- Figânî ve Nef’î
Şiir yazdığı için öldürülen pek çok şairden biridir. Latîfî Tezkeresi’ne göre İsfehan’da klasik medrese eğitimi alırken tıp eğitimine yönelir, şiire merak sarar ve zamanla kuvvetli bir şair olur. Kânûnî devrinde Belgrad seferinde Budin kalesinden getirilen tunçtan yapılmış Herkül ve Apollon heykelleri At Meydanı’na dikilince Vezir İbrahim Paşa’yı eleştirmek için “Bu dünyaya iki İbrahim geldi/Biri put kırdı, diğeri put dikti” mısralarını yazınca kalemi kırıldı.[1]
IV.Murat devrinde Nef’î Sihâm-ı Kazâ (Kazâ Okları) şiiriyle devrin önemli devlet adamlarından olan Bayram Paşa’yı eleştirince Paşa’nın adamları tarafından boğulup İstanbul Boğazı’na atılır. Figânî ile Nef’î örnekleri istisnâ örnekler değil, sadece târihe mâl olmuş meşhur örneklerdir. Osmanlıda eleştiriye, düşünce ve konuşma özgürlüğüne gösterilen tahammülsüzlüğün ilginç bir örneğidir her iki şâirin öldürülmesi.
10.Müderris Abdurrahman
İstanbul Behram-Kethüdâ medresesinde dersler veren Sarı Abdurrahman, Macar asıllı bir Sünnî müderristir, ancak âyetleri yorumlama biçimi farklıdır. Fikirleri nedeniyle Sünnî ulemâ tarafından suçlanır, Divân-ı Hümâyûn’da Rumeli kazaskeri Ahi-zâde Efendi ile Anadolu Kazaskeri Hoca-zâde Esat Efendi gözetiminde sorgulanır. Müderris Sarı Abdurrahman, divandakilerle tartışır ve düşüncelerinden dönmez. “Tövbe edip kurtul.” çağrısına boyun eğmez.[2] Müderris Abdurrahman’ın “Ölüm sonrası haşir, cennet ve cehennemin anlatılagelen biçimde olmadığını düşünmesi; kıyâmet âyetlerinde te’vile gitmesi, ‘Dağlar o gün atılmış renkli yün gibi olur.’[3] âyetinin insanların düzenlerinin bozulmasını kastettiğini söylemesi, hiçbir şeyin yok olmayacağını düşünmesi” onu dinden çıkaran ve öldürülmesine gerekçe gösterilen fikirleridir. Bu düşünceleri nedeniyle zındık ve mülhid kabul edilen müderris, 27 Ekim 1602’de Sünnî şeriat çerçevesinde yapılan yargılama sonunda derhal katledilir.[4]
11.Halk Şiirinden Yükselen Başkaldırı[5]
Osmanlıya karşı gerçekleşen isyanların gerekçesini dönemin saz şairlerinden ve anonim eserlerinden okuyabiliriz. Bunlara iki örnek vermek yeterlidir:
11.1. Anonim Şiirler:
Şalvarı şaltak[6] Osmanlı
Eğeri kaltak[7] Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı
Yukarıdaki dörtlükte Osmanlının ekip biçen, emek veren çiftçilerin malına göz dikmesi, emekte yokken yemekte ortak olması eleştirilir. Aslında sarayı beslemek istemeyen emekçi halk, sırtından saray yükünü atmak ister. Bu nedenle onu kaltağa benzetirken şalvarıyla hava atan emeksiz, bedavacı, sömürücü kitle olarak görür.
Âlemi yaratan, yetiş imdada
Katı çok bunda kaldı fukarâ
Günden güne oldu zulüm ziyâde
Bir acaip halde kaldı fukarâ
Osmanlıya karşı Tanrı’dan yardım isteyen halk, yüksek vergiler nedeniyle ezildiğini, fakirleştiğini; vergilerini ödeyemediği durumlarda ise baskı ve dayatmalara uğradığını dile getirir.
Hâneye dokuz yüz düştü salyana[8]
Şüphe yok eriştik âhir zamana
Niceler muhtaç oldu aziz nana[9]
Elleri koynunda kaldı fukarâ
Halkın yüksek vergiler nedeniyle bir lokma ekmeğe muhtaç hale geldiği, ertesi yıl ekecek tohumluk bulmaktan vazgeçtiği, sofrasına gelecek ekmekten mahrum kaldığı anlatır. Sarayı beslemekten halkın anası ağlamaktadır.
Bütün malım aldın ey kanlı zâlim
Şikâyet ederim Hüdâ’ya seni
Garip mecnûn gibi perişan halim
Şu fani dünyada ağlattın beni
Demirden kuşluk öşürcüler[10] geldiler
Zâhirem[11] samanım bütün aldılar
Bir tek yaba[12] ile beni saldılar
Yukarıdaki mısralarda halkın öşür vergisinden[13] bıktığı, gelecek yılın tohumluğuna kadar her şeyini kaybettiği; halka tarlada çalışması için sadece bir tarım aletinin bırakıldığı anlatılır. Halk çaresizlikten kan ağlar ve durumunu Tanrı’ya şikayet eder.
Ki beyler başladı zulme
Ve rağbet kalmadı ilme
Gözün ağla hiç gülme
Zaman âhir zaman oldu
Alırlar kadılar rüşvet
Edip müminlere himmet[14]
Fakire yoktur şefkat
Zaman âhir zaman oldu
Yukarıdaki dizelerde bilginlerin değer kaybettiği, bilime değer verilmediği, kadıların rüşvet aldıkları, yoksullara karşı devletin acımasız yüzünün gösterildiği söylenir ve kıyâmetin yaklaştığı vurgulanır. Buradaki kıyâmet isyan, toz duman, ölüm ve yıkım süreçleridir.
11.2. Dadaloğlu
Belimizde kılıcımız kirmani[15]
Taşı deler mızrağımızın temreni[16]
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Aşağıdan akça sığın[17] ötünce
Katar[18] başı mayaların sökünce
Şahtan Ferman Türkmen eli göçünce
Kaypak Osmanlılar size aman[19] mı?
Dadaloğlu, Yörük-Türkmenlerin Osmanlıya karşı olan hıncını seslendirir. Özellikle “Ferman padişahın dağlar bizimdir.” mısrasıyla padişah emrine karşı başkaldırdığını dile getirir. Dadaloğlu’nun dilinde Osmanlı kaypaklığın simgesidir ve Osmanlı bir gün Yörük-Türkmenlerden kurtulmak için yardım çığlıkları atacak, merhamet dilenecektir.
_______________________________________________________________________
[1] Latîfî, Latîfî Tezkeresi, Hazırlayan: Mustafa İsen, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990.
[2] İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi (6 Cilt), Doğu Kütüphanesi Yayınları, 2011. 3. Cilt, Türkiye Yayınları, İstanbul, 1950.
[3] Kâri’a, 5.
[4] Mustafa Efendi Naima, Naima Tarihi, Çeviren/Sadeleştiren: Mehmet İpşirli, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2009.
[5] 16.yüzyılda yazılmış anonim bir şiir.
[6] Şaltak: Yaygaracı, gürültücü, çığırtkan, kavgacı
[7] Kaltak: Eyerin tahta bölümü. Geleneksel argo kültüründe herkes ile serbetçe yatıp kalkan kadın için kullanılır. “Yüksek olur Arap atın kaltağı/Issız kalmaz koç yiğidin yatağı” (Karacaoğlan-). Orospu, Farsça ruspi/ruspik’ten gelir. Rû(y), yüz; sepi, beyaz demektir. Yüzü beyaz kadını veya bu kadının yüzünü açarak erkeklerin dikkatini çekecek biçimde kendini göstermesini kasteder. Kadınları çarşafa kapatan bir toplumda bu sözcük “beyaz tenli kadın” anlamından çıkmış olup kendini erkeklere bir şey karşılığında pazarlayan kadın anlamına evrilmiştir. Türk halk dilinde de kaltak sözcüğü orospu/fâhişe anlamında kullanılmıştır. Kadınları erkeklere veya erkekleri kadınlara pazarlayanlara Farsçada pezevenk (muhabbet tellâlı, kavat, kodoş) denir. Eşi veya çok yakını bir kadının erkeklerle serbestçe cinsel ilişki kurmasına ses çıkarmayan kimseye Farsça derâre’den türemiş olan deyyûs denir. (Deyyûs-u Ekber konusunda bakınız: Murat Bardakçı, hurriyet.com.tr, “Kadirist Padişah İbrahim” başlıklı yazı, 17 Eylül 2000.)
[8] Salyane: Yılda bir kez toplanan ve başkent İstanbul’a gönderilen vergi.
[9] Nan: Ekmek
[10] Öşür: Toprak ürünlerinden alınan onda bir oranındaki vergi.
[11] Zahire (zahra): Bir sonraki yıl ekmek veya ihtiyaç anında yemek için saklanan tahıl (arpa, buğday, nohut, mercimek, pirinç gibi).
[12] Yaba: Ağaçtan yapılmış, çatal biçiminde, harman savurmakta kullanılan bir tarım aracı.
[13] Aşar (öşür) vergisi: Osmanlı döneminde tarım ürünlerinden %10 oranında alınan vergi. Arazi para ile sulanıyorsa 1/20 oranında verilen vergidir.
[14] Himmet: Yardım isteği
[15] Kirmani: Yuvarlak, dairemsi
[16] Temren: Ucu sivri demir.
[17] Sığın: Alageyik
[18] Katar: Arka arkaya sıralanmış deve, at, eşek veya araçların oluşturduğu sıra/dizi.
[19] Aman: Yardım, güvence. (Arapça eman’dan geçmiştir.)