“Cumhurbaşkanına hakaret” iddiasıyla açılan “en tuhaf” davalardan birinde yargılanan tiyatro sanatçısı ve soL yazarı Orhan Aydın, dün Çağlayan Adliyesi’nde yaşadıklarını kaleme aldı. İstanbul 5. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen ve Orhan Aydın, Ömer Faruk Eminağaoğlu, Alper Taş, Can Atalay, Mücella Yapıcı’nın yargılandığı davaya dair izlenimler…
17 Haziran 2016.
Yer Çağlayan Adalet Sarayı.
Dava üstüne dava yağıyor ya… İlgilenmek gerekiyor.
Bugün Çağlayan Adliyesindeki ‘müsamere’ gerçek anlamıyla acemice yazılmış 5. sınıf bir TV skeci gibiydi (İnanın skeç denen yazım tekniğine bile büyük haksızlık.)
Öyle ki davayı açan savcı bile ‘bu davadan bir şey çıkmaz’ deyip dosyayı geri çekiyor ama bir üst akıl(!) hayır deyip ‘hakaret davası olarak devam edin’ diyor ve mahkemelişiyoruz.
Yazık… Olan Hâkime hanıma oluyor.
Karşısında hırsız yok, katil yok, talancı yok, tecavüzcü yok.
Birikimleri ve yaşamlarıyla yurdunu seven ve RTE adlı bir diktatörün tüm hukuksuzluklarını yere çalan ‘sanık’ ve avukat yurttaşlar var.
Çaresiz dinliyor.
Yargı sistemi, RTE ‘na hakaret, Diploma filan derken Hakime iyice sıkışıyor, ayağa kalkıyor olmuyor, geziniyor olmuyor.
Neyse sonuç olarak. 15 Kasım’a erteleniyoruz.
Meğer benim için asıl mahkeme yeni başlıyor!
Elimde 2 yeni dosya numarası ile Avukatım Özgür Murat kardeşimle Talimat Savcılığı diye bir bölüme yöneliyoruz.
Günlerden Cuma araki yerinde birini bulasın, hepsi cami avlusunda.
Kalemde bir fıdıl memure beni görür görmez tanıyor.
Dosya numaralarına bakıyor “Savcı bey gelmeden veremeyiz” diyor.
Araya yanındaki başka bir memur giriyor “Dosyanın birini 15 dakikaya vereyim” diyor. İlkinin suratı düşüyor.
Bekliyoruz.
Çıkıyoruz savcılar gelmiş, ilki olumlu, ikincisi başını bile kaldırmadan “Veremem” diyor.
Bir daha soruyoruz “Veremem” diyor. On kez soruyorum “Veremem” diyor.
Sonunda çıldırıyorum.
“Kaldır başını be adam sen savcıysan ben de 45 yıldır bu ülkeye emek veren bir sanatçıyım saygılı ol” diye sesimi yükseltiyorum.
Yanında savcı kılıklı başka biri var yüzünü eğiyor.
“Bekleyin halledelim” diyor bizimki!
Dışarı çıkıyoruz.
Ofisteki fıdıl memure bazı evraklarla içeri dalıyor.
Her haliyle görevlendirilmiş bir karşı güç gibi, bakışı davranışı, tavırları “ben sizden değilim” diyor.
İçeri savcının odasına dalıyorum.
“Sen küçük hanım bu bürodaki görevin ne senin, bu savcı bey görevlerini bilmeyen bir cahil mi ki ikide bir her şeye zıplayarak yönlendirmeye çalışıyorsun?”
Susuyor.
Arsızca.
Sonuçta Savcı dosyalardan birinin tamamını veriyor, diğerinin üst yazısı olmadan veriyor.
İtiraz ediyoruz.
Söz dinlemiyor.
Hakaret ediyorum.
“Bunca yıl Cumhuriyet Savcısı yazan bir etiketin altında savcılık mı yaptınız siz? Şu an bir korkunun teslim aldığı bedeninizi görüyor olmaktan utanıyorum.”
Susuyor.
Pişkinliğe vuracak vuramıyor.
Yüzü geriliyor, elleri titriyor.
Sinirlenip çıkıyoruz.
İşi Karakola bırakıyoruz.
Birde davaların açıldığı Bursa’ya.
Ofise dalıyorum.
O küçük faşist akıl memureye bir çift sözüm var.
“Hukuk herkes içindir, adalette öyle. Kişilere ve onların akıllarına tapınanlar kaybederler. Sen kaybedenlerden birisin. Bir gün çocuğunla birlikte tiyatroma seyirci olarak gelirsen benden değil çocuğundan utanacaksın.”
Çıkıyoruz.
Kardeşim Özgür Murat ile dünyanın en büyük adliyesi denen şu beton akla ve iğrenç mimarisine gülüp yol alıyoruz.
Alın size skeç.
Rolleri belli.
Dekoru belli.
Kostümleri belli.
Yüzsüzleri belli.
Kim oynamak ister?