8. Bedreddinîler
Şeyh Bedreddin’in yoldaşı olan Börklüce Mustafa, İzmir/Karaburun taraflarında yaşayan biriydi. Çevresine topladığı Türkmen köylüler, Rum denizciler ve Yahudi tüccarlar ile birlikte yüksek vergilere ve idarecilerin haksızlıklarına isyan etti. Köylülerde eşitlik ve kardeşlik bilinci oluşması için çabaladı. Kadın hariç davar, toprak, giyecek ve yiyeceğin ortak olmasını savundu. Börklüce Mustafa’nın çağrısına gelen yoksul Hıristiyan köylüleri de vardı. Çünkü Börklüce manastırlara da yoldaşlarını göndererek işbirliği çağrısı yapıyordu.[1]
On binler verdi sekiz binini…
Yenildiler. Yenenler, yenilenlerin
dikişsiz, ak gömleğinde sildiler
kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak
Edirne sarayında damızlanmış atların
eşildi nallarıyla.
Yukarıdaki mısralar ortaklaşa ekilen toprak ürünlerinin kardeşçe paylaşıldığını, ancak Osmanlının Edirne sarayında beslenmiş at ve süvarilerinin emekçi halkı katlettiği dile getirilir. Börklüce yalakandığında bir deve üstünde çarmıha gerildi ve o şekilde şehirde gezdirildi, yoldaşları onun gözü önünde öldürüldü. Börklüceyi yoldaşlarıyla birlikte öldüren Beyazıt Paşa, Saruhan çevresini tamamen dolaşarak yakaladığı muhalifleri katliamdan geçirdi. Torlak Kemal’i de Manisa’da etkisizleştirdikten sonra yoldaşlarıyla birlikte idam etti. Mehmet Çelebi, oğlu Murat ile Beyazıt Paşa’nın katliamları sayesinde Bedreddîn tehdidinden kurtuldu.[2]
Kânûnî zamanında Sofyalı Bali Efendi adında Sünnî ulemadan biri Alevî-Bektâşî çevrelerin mum söndürüp karanlıkta kim olduğu belli olmayan kimselerle cinsel ilişki kurdukları, şeyhe secde ederek tapındıkları, Yecüc-Mecüc gibi bozgunculuk yaptıkları biçiminde padişaha şikâyette bulunur. Böylece Bedreddîn yolundan gidenlere iftira hiç durmaz. Sofyalı Bali Efendi’nin halifesi Nûrettin-zâde Mustafa’ya göre Şeyh Bedredddin’in görüşleri “sapıklığa düşme, dinsizlik, haşrin inkâr edilmesi, evrenin sonsuz olduğu ve sonradan yaratılmadığını savunma, bozuk düzencilik; benliğin sınır tanımadan zevk ve eğlenceye düşmesi, padişahlığı ele geçirme isteği, şeytanlık”tır.[3]
Osmanlının en katı şeriatçı Şeyhü’l-İslâm’ı Ebu’s-Suûd Efendi Bedreddinîlerin toptan ve acımadan katledilmesine fetva verir. Ona göre dinsizliği kesin bilinenlerin öldürülmesi acilen uygulanmalıdır.
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi işleyip hep beraber,
hep beraber sürebilmek toprağı,
ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,
yarin yanağından gayrı
her şeyde her yerde hep beraber diyebilmek için…
Yukarıdaki mısralar Şeyh Bedreddin yoldaşlarının kamucu, toplumcu, ortakçı, kolektif, imeceyi esas alan, birlikte ekip birlikte yiyen; kadın dışında her türlü emeği paylaşan bir topluluk olduğunu anlatır. Osmanlı ve Bizans sarayı ise halkı sömüren, halkın sırtından geçinen asalaklar olduğu için Bedreddin’in çevresine Yahûdî ve Hıristiyanlar da toplanır. Sarayın maaşlı fetvâcısı Ebu’s-Suûd Efendi özgürlükçü, paylaşımcı ve emekçi Bedreddin yoldaşlarından bu nedenle hazzetmez.
8.1. Aziz Mahmut Hüdâyî
Celvetî tarikâtı kurucusu Üsküdarlı Aziz Mahmut Hüdâyî de devlet adına muhbirlik yapan şeyhlerdendir. O, I. Ahmet’e şeriata uymayanların yola getirilmesi için katı bir disiplini önerir. Padişah’a sunduğu bir yazılı beyanında “Bir zamanlar Bedreddinîler arasında baba olduğu, Bedreddinîler ile Kızılbaşların aynı kimseler olduğu, Bedreddinî sipahîlerin[4] Kızılbaş seferine katılmadıkları, Sünnî şeriat ve Sünnî sünnet anlayışını dikkate almadıkları, kâfir ve dinsiz sayılmaları gerektiği, köylerine imamların atanarak onların Sünnî şeriatın çizgisine getirilmesi için ne gerekiyorsa yapılması gerektiği, Hızır Paşa’nın onları çok iyi tanıdığı, padişahın bunlardan Sünnî şeriatın intikamını alması gerektiği, önderlerinin katlededilerek dağıtılması gerektiği, namaz kılan ve oruç tutanları bunların öldürdüğü” iddialarını sıralar.[5] Aziz Mahmut Hüdâyî’nin kendini bir zamanlar Alevî babası iken Sünnîliğe döndüğünden bahsederek Kızılbaşların Sünnîliğin şeriat ve sünnet anlayışlarını kabul etmedikleri için kâfir sayılmaları gerektiğini ve bu nedenle öldürülmelerinin farz olduğunu söylemesi tam bir mezhepçi vicdânsızlıktır. Ayrıca Kızılbaş köylerinin zorbalıkla, korku ve tehditle Sünnîleştirilmesini önerisi Aziz Mahmut Hüdâyî’nin şahsında Sünnî şeriatçılığın ne kadar tahammülsüz, baskıcı, zorba, dikta bir anlayış olduğunu gösterir. Bilhassa “şeriatın intikamı” lafını nereye oturtmak gerekir? Yeryüzüne sevgi, merhamet, eşitlik, adâlet ve özgürlük için gelmiş bir dinin mezhepçilikle rayından çıkarılması ancak böyle mümkün olabilirdi.
Muhbir şeyh Aziz Mahmut Hüdâyî’nin[6] yazılı beyanı üzerine I. Ahmet 30 Ocak 1613’te Sivas sancağı kadılarına bir ferman gönderir. Fermanda Kızılbaş başlığı giyip “Şah yolundanız.” diyenlerin etrafta dolaştığı, bu nedenle Kızılbaşların liderlerinin sorgulanıp yargılanması gerektiği emri verilir.[7] Bu emir, sözün kibar biçimiyle söylenmiş “Öldürün!” emridir.
Ahmet Cevdet Paşa’nın anlatığına göre Osmanlının Şeyhü’l-İslâmlarından (1846-54) Hacı Ahmet Arif Hikmet Efendi, nerede Vâridât kitabı bulursa onu derhal yaktırırdı.
8.2. Vâridât
Toprak adamları, toprağı fethe gideceğiz
Ve kuvvet-i ilmi,[8] sırr-ı tevhidi[9] gerçeklendirip
biz milletlerin ve mezheplerin kanunlarını
iptâl edeceğiz…
Şiirinde Şeyh’in geleneksel düşmanlık üreten milletçilik ve mezhepçilik ideolojilerine tepkisi dile gitirilir. Çünkü egemenler halkları asıl kimliğinden alt kimliklere bölerek altta kalan ikincil kimlikleri kişilerin gerçek niteliği olarak öne çıkarır. “İnsan, kadın, erkek” kimlikleri dışındaki tüm kimlikler sonradan üretilen, doğan kişiye istemeden ve seçim hakkı verilmeden giydirilen kimliklerdir. Bu nedenle hiçbir kimlik öz’ün ve kişiliğin üstünde değildir. Tanrı insanları bir yetenek potansiyeli içinde dilsiz, dinsiz, mezhepsiz ve kimliksiz yaratır; insanlar bir yandan yeteneklerini geliştirir, öte yandan bebeklerine kimlik yükler.[10] Bunu bilen Bedreddin din, millet, mezhep gibi kişiye sonradan, sormadan, danışmadan, zorla verilen kimliklere ve onlar için beklenen davranış biçimlerine başkaldırır. İnsan olmaya, insan kalmaya dönüş çağrısı yapar; uyduruk kimlikler üzerinden savaş çıkarmayı, uyduruk kimlikler için ölmeyi ve öldürmeyi reddeder. Bu bilincin bilimsel bakışla elde edileceğini ve zaten insanın içsel eğilimde bu yaklaşımın olduğunu dile getirir. Bu nedenle birlikte yaşam formülünün bilimle inşâ edilerek ortaya konacağına inanır.
İnsan gerçeğini, paylaşım ve eşitliği her yönüyle kavramış olan Şeyh Bedreddin, toprakları ağalar, beyler ve sarayın elinden alıp tüm yoldaşları arasında paylaşılacağını; mezhep ve millet ayrımı ile Sünnî şeriattan kaynaklanan pekçok hükmü kaldıracağını tüm yoldaşlarına duyurdu.[11]
Bedreddin yakalandığında ona Vâridât’ta yazdıklarını halkın ve yoldaşlarının önünde reddederse affedileceği bildirildi. Şeyh Bedreddin, bu çirkin teklifi reddetti. Bunun üzerine yapılan sözde yargılama sonunda eski bir devlet danışmanı olduğundan “kanı helal, malı haram” fetvasıyla Serez çarşısında çırılçıplak soyularak asıldı. Ancak Bedreddin’in düşüncesi Osmanlıda asla bitmedi. Katledilen Bedreddin’in arkasından Dedemoğlu’nun yaktığı türküden bir bölüm şöyledir:
Şahlar içinde Serez’in şâhısın
İsmin Şah Bedreddin ilim varısın
Müminler kâbesi dostun nûrusun
Güzelsin, Serez’in şâhı güzelsin
Güzelsin, pirimin nûru güzelsin
Şeyh Bedreddin’in öldürülmesine gerekçe gösterilen başkaldırısı dışında fikirleri de öne çıkarılarak idam kararı kolaylaştırılmıştır. Onun kitabı olan Vâridât’ın içeriği hakkında bilgi vermek Şeyh’in hâtırası için gereken bir saygıdır. Vâridât’ın düşünce haritası şu şekildedir:
8.2.1. Sembol: Kur’an’daki cennet meyveleri ve nimetler, çocuğa anlatılır gibi yapılan benzetmelerdir. Peygamberlerin söylediklerini herkes bilgisine göre anlar. Onlar “Nurdan iki kuş verilecek.” dediklerinde birileri kuş hayal ederken ârifler bilgi ve hüner anlar. “Köpek olan eve melek girmez.” demek gönlünde köpeklik olan meleklik aşamalarına gelemez demektir. “Ölmeden önce öl” demek “Şehvet ve lezzetten uzak dur.” demektir. Fenâ-fi’l-lah (Tanrı’da yok olmak) Tanrı’dan başka bir şeye varlık dayandırmamaktır. Tat ve azaba dair yapılan tüm betimlemeler sadece ilgili duyguyu anlatmaya çalışan somutlamalardır. Lâ-ilâhe-illa’l-lah, kötü durumdan iyi duruma geçmektir.
8.2.2. Tanrı: Tanrı konuşmak için bir harf ve söze gerek duymaz; her şey tek özün başka başka yansımalarıdır. Çelişkili görüntüler olsa da Tanrı bu görüntülerin dışında değildir. Hak ve bâtılın gerçekliği bu nedenle görecelidir.
Tanrı, tüm varlıklarda varlığın doğası ve yeteneğine göre görünür. Tanrı, kendine ait yetenek ve niteliklerini ortaya koyma eğilimindedir, sevgi de bunun yansımalarındandır. Tohumda ağaç, ağaçta tohum ve meyvede tüm ağaç olduğu gibi tüm âlemler ile Tanrı da böyledir. Tanrı hem her şeydir hem de her şeyden ayrıdır. Altın, yiyecek ve şöhrete tapanlar Tanrı’ya taptıklarını sanır.
Çokluk hayalden ibarettir ve Tanrı’nın varlıklar, oluşlar biçiminde kendini göstermesidir. Tanrı’nın iradesi demek aşamaların gereği olan süreç demektir. Tanrı’nın varlığı var oluşu gerektirir. Tanrı, evrenin varlığından farklı bir varlıktır. Tanrı’da teklik, yansımada çokluk esastır. Tüm yansımaların kaynağı tektir. Her şey ondandır ve o her şeydedir. Tanrı, her şeye sinmiş, her şeyin rengini almış olmasına rağmen her şeyden uzaktır.
İyilik ve kötülük belirdiği yerde ortaya çıkar ve yerine göre iyilik ve kötülük olur. Tanrı açısından her şey eşittir. Yansıyan/beliren ve yansıtan/belirten arasındaki fark göreceli olup her ikisi de aynıdır.
Tanrı kendi varlığıyla etkileyen, yansımaları üzerinden ise etkilenendir. Tanrı, kendi ile oluş ve bileşim[12] halindeki yansımaları arasındaki tek mutlak varlıktır. Tanrı ne parça ne bütündür, varlık ve yokluktan da önce gelir. Tanrı, her şeyin üstünde olduğundan bütün odur ve ondadır. O, bütünden soyutlanmış olsa da bütün onda gerçekleşir. Tanrı kötülüklerden uzaktır ve evrenin her yerindedir.
Tanrı üç biçimde bilinir. Bunlardan ilkine ilme’l-yakîn denir. Bu, salt bilgi aşamasıdır. Öğrenilen ve duyulan bilgilenme sürecidir. İkincisine ayne’l-yakin denir. Bu aşama görerek öğrenmektir, görme aşamasıdır. Bilgi ile görseli birleştirmedir. Üçüncüsüne ise hakka’l-yakîn denir, bizzat yapılan iştir, uygulama aşamasıdır. Üçüncü aşamada Tanrı’dan başka bir varlığın bulunmadığı ve tüm varlığın Tanrı olduğu anlayışı kavranır.
8.2.3. Melek-Şeytan: Kişiyi Tanrı’ya ulaştıran şeye melek, Tanrı’dan uzaklaştıran şeye şeytan/iblis denir. Bu nedenle içimiz melek ve şeytanlarla doludur. Hem yağmur hem de yağmurun nedeni melektir. Gökteki kuvvetler, unsurlar (toprak, hava, ateş, su) ve doğa güçleri meleklerdir. Şeytan, insanın içindeki tutku ve şehvet kuvvetleridir. Bunlar insanı Tanrı ve hukuka karşı gelmeye sürükler.
8.2.4. Yaratılış: Tanrı varlığının başı, sonu, görüneni ve gizlisi yoktur; ezel ve ebed yoktur, ikisi de birdir. Evren sonradan yaratılmamıştır, hep var olmuştur. Tanrı önce kendi görüntüsünde göründü. Bu ilk yansımadır. Sonra her yansımadan başka yansımalar oluşarak evren ve içindekiler ondan görünür biçime çıktı. Varlıklar böyle oluştu. Tanrı, nesne ve varlığın yeteneği neyse onu ister ve seçer. Her varlık doğasındaki yeteneğine göre var oluşa katılır. Tanrısal irade bunun önünü açar. Tanrı seçimiyle iş yapar ancak varlığın doğasına göre seçim yapar. Ene’l-Hak (Tanrı’yım) diyen biri Tanrı yansımalarının kaynağını söyler. Bayezid-i Bestami’ye göre “Tanrı şimdi de daha önce olduğu gibidir.” Âdem’e verilen emanet, Âdem’in yaratılması sırasında kullanılan malzemeler ve tüm evrimsel olgunlaşmayı içeren biçimlenmedir. Âdem Tanrı’nın suretinde yaratıldı. Âdem, Tanrı’nın maddi bir biçiminde yaratılmadı. Çünkü Tanrı’nın görünür bir biçimi yoktur, evrendeki tüm varlık biçimleri onun görünme biçimidir. Bu nedenle Âdem Tanrı’nın halifesidir.
8.2.5. Rüya: Rûh, soyut varlıklar ile ilgilidir ve olaylar ona yansır. Rüya, uyanıkken gördüklerimizin, tasavvur[13] ettiklerimizin görüntüleridir. Kişi uyanıkken gördüğü, duyduğu ve hayal ettiği şeyler dışında bir şey görmez. Görürken de kendine uygun düşecek biçimde görür. Rüya, uyuyan kişinin düşündüklerinin görüntüsüdür.
8.2.6. Beden-Rûh: Varlık cisimdir, cisim yok olunca ruh da yok olur. Beden şeker kamışına, ruh şeker özüne benzer; ruh, cisimsiz var olamaz. Ruhlar âlemi, cisimlerin parça ve bütününe ait kuvvetler demektir. Beden, maddenin yeteneğine göre aşamalarla var olur. Ruh, bedenin bileşimine göre öz kazanır. İnsan ve hayvan arasındaki fark bedenlerinin bileşimlerinden kaynaklanır. Hayvan bedenindeki ruh, insan bedeninde konuşur. Yani öz dediğimiz ruh insan bedeninde insan, hayvan bedeninde hayvan olur. Aralarındaki fark bedenlerinin yeteneğidir. Öz, biçimde kendini gösterir. Biçimin bozulması ile öz bozulmaz, değişmez, ancak ortaya çıkması için bir biçime ihtiyacı vardır.
8.2.7. İnsanlar: Tüm insanlar üç sınıf odun gibidir: Biri kuru odun gibidir. Küçük bir ateşle tutuşur. Tamamen kül olana kadar yanar. Öteki yaş odun gibidir. Kuruyuncaya kadar asla tutuşmaz, boşuna uğraşırın. Diğeri hem yaş hem kurudur. Bunlar emek verirsen tutuşur, ihmal edersen söner. Alışkanlıklarını ateşle ki olağanüstü sonuçlara ulaşabilesin.
8.2.8. Tevhit-Şirk: Tevhit, iyi ve şerefli durumdur. Tevhit, üçe ayrılır: İlki bilimsel tevhittir ki kitaplardan öğrenilir. İkincisi uyarıcı tevhittir ki Tanrı’nın uykuda verdiği tevhittir. Üçüncüsü kendiliğinden ve zevkle yapılan tevhittir ki hepsinden üstün birliktir. Şirk, aşağılık ve kötü durumdur.
8.2.9. Cennet-cehennem: Cennet, her iyi ve yüce durum; cehennem, ateş, yılan, akrep ve zakkum gibi her türlü kötü durumdur.
8.2.10. Kıyâmet-diriliş: Kibir sahiplerinin saltanatının sonlanmasına kıyâmet denir. Yeniden diriliş, varlığın aynen devam etmesidir.[14]
8.2.11.Görecelilik: Acı-lezzet, cezâ-rahmet bir bütündür ve görecelidir. Yılanın ağzındaki zehir kendisine rahmet, başkasına zahmettir.
8.2.12. Zikir ve dualar: Dua, Tanrı’yla bağlantı kurmanın yoludur. Dildeki zikir kalpteki zikrin sureti/görünen kısmıdır.
8.2.13. Ayrıca “Organların çok ve çeşitli olması insanın birliğini bozmadığı gibi varlık ve eşyanın çok ve çeşitli olması da evrenin birliğini bozmaz. Âlem/kâinât, Tanrı’nın görüntüsüdür. Öyle bir zaman gelebilir ki insanlardan kimse kalmazsa topraktan anasız babasız insan doğar ve evlenmeyle çoğalır. Toplu gelen kötülükten uzak durmalıyız. Düşünce uyanıkken ve uykudayken aklımızdan geçer. İsâ, ruhuyla diri, bedeniyle ölüdür. Tekâmül sağlık, cahillik hastalıktır. Eylemsiz bilgi imansız amel ve bedensiz ruh gibidir. Câhiliyede açıktaki putlara tapılırdı, günümüzde kuruntu eseri putlara tapılıyor. Kalpte iki düşünce bir arada bulunmaz, çünkü kalbe gelen her düşünce bütünüyle gönül olur. Varlık ve yokluk ezeli ve ebedidir. Dünya ile ahiret tanımları görecelidir.” fikirleri diğer önemli görüşlerdir.
Vâridât’ta söylenenler ile Sünnî ve Şiî mezhepli tasavvuf erbâbının sözleri arasında hiçbir fark yoktur; eleştiriye açıktır, analize muhtaçtır. Buna rağmen siyasal duruş, iktidâra yakınlık veya uzaklık nedeniyle birileri hak, başkaları bâtıl gösterilerek kimilerine imkân sağlanmış kimilerine de “Ölümlerden ölüm beğen.” denilmiştir.
Hilmi Yavuz, Şeyh Bedreddin’in ölüme yürüyüşünü şu dizelerle anlatır:
yelkenler mutasavvıf[15] ve boynu büküktüler
ve bedreddin büyük fırtınalarla uğuldayan kaftanı giydi
ve işte kırmızı ve sahtiyan[16] bir kuşak gibi duyuyor tanyerini etinde ilkyaz,
koynumuzda bir resimdi o isyan
ki kana kana rumeli ve yıkık bir ayazma[17] suretinde onda belirdi
ve işte acılardan bir sur ölüm
ancak bu kadar çocuk ve mağrur olabilirdi
ve kuytu dağ koyaklarını[18]
bir sürme gibi çekmiş gözlerine
hallâc-ı mansur[19] ya da şahabeddin-i suhreverdî[20]
şimdi o, bir gurbet gibi güler
ağıtlarla konar göçer gibiydi
ve bedreddin, büyük fırtınalarla uğuldayan kaftanı giydi
Şeyh’in Serez’de hunharca katledilişinin betimlemesini yapan bir şiir de şöyledir:
Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin
çırılçıplak etidir
Yağmur çiseliyor
Serez çarşısı dilsiz
Serez çarşısı kör
Havada konuşmamanın
görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü
KAYNAKÇA
[1] Abdülbaki Gölpınarlı, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Eti Yayınları, İstanbul, 1966.
[2] Mehmet Kanar, Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Mahmud Bedreddin, Tekin Yayınevi, 2015.
[3] Mihail Lohannis Dukas, Bizans Tarihi, Çeviren: VL. Mirmiroğlu, İstanbul Enstitü Yayınları, İstanbul, 1956.
[4] Recep İhsan Eliaçık, Öteki İslam Tarihi, Rumelinin Hallacı Şeyh Bedreddin, İnşa Yayınları, İstanbul, 2016.
[5] Şerafettin Yaltkaya, Şeyh Bedreddin, Derleyenler: Mustafa Demir-İsmail Aka, Temel Yayınları, 2001.
[6] Vecihi Timuroğlu, Şeyh Bedreddin ve Varidat, 2. Baskı, Su Yayınları, İstanbul, 2020.
______________________________________________________________
[1] Mihail Lohannis Dukas, Bizans Tarihi, Çeviren: VL. Mirmiroğlu, İstanbul Enstitü Yayınları, İstanbul, 1956.
[2] Şerafettin Yaltkaya, Şeyh Bedreddin, Derleyenler: Mustafa Demir-İsmail Aka, Temel Yayınları, 2001.
[3] Abdülbaki Gölpınarlı, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Eti Yayınları, İstanbul, 1966.
[4] Sipâhî: Tımarı olan atlı asker.
[5] Şerafettin Yaltkaya, Şeyh Bedreddin, Derleyenler: Mustafa Demir-İsmail Aka, Temel Yayınları, 2001.
[6] Muhbir: Haber veren, ihbarcı, jurnalci, haber getiren, gammazlayan.
[7] Abdülbaki Gölpınarlı, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin, Eti Yayınları, İstanbul, 1966.
[8] Kuvvet-i ilim: Bilimin kuvveti, bilginin gücü.
[9] Sırr-ı tevhîd: Birliktelik sırrı, bir arada yaşama bilincinin zihinlerde var olması
[10] Elimizdeki kimlik kartı bedensel olarak kimden ve nerede doğduğumuzu belirtir. Ona göre hakkımızda bağ, âidiyet, millet, dil, halk, din, mezhep, grup, bölge ilgisi oluşturulur. Üstümüze yapışan bu kimliklerin altında ölene kadar eziliriz. Bize dayatılmış kimliklere karşı çıktığımızda zihni bu tür kimlikleri putlaştırmış kimseler tarafından tehdit ediliriz, öldürülürüz veya yaşam hakkımız elimizden alınır. Çünkü dilsiz, kimliksiz, dinsiz yaratılmış biri kendine verilen sahte/sanal kimlikleri kendi gerçeği zannettiğinde ve onlar olmadan var olamayacağına inandığında başkası kabul ettiği herkesi düşman görür. Düşmanından ya kendi kurallarına uymasını ya da ölmesini bekler. Yeryüzündeki tüm savaşların temelinde bu tür bir mülkiyet ilişkisi yatar.
[11] İdris-i Bitlisî, Şeyh Bedreddin’in bu görüşlerini aktarırken onu suçlama amacıyla aktarmıştır. Çünkü ona göre sultana isyan en sonunda Tanrı’ya isyan ile eşdeğer olan bir Sünnî anlayıştır. Osmanlının resmi tarihçisi İdris-i Bitlisî’ye göre saz çalıp şarap içmek dinsizlik alametidir.
[12] Bileşim: Birden fazla parçanın birleşerek yeni bir bütün oluşturması, terkip, sentez.
[13] Tasavvur: Zihinde canlandırma, tasarım, içimizden resim çizme veya senaryo oluşturma.
[14] Recep İhsan Eliaçık, Öteki İslam Tarihi, Rumelinin Hallacı Şeyh Bedreddin, İnşa Yayınları, İstanbul, 2016; Mehmet Kanar, Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Mahmud Bedreddin, Tekin Yayınevi, 2015; Vecihi Timuroğlu, Şeyh Bedreddin ve Varidat, 2. Baskı, Su Yayınları, İstanbul, 2020.
[15] Mutasavvıf: Tasavvufçu, sezgi ve ilham yoluyla Tanrı hakkında gerçek bilgiye ulaşılacağını savunan.
[16] Sahtiyan: Temizlenip boyanıp cilalanmış deri veya bundan yapılmış şey.
[17] Ayazma: Su kaynağı, pınar, çardak, serin yer; genelde Rumların kutsal saydıkları kaynak, pınar veya kuyu.
[18] Koyak: İki dağ/tepe arasında kalan çukur, dere boyu; içinde genelde bir akarsu yatağı bulunan dar ve uzun yüzey.
[19] “Ben Tanrı’yım, Tanrı ben’im.” diyen ve iktidâr zulmüne başkaldıran devrimci sûfîlerden biridir.
[20] İşrâkiye (ışıkçılık, aydınlanma) akımının kurucusudur. Bilginin içte doğan bir aydınlanma ile gerçekleşeceğini kabul eden bâtınî/ezoterik/tasavvufî görüşe işrâkiye denir. Bu akımda ilhâm, mânevî keşif, sezgi, ruhsal aydınlanma gibi içsel ve özel anlayışlar çok dile getirilir.