İtalya, Macaristan derken aşırı sağ halkaya Hollanda ve Arjantin de eklendi. Tüm dünyada yükselen aşırı sağın ciddi farklılıklarına karşın üç ortak noktası öne çıkıyor: Göçmen karşıtlığı, homofobik söylemler, saldırgan tavırlar.
Hayri Kozanoğlu
Geçtiğimiz hafta aşırı sağ, Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük Partisi’nin (PVV) seçimlerden birinci sırada çıkmasıyla başarılarına yeni bir halka ekledi. Hatırlanırsa daha önce bu anlamda İtalya’da Giorgia Meloni’nin, Macaristan’da Victor Orban’ın ülkelerinin başbakanlık koltuğuna oturmalarına, İsveç Demokratları’nın ve Gerçek Finliler Partisi’nin de koalisyon ortağı olmalarına tanık olmuştuk. Avusturya’da gelecek yılki seçimler için kamuoyu yoklamalarında aşırı sağcıları önde gösteriyor, aynı tehlike yine 2024’te sandığa gidecek Fransa ve Almanya için de söz konusu. Kısaca tüm Avrupa’da göçmen ve mülteci karşıtı, saf yerlici, faşizme eğilimli siyasi hareketlerin yükselişte olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye kamuoyunda konsensüs sağlanan nadir konulardan biri, aşırı sağın güçlenmesinden duyulan tedirginlik. Ancak biz sosyalistler ve liberaller ırkçılığa, ayrımcılığa kategorik anlamda özünden karşı olduğumuz için bu gelişmeden rahatsızlık duyuyoruz. İslamcılar, milliyetçiler ise sırf Avrupa’daki aşırı sağın husumet beslediği kesimlerin ağırlıkla Müslümanlar, Türkler-Araplar olması nedeniyle. Zaten Türkiye seçimlerinde Cumhur İttifakı’na destek veren kesimlerin kendi ikamet ettikleri ülkelerde oylarını göçmen politikaları kaynaklı sol, sosyal demokrat, liberal partilerden yana kullandıklarını biliyoruz.
İsveç, Hollanda gibi en uygar ülkeler arasında düşündüğümüz toplumlarda dahi bu reaksiyoner akımların güç kazanmasından şaşkınlıkla irkilirken, kendi içinde yaşadığımız gerçekliği zaman zaman aklımızdan çıkarabiliyoruz. Sonunda uzun yıllardır, Kadın Sözleşmesi’ni askıya alan, Cumhurbaşkanı’nın ekonomiyi “nas” gibi peygamberin kelamı temelinde yönettiğini dile getirdiği bir koalisyonla yönetiliyoruz. AKP-MHP-BBD yetmedi, son seçimlerde şeriat özlemini beyan etmekten kaçınmayan Yeniden Refah ve HÜDA-PAR da ittifaka dahil edildi. Ülkemizde güçlü bir seküler damar da bulunduğu için, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde bir kez daha gözlemlediğimiz gibi gericiliğe karşı güçlü bir direniş hattının ayakta kalması sayesinde bu lanet koalisyonun tüm gündemini hayata geçirmesini engelleyebiliyoruz. Ama dünyadaki otoriter, sağ popülist liderler sayılırken Trump, Putin, Orban, Bolsanaro gibi figürlerin yanında Erdoğan’ın da her daim yerini aldığını biliyoruz.
21’inci yılını dolduran, sürekli değişen kaygan koalisyonlarla ülkeyi yöneten AKP rejiminin özelliklerinden birisi, neoliberal politikalarla; tarikat, cemaat, vakıflardan oluşan kendi korumacı, kollamacı ağlarını bağdaştırmakta, dengelemekte gösterdiği başarı. Son dönemde ülke bir ödemeler dengesi krizinin eşiğine gelip sıkışınca, Mehmet Şimşek ekibinin göreve gelmesiyle sarkaç bir kez daha piyasacı uygulamalara meyletti. Bu esneklik günümüzün aşırı sağ akımlarının ülkeden ülkeye farklılık gösteren ana özelliklerinden biri. Bugünkü yazı konumuz zaten özellikle Türkiye değil, dünyadaki aşırı sağcı akımlar arasındaki benzerlikler ve farklılıklar.
Örneğin geçen hafta işlediğimiz, Arjantin seçimlerinde aşırı piyasacı söylemleriyle, Merkez Bankası’nı kaldırma vaadiyle cumhurbaşkanı seçilen Javier Milei, neoliberalizm ve aşırı sağ üzerinde önemli çalışmalara imza atan Quinn Slobodian’a göre ana akım neoliberalizmle kolaylıkla bağdaşacak biri. Slobodian, Arjantin seçimlerinin ardından İngiliz haftalık New Statesman dergisinde kaleme aldığı yazıda, Milei’nin nasıl 2014’de Dünya Ekonomik Forumu’nca ağırlandığını; pesoyu kaldırıp dolara geçme planının, kendini ABD’nin para politikasına teslim edip dolayısıyla ABD’nin küresel hegemonyasını kabullenmek anlamı taşıdığını, haliyle bu çizginin Washington tarafından sıcak karşılanacağını vurguluyor. Kamu harcamalarını kısma, kamu varlıklarını özelleştirme gibi önde gelen program hedeflerinin de aslında Washington Uzlaşması’yla tıpatıp örtüştüğünü hatırlatıyor. Milei’nin asıl korkutucu yönünün uçuk saç stili, garip şovları değil, gına getiren 90’ların zombi neoliberalizmini diriltmek olduğunun altını çiziyor.
HOLLANDA SEÇİMLERİNİN SÜRPRİZ GALİBİ
Hollanda seçimlerini önde göğüsleyen Wilders ise Milei’den oldukça farklı bir profil çiziyor. Hollanda’da daha çok partinin başbakan adayı Türkiye kökenli Dilan Yeşilgöz ile gündemimize giren merkez sağ Halkın Özgürlük ve Demokrasi Partisi (VVD), keskin bir göçmen ve mülteci karşıtı stratejiye yönelerek ırkçı Wilders’in kozunu elinden almaya çalıştı. Ancak ülkeyi 20 yıldan fazla süredir yöneten VVD’nin bu manevrası geri tepti ve ülkedeki reaksiyoner ruh haline sahip seçmenler yabancı düşmanlığında yeni yetme taklidine değil de, sahicisine teveccüh gösterdi. Hollanda seçimlerinde belki de asıl üzerinde durulması gereken, Wilders’in soldan rol çaldığı sosyal politika önerileri. Bu kaşarlanmış aşırı sağcı figürün seçim manevralarını International Viewpiont sitesinde Alex de Jong yetkinlikle irdeliyor. Wilders 2006’da VVD’den kopup kendi partisi PVV’yi (Özgürlük Partisi) kurduğu zamanlarda İslam ve göçmen karşıtı söylemlerin yanı sıra, radikal piyasacı bir çizgi benimsiyor, neoliberalizm şakşakçılığı yapıyordu.
Ancak zamanla ustalıklı biçimde sosyal politikalarda kulvar değiştirdi, refah devleti savunuculuğuna soyundu. Bir yandan refah devleti uygulamalarının budanmasının faturasını bu hakları kötüye kullandığını iddia ettiği “parazit göçmenlere” çıkarır, küresel iklim değişikliğinin etkilerini yumuşatmaya yönelik önlemlerin “solcuların hobisi” olduğu zırva tezini ortaya atarken; öte yandan da emekten yana sosyal politikaları dile getirmeye başladı. “Gerçek” Hollandalılara yönelik olarak; emeklilik yaşının 67’den 65’e indirilmesi, ihtiyaç ürünlerinde KDV’nin kaldırılması, sağlık masraflarının ağırlıkla kamu tarafından sağlanması gibi sola mal olmuş talepleri keskince savundu. Sosyal Demokrat ve Yeşil koalisyon ise benzer ilerici talepleri içeren programını inandırıcı bir biçimde aktaramadı.
Fransa’da Marine Le Pen’in de Sosyalist Parti’nin hükümette piyasacı politikalar uygulaması ve Cumhurbaşkanı Macron’un zaten gönülden bir neoliberal olması karşısında yükselen tepkilere kulak vererek, zamanla refah devletinin adresi haline geldiğini biliyoruz. Böylelikle özellikle mavi yakalı işçiler ve emekliler nezdinde oy desteğini artırabiliyor.
AŞIRI SAĞIN 3 ORTAK PAYDASI
Tüm dünyada, özellikle göçmenlere ve mültecilere yönelik tepkilerin yoğun olduğu Avrupa’da aşırı sağın siyasete ağırlığını koyması olgusunu tartışmayı, bu akımlar arasındaki farklılıklar ve ortak noktalar üzerine ciddi biçimde kafa yormayı sürdürmeliyiz.
In These Times sitesinde Alberto Toscano’ya kulak verirsek, aşırı sağın ekonomik vizyonda, din vurgusunda ve jeopolitik yönelimlerde çok ciddi farklılıklarına karşın üç ortak noktası öne çıkıyor: Birincisi, büyük yer değiştirme (great replacement) teorisinin, yani yerli nüfusun göçmenler karşısında azınlığa düşmekte olduğu ırkçı tezinin bir versiyonuna inanmaları, bunun arkasında “küreselci” bir plan olduğu komplocu iddiasına prim vermeleri.
İkincisi, homofobik ve transfobik bir söylemle ahlaki çöküntü iddiasını körüklemeleri, aile değerlerinin LGBT ideolojisiyle yıprandığı mitini yaymaları.
Üçüncüsü, ırkçı-kapitalist düzene karşı tüm meydan okuyuşlara yönelik saldırgan bir tutum takınmaları, “woke” diye tabir ettikleri sosyal adalet ve ırksal eşitliğe vurgu yapan tüm kişi ve hareketlere savaş açmaları.
Tüm bu berbat özelliklerin Türkiye’de de farklı öznelerle temsil edilen izdüşümleri bulunduğunu biliyoruz. Her birine karşı mücadele görevini ihmal etmememiz gerektiğini ise, bilmem söylemeye gerek var mı!