İnsanın itaat ederek, dünyevi bir otoriteye boyun eğmesi ve yaşamsal olan doğal özgürlük alanlarından birbiri ardınca tavizler vermesi, kendi doğal varoluşunu ve yaşam döngüsünü giderek bozması, kendine ve doğaya yabancılaşması geçilmesi zorunlu bir durak değildi.
İradi olarak başlatılan bu bozuluş ve çözülüş süreci, insanın fıtratına, inancına ve doğanın döngüsüne en zalim müdahaledir. Özgürlük alanlarının daraltılıp iktidar alanlarına dönüştürülmesi, insanın doğallığının bozulması ve çürütülmesiyle başlatılmıştır.
İnsanın kurt mu kuzu mu olduğu ikileminden kurtulmak, doğada sadece güçlülerin yaşayabildiğini savunma mantığını ve insanın yaradılıştan kötü ve yıkıcı olup olmadığı konusundaki şüpheyi çürütmek gerekir. Eğer insanlık tarihini, devletçi erkek egemen bir mantıkla ve sınıflar arası savaşların tarihinden başlatırsanız ve ayrıca yüz binlerce asır süren kadın eksenli barışçıl dönemi görmezden gelirseniz, toplumsal zihniyette şeytani kuşku ve vesveselerin oluşmasına daha en baştan zemin hazırlarsınız. İnsanlığın içinde; sen ben kavgası yürütülmesine ve sürekli ikilik oluşturulmasına yol açarsınız. “ İnsanlık tarihi kanla yazılmıştır. İnsan, zaten doğuştan yok etme eğilimi taşır. Şiddet ve güç kullanmayı gerekli görmesi insanın özünde vardır” gibi iddiaları doğrulamış olursunuz. Böylece ne acıdır ki, insanın arzu ve istencini kırmak için şiddetin şaşmaz bir biçimde uygulandığı bu kanlı tarihi aklamış, kadının; insanlıkla bütünleştirdiği barışçıl ilişkilerini, insanlığa unutturmak için uydurulmuş yalanlara boyun eğmiş veya bu yalanlara ortak olmuş olursunuz.
İnsanlar, tıpkı bir ‘melek’, bir kuzu gibi tertemiz doğarlar ve kötülük nedir bilmezler. Kötülük veya iyilik, insanlara sonradan çevresel, toplumsal, tarihsel koşullarla aşılanır. Böylelikle insanlar, kuzulaşarak barış yanlısı ya da kurtlaşarak savaş yanlısı bir bakış ve duruşa ulaşırlar. İçlerine doğdukları psikolojik ortam ve sosyolojik çevre, yani acımasızlıkla insanları kuşatılan kural ve koşullar, onlara kötülüğü, öldürmeyi, köleliği ya da iyiliği ve paylaşımı aşılar. İnsani özlerine tekrar bulmalarına ya da insani ve vicdani özlerine giderek yabancılaşmalarına neden olur.
Elbette ilk topluluklar da, doğal savunma ve güvenlik duygusundan dolayı, gereksinimlerini gelecek için güvence altına alabilmek için doğa ve geçim kaynakları üzerinde egemenlik kurmaya çalıştılar. Bu amaçla verimli olan, aynı beslenme alanları için birbirleriyle kıyasıya savaştılar. Bu savaşlar, basitten karmaşığa doğru giderek daha planlı, kolektif ve örgütlü bir hal aldı. Doğada görece “kıt” olarak bulunan belli kaynakları tüketen hayvanlarla aynı kefede görülen öteki topluluklar da birer hayvan gibi görülüp avlanmaya başlandı. Bu kıyımlar, kan gütme kültürünü yaratmış ve toplulukların belleğine kazınarak mitoslarla kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Yabancı düşmanlığı ve yabancılara karşı güvensizlik, bu olgulardan bugüne miras kalmıştır. Ayrıca topluluklar arasında ekonomik amaçlı olmayan, sadece saygınlık, yüceltilme ve itibar amaçlı olan kavgalarda vardır. Bu anlamda sınıfsız ve mülkiyetsiz toplumlarda da kendi iç çelişkilerinden dolayı; şiddet, farklı nedenlerle sınırlı ve denetimli olarak açığa çıkmış ama giderek farklı amaç, hedef ve boyutlara ulaşmıştır.
Şiddet ve savaş, organik evrimimizin bir ürünü değildir. Canını, varlığını savunma amaçlı şiddet doğaldır. Savunma amaçlı şiddet, toplumda yüz binlerce yıl kalıcı ve hâkim öğe olarak kalmış fakat saldırgan ve kıyıcı bir şiddete dönüştürülmemiştir. İnsanlarda, insanları saldırganlığa yönelten bir “saldırganlık veya öfke geni” ya da siniri yoktur. Öfke ve şiddet gösterisi sırasında adrenalin salgısının artması gibi bazı fizyolojik değişiklikler olsa bile, insanın salt kavga işlevi gören özel bir organı da yoktur. Savaş psikolojisinin nedeninin fizyolojik olduğundan söz etmek yanlıştır. Bu bizi bir takım seçilmiş, özel toplulukların, özlerinde savaşçı bir karakter taşıdıkları ve diğer pasif, edilgin toplulukları, korku ve şiddetle baskı altına alabildikleri görüşüne sürükler. Bu erkekçil mantık, son tahlilde bizi, sibernetik çağında siborg askerlerden oluşan saldırgan bir ordunun, yenilmez bir güç olduğuna inanmak zorunda bırakır.
Her tür haksız şiddetin karşısında boyun eğmek ya da sefil korkularla bencil çıkarların bir gereği olarak şiddete ortak olmak, en büyük onursuzluktur. Bu onursuzluklar sayesindedir ki saldırgan ve sömürgen şiddet daha da meşrulaştırılır. Bir şiddet aygıtı, teknik olarak ne kadar üstün hale gelirse gelsin onu kullanacak olan gene bir insandır. Yeryüzünde gereksinim duyduğunda şiddete bulaşmamış pek az topluluk vardır ve haksız şiddet ve saldırganlığa karşı toplumsal tarih, direniş destanlarıyla doludur. Sonuçta önemli olan, şiddetin kime ve neye hizmet ettiğidir.
Tarihsel gerçekliğin değişimi süreklidir. Yeryüzünde tarıma elverişli arazilere yerleşerek, tarıma geçen halkların, hayvan sürülerinin peşinden giderek göçebe çoban hayatı yaşayan halklar tarafından kuşatılması söz konusu olmuştur. Tarım Kasaba ve kentlerini kuranlarla, sürülerini besleyen göçebeler arasında anlaşmazlıklar başlamıştır.
Tarihte ordunun erkeklerce kurulduğu, kadınların bu ordulara asker doğurmaktan başka bir işlevlerinin bırakılmadığı açıktır. “Taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmayacak” sözüyle övünç duyan ordular yaratılmıştır. Gerçek şu ki saldırgan şiddet, tapınılan bir tanrı düzeyine bilinçli aşamalarla getirildi. Ortaklaşmacı, barışçıl toplumda bir insan kendini savunmak için bile olsa, aman dileyen bir başka insanı öldürmezken, köleci saldırganlık döneminde insanların tanrılara kurban edilmesi için dev tapınaklar inşa ettirildi. Bu geçiş süreci, aklın, hayalin sınırlarını aşacak derecede şiddet temelli bir süreçti. Kötülüğün/şeytanın yalancı dili, günahları yarattı ve yasaklanmış sınırları çizdi. Bu aşamadan sonra insan hayatlarına sınırlar çizildi ve toplumlar arasında duvarlar örüldü. Kentlerin çevresine kazılan hendekler insanların kendi çevrelerine kazdıkları hendeklerle süregeldi. İnsanlık yalnızlık ve yalnızlaştırma ile tanıştı. Önce analar/kadınlar bu sınırlara hapsedildi. Saygınlıkları yok edildi. Sınırsız ve duvarsız bir yaşam hayalini kurmak bile suç oldu. Birçok ortak yaratılan sözcük hafızalardan silindi, dillerden koparıldı. O günden beri hareketlerimizde ve sözlerimizde hep bir sınır var. Sınırı aşmak isteyene, diğerleri “kendini boşa harcayan bir enayi” gözüyle bakıyorlar ya da “işte yine bir maceraperest” diyorlar. Bu çıkış da kurtuluşa ulaşamadan bertaraf olur kanısıyla, sahneye çıkma cesaretini gösterenleri sadece izliyorlar. Ve aslında yaratılan şiddete, tribünlere alınıp seyirci kalanlar, bu şiddete, vicdanları, zihniyetleri ve umursamazlıklarıyla ortak oluyorlar.
Tarihsel bakımdan değişime uğrayan ve yeni toplumsal kimlikler kazanan topluluklar oluştu. Toplumlar; birbirini etkileyen pek çok koşulun el vermemesi nedeniyle ve birbirlerine göre tarihsel bakımdan gecikmiş veya geciktirilmiş ve birbirlerinden ne kadar geride kalmış olurlarsa olsunlar yani toplumların aralarındaki mesafe aşılamayacak kadar büyümüş olmakla birlikte, yine de genel olarak insanlık, kendi bilincine varma yolunda sürekli ilerliyordu. Yalnız bu ortaklaşan insanlık bilincinde, kötülüğün mayasını oluşturan sahiplenme ve rekabet hırsı, ortaklaşan iyiliğin çekirdeğini kırıp parçalamaya başlamıştı.
Ortaklaşmacı toplumların devletten yoksun olması, çok önemli bir değer yargısını gizler. Aydınlanmacı düşünürler, bütün toplumlar için devletin vazgeçilmez olduğunu söylerler. Bunun sonucunda, ortaklaşmacı toplumlar, gelişmelerini tamamlamamış olduklarından dolayı “uygar” toplumlar sayılamazlar yargısı hâkim kılınır. Öyleyse tarih tek yönlüdür ve hiçbir toplum, zorunlu sayılan bu tarihsel gelişme yolundan, “uygarlığa” uzanan evreleri geçmekten kaçamaz. O halde “Uygarlığı, devlet yaratmıştır. Uygarlığı, devletle başlatmak gerekir.” gibi yargıların doğru olduğuna inanmamız gerekir.
Peki, bugün bile hala devlet gibi karmaşık bir şiddet aygıtına gereksinim duymadan, ya da saldırgan şiddetten arındırılmış tırnak içinde bir “devletle” yaşayabilen toplumların varlığını nasıl açıklarız? Kapitalist devletlerin, ‘uygar’ toplum karşıtı ‘vahşi’ toplum saydıkları bu toplumların yönetim biçimi, neden görmezlikten gelinir? Denir ki, devletin eksikliğinin yarattığı acıyı hissetmek gerekir. Devletsiz toplum düşünülemez ya da devlet, bütün toplumların değişmez yazgısıdır. Nasıl keskin inançlar, inananın içine işlemişse, ta ezelden beri “toplum, devlet içindir. Toplumun güvenliğini devlet sağlar.” yargısı da hepimizin içine/bilincine öyle işlemiştir.
Ortaklaşmacı toplumlar, her zaman devletten, yazıdan, tarihten, pazar için üretimden yoksun toplumlar olarak, yani bu eksikliklerinden yola çıkılarak tanımlanmıştır. Ortaklaşmacı toplumları, içinde yaşadığımız dünyadan bakarak, kendimize bakarak, karşılaştırma yaparak yargılamamız, onları kendi yarattığımız ‘uygar’ değerlerin onlarda eksik olduğu iddiasıyla onları yargılamamızdır. Üretim fazlası yaratıp pazara sürmeyi veya pazar için üretim yapmayı bilmemeleri, teknik alt yapılarının yetersizliği ve teknolojik gerilikleri, artı-değer üretme gücünden yoksun olmaları gibi ‘üstünlüklere ve ayrıcalıklara’ sahip olmamaları; onların hor görülmeleri için yeterli sebepler olarak görülür. Bu mantık, barbarlıkta gelişmiş hiyerarşik-devletçi uygarlığı aklamaya ve onu, bir zorunluluk ve gereklilik içinde göstermeye çalışmak demektir. Bu mantık, tarihsel anlamda gelinen noktanın nedenlerini, neden toplumlar arasında böylesi derin uçurumların oluştuğunu açıklamaktan kaçınır ve gerçeklerin üstünü örter. Çünkü açıklanan gerçekler, zorbalığın maskesini düşürecektir.
Bizim doğal, organik ve canlı toplumlar dediğimiz, egemen ideolojinin ise ilkel, vahşi toplumlar dediği, ortaklaşmacı toplumlar, teknik deyince, doğal çevre üzerinde, uyumlu ve ihtiyaçlara en uygun tarzda bir egemenlik kurmanın daha insani ve doğal olduğuna inanırlar. Doğa ile uyum içinde, adeta onun dengesini bozmadan, ona katı ve düşmanca davranmadan yaşamanın yöntemini yaratan teknikler yeterlidir.
Ortaklaşmacı toplumlar, doğayla yaşamı paylaşırlar ve eğer “bir teknik gelişme, doğanın özünü bozuyorsa, o teknik insan toplumunun da iyiliğine hizmet etmez” inancındadırlar. Uygar denilen toplumlar ise, doğa üzerinde mutlak bir egemenlik kurulmasını isterler ve bunun için her türlü çılgın teknik gelişmeyi örneğin nükleer santralleri, dev barajları gerekli ve mubah sayarlar. Aslında insanın ve toplumun doğasıyla, özüyle henüz oynanmadığı bir döneme tekabül eden doğal toplumların, teknik geriliğinden bahsetmek olanaklı değildir. Kendi ihtiyaçlarını karşılamak konusunda doğal toplumların ulaştığı teknik düzey, sanayileşmekle övünen toplumlar kadar yeterlidir. Her toplum, yaşadığı ortam üzerinde, ihtiyaçlarına yetecek kadar bir egemenlik kurmayı başarır. Bugüne kadar hiçbir toplumun, sadece baskı ve şiddet kullanarak, egemen olunması olanaksız bir doğaya yerleştiği görülmemiştir. Teknik düzeyde bir hiyerarşiden, üstün ya da geri teknolojiden söz etmek yanlıştır. Teknik bir araç, ancak belirli bir ortamda, toplumun ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığına bakılarak değerlendirilir. Teknolojileri değerlendirecek soyut ölçüler yoktur. Bir toplumun teknik donanımı, farklı bir toplumun teknik donanımıyla doğrudan doğruya karşılaştırılamaz ya da karşılaştırılarak değerlendirilemez. Tüfek ile yayı birbirinin karşısına koymanın ne anlamı olabilir? Doğal-organik toplumların teknik bilgisi, teknik donanımı, toplumun varlığını sürdürmesine olanak vermektedir ve bu teknik donanım, topluluk üyelerinin yaşamlarını sürdürecek kadar bir üretimi sağlayabilmektedir.
Doğal-organik toplumlarda, bugünkü “uygar toplumlardaki gibi bir çalışma zorunluluğu ya da baskısı yoktur. Doğal toplumlar, çalışmaya az zaman ayırırlar ama açlıktan da ölmezler. Doğal toplumların ekonomik yaşamı, öncelikle tarıma, daha sonra avcılık, balıkçılık ve toplayıcılığa dayanıyordu. Belli bir tarım alanı, dört ila altı yıl arasında değişen bir dönem boyunca sürekli kullanılıyordu. Bu tarım alanı, daha sonra toprak veriminin düşmesi ya da imhası zor bir parazitin toprağı istila etmesi yüzünden bırakılıyordu. İşin erkekler tarafından yapılan önemli kısmı, taş baltalar ve ateşle gerekli tarımsal alanı açmaktan ibaretti. Yağmur mevsiminin sonunda yapılan bu çalışma, erkekleri en fazla iki ay meşgul ediyordu. Bundan sonraki tarım faaliyetleri, ekim, çapalama, hasat, kadınlar tarafından yapılıyordu. Erkekler yani nüfusun yarısı, dört yılda bir iki ay çalışıyorlardı. Geri kalan zamanda sadece canları istediğinde avlanıyor, balık tutuyor, şenliklere katılıyor ve savaşçılık tutkularını tatmin edecek fırsatlar kolluyorlardı. Doğal toplumlarda çalışma süresi dört saatten azdı. Günümüzde yaşayan son ilkel halklar üzerinde yapılan araştırmalarda da bu veriler doğrulanmıştır.
Doğal toplum insanı, hayatta kalabilmek için, zamanını sürekli yiyecek aramakla geçirmiyordu. Yaşamını sürdürmek için gerekli ve yeterli olanı, kısa bir sürede çalışarak elde edebiliyordu. Bu bir geçim ekonomisiydi ve bu bağlamda, doğal, ya da “ilkel” sanılan bu toplumların yoksul oldukları iddiası, havada kalmaktadır, nesnel/objektif bir yargı değildir. Doğal toplum insanının, isterse maddi üretimi arttırmak için yeterli bir zamanı vardı. Ama kendilerine sağlayacakları ürün fazlası ne işlerine yarayacaktı? İnsanlar, ancak zor kullanılarak, mecbur edilerek gerekli olandan fazla çalıştırılırlar. Doğal toplumda olmayan da işte bu zorlamadır. Bir ek ürün, fazla ürün elde etmek için çalışma zorunluluğunun olmaması, doğal toplumların esas özünü, ölçütünü oluşturur. Doğal toplumların ekonomik örgütlenme tarzı, doğal geçim ekonomisi, yeterli gereksinimlerin dışına taşmama ekonomisidir ve bu anlamda akılcı, sade ve insanı yıpratıp yabancılaştırmayan bir ekonomik örgütlenmedir