en korunaklı limanları, Alevilerin yaşam alanları olmuştur. Her yoksul Alevi, özgürlüklerden ve paylaşımdan yana en doğal müttefiktir ve toplumda yeni olumlu değişimlerin biriktirildiği mevzilenmelere en yakın kişidir. Çünkü kendisini bu kimliğe yaklaştıran ve hazırlayan doğal demokratik bir ortamda doğmuştur ve yaşam ilkelerinde gösteriş ve ihtişamdan uzak yalınlık ve sadelik, ortak bir onur olarak korunmaktadır.
Öte yandan Aleviliğin tarihsel direnişçi ve özgürlükçü özü, kimi ‘sol’ anlayış ve yapılar tarafından, kaba retçi bir tutumla “din, topyekûn gericiliktir” denerek törpülenmiştir. Burada elbette açıkça sormak ve din algısını sorgulamak gerekir. Hangi Din? Ezilen yoksulları koruyan özgürleştiren din mi? Yoksa iktidar kurucu olan ve ezenlerden yana tutum alan tahakkümcü şirk dini mi?
Bu anlamda Aleviler, hem inançlarının tarihsel özgürlükçü dinamiklerini savunmakta hem de onu güncelleyerek antikapitalist bilinci korumaktadırlar. Bu duyarlılıkları nedeniyle, günümüzdeki antikapitalist Müslümanları daha iyi anlayan ve onlara daha yakın duran bir kesimi oluşturmaktadırlar.
Bizim anlayışımıza göre bir devletin, tek bir dine veya tek bir mezhebe bağımlı kılınması dünyada kalıcı bir parçalanma ve dolayısıyla adaletsizlik doğurur. Devletler, kendince dindar nesiller üretmekle mükellef değildirler. Arzuladığımız devlet, evrensel insan hak ve özgürlüklerini koruyan, farklı inançlara ve farklı yaşam biçimlerine eşit yaklaşan ve bu mantıksal tutarlılık içinde yapılanan adalet eksenli bir devlettir. Devlet, bir kere özgürlükler ve inançlarda ayrımcılık yapmaya başlarsa ve birilerine, birilerinden daha fazla üstünlük ve ayrıcalık tanımaya başlarsa, toplumsal adaletin terazisi kökten bozulur. Adaletsizleşen bir devletin kayırmalarına yaslanarak, servet ve mal biriktirenler ve insanlarla biriktirdikleri bu malı paylaşmaktan kaçınanlar, Kur’an’ı-Kerim de aslanın kükremesinden ürken eşeklere benzetilmişlerdir.
Sosyalistler, liberterler ve siyasal İslamcıların bilinçaltında, Aleviler; çoğunlukla düzenin destekçileri ve payandaları gibi algılanmaktadır. Öte yandan ne acıdır ki sosyalistler, liberaller ve siyasal İslamcılar her zaman Alevileri yedeklemeye ve hazır bir kuvvet veya oy deposu gibi görmeye de meyillidirler. Unutulmamalıdır ki birçok algının kurgulanıp üretildiği ve yönetildiği algı merkezleri, otoriter devlet odaklarıdır. Bu anlamda Alevilere yaklaşım, bir iki kuru söz ve eylemle onların acılarını paylaşmaktan ya da gösteri ve yürüyüşlerde ya da cem evi açılışlarında görünmekten ibaret olmamalıdır. Bu kesimler, son tahlilde kurmayı düşledikleri eşitlikçi iktidar zihniyetleriyle, Alevi toplumunun tarihsel muhayyilesi arasında, gerçekten samimi, içten ve gerçekçi bir bağ kurmak istiyorlarsa, bu kurgusal algı çemberinin dışına çıkmalıdırlar.
Devletçi, fesatçı ve ikiliği besleyen algılar aşıldığı anda, daha tutarlı ve adaletli bir bakışa evrilmek mümkün olacaktır. Bu evrilme sürecine, İslam coğrafyasında ve İslam tarihinde 168 kez zalim iktidarlara başkaldıran ve özgürlükçü adaleti korumayı başaran Alevilerin onurlu direniş tarihlerini daha yakından incelemekle başlanabilir. Bugün ‘Cellatlarına tapıyorlar’ diyerek Alevileri küçümseyenler, Alevi inancındaki derin batini kavrayışı ve gönüllü sevgi/saygı kültürünü kendilerine örnek alıp, örgütsel ve günlük yaşamlarında gönüllü hiyerarşiyi ve doğrudan demokrasiyi ete kemiğe büründürseler, adaletli bir özgürlüğe gerçek anlamda daha da yaklaşmış olurlar.
Devletsiz ve dinsiz bir toplumu doğrudan ve hemen arzulayan liberterlerin bir kesimi ise Alevi ocaklarının ve dedelerinin gönüllü hiyerarşisini bile gereksiz ve asalak bir oluşum olarak görmekte ve cem evlerinin; gelecekte, tıpkı diğer ibadet merkezleri gibi toplumsal uyum, bütünleşme ve özgürleşme için kalıcı bir engel oluşturabilir endişesi taşımaktadırlar. Hâlbuki özgürlük ile adalet arasındaki hassas dengeyi koruyabilmek ve toplumda farklı inançların, farklı kültür ve yaşam tarzlarının özgürce yaşayabilmesini sağlayabilmek için, Alevi düşünce ve dayanışma tarihinden, her kesimin çıkarıp özümsemesi gereken dersler vardır.
Bu derslerden ilki: Özgürlük ve adalet arasındaki eşitliği dikkatle korumak için, gönüllü hiyerarşinin, yani karşılıklı rıza kültürünün; itaat kültürü yerine, toplumda en doğal reflex haline gelebilmesinin zorunluluğudur. Gönüllü hiyerarşinin önünün her zaman açık tutulması ve bu ilkenin, toplumsal yaşamda bir ön koşul olarak ele alınması önemlidir. Çünkü Alevilerin, tüm insanlığın eşitlik ve kardeşliği yani insanlığın özgür birlikteliği için üzerinde en çok durdukları temel nokta budur.
İkinci ders ise: İktidar kurucu hale dönüşmüş ve egemen otoritenin dilini konuşan, kılıcını kuşanan inançlarla, Alevilerin özgürlükçü toplumsal yaşam inançlarını ayrıştırmak ve yılanla ceylanı bir çuvala koymaktan mutlaka vazgeçmektir. Aleviler, Hz Alinin çift başlı kılıcını Anadolu yaşamında tahta kılıç eylemişler ve cihadı; kılıçla kan dökerek değil, gönülden gönüle rızanın yolunu açarak yapmayı seçmişlerdir.
Alevilere, geçmiş İslam tarihinde en yakın kesim, “İslam Komüncüleri” denilen kesimlerdi. Bugün onların düşünsel mirasına en yakın olanlar ise köleliğe, zorbalığa ve eşitsizliğe karşı çıkan antikapitalist toplumcu İslamcılar ve bütün paylaşımcı eşitlikçi güçlerdir.
_______________________________________________
(*1) Hz Muhammed’in Medine’de, Medine Sözleşmesi ile gerçekleştirdiği toplumsal barış ve dayanışma toplumu, rıza ve sevgi toplumuna bir örnektir. Medine’nin bir “Rıza şehri” haline gelmesi, farklı kesimlerin buluştuğu bu toplumsal sözleşme sayesinde mümkün olmuştur.
(*2) Mustafa Timisi’nin Birlik Partisi ve Haydar Veziroğlu’nun Barış Partisi deneyimleri, bu anlayışlara küçük çaplı örneklerdir.
(*3) Fatimiler, Gazneliler, Safaviler vb. kastedilmektedir. İslam Komüncüsü ve otonomist olan İsmaili-Nazariler ve Bâtıni Karmatiler, bu kategorinin dışında ve farklı bir konumda değerlendirilirler.