“Ad halkı da gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zamanlar kardeşleri Hud onlara: “Allah bilinciyle yaşamayacak mısınız? Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Gelin Allah bilinciyle yaşayın ve bana itaat edin. Buna karşı sizden maddi bir karşılık da beklemiyorum (Ben bu davet karşısında hiçbir ücret talep etmiyorum). Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir” diye çağrıda bulundu. Ve devam etti: “Ne kadar güçlü ve zengin olduğunuz görünsün diye dağa taşa binalar yaparak gönül mü eğlendiriyorsunuz? İçinde ebedi kalacakmışsınız gibi villalar, kâşaneler dikiyorsunuz (Görkemli binalar konduruyorsunuz).
Önünüze gelene merhametsiz zorbalar gibi saldırıyorsunuz (Yakalayınca zorbalar gibi yakalıyorsunuz; Elinize her fırsat geçirdiğinizde, hukuka tecavüz edip zorbalık mı yapacaksınız?). Artık Allah bilinciyle yaşayın ve bana itaat edin. Size bildiğiniz nimetleri çok bol veren Allah’a saygılı olun. Size davarlar, oğullar, cennet gibi bağlar, bahçeler, pınarlar verdi. Açıkçası büyük bir azaba uğrayacağınızdan korkuyorum.” Dediler ki: “Sen, ha öğüt vermişsin, ha vermemişsin, bizce birdir. Bunlar bizim geleneklerimizdir (Zira bu, önden giden atalarımızın ahlak sisteminden başka bir şey değildi). Azaba uğrayacak da değiliz” O’na yalancı dediler. Biz de kendilerini helâk ettik. Bunda ibret alınacak büyük dersler vardır. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Gel gör ki çoğu iman etmez (Onların çoğu bu kıssalara inanmasalar da, Allah’ın tarih ve toplumlar için koyduğu yasalar işlemeye devam edecektir). Rabbin çok güçlüdür, sevgi ve merhamet kaynağıdır; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Şuara, 26: 123-140).
“Ad’ın hikâyesi, cenneti dünyada arayan zavallıların hikâyesidir. Kur’an’da 24 kez geçen Âd kavminin nüzul sürecinde ilk geçtiği yer burasıdır.
Kur’an’da 22 yerde Âd, Semud ile birlikte veya art arda anılır. Ayrıntılı olarak Şuara, 26: 123-159, Hud, 11: 50-68, Fussilet, 41: 15-18, Müminun, 23: 31-44, Ankebut, 29:38’da ele alınır. Bu iki kıssa Kitabı Mukaddes’te hiç yer almaz. Nuh kavminin ardından gelir. İnsanlık tarihinde dillere destan olmuş efsanevi İrem Bağları sahibi olan bu uygarlık Ahkâf’ta kurulmuştu. Burası, Arabistan yarımadasının güneyinde okyanusa paralel ve Rub’u’l-Hali çölünün alt kıyısı boyunca uzanan ve bugün adına Hadramevt (Ölüyeşil) denilen vadide bulunuyordu. Refahın verdiği şımarıklıkla Hûd peygamberi dinlemedi ve helake uğradı. Onlardan arta kalanlar, helak bölgesinden uzaklaşarak yarımadanın Kuzeyinde, görkemli kaya kentlerin olduğu Hicr diye anılan bölgeye yerleştiler. Semud adıyla anıldılar. Semud, Ad’ın yaşadığı tecrübeyi yanlış okudu. Âd’ın helakini inşaat malzemesinin çürüklüğüne bağladı. Kum tepelerinin (Ahkâf) eteğinde bir medeniyet kurduğu için helak olduğunu düşündü ve gitti kayalardan kendisine görkemli kentler inşa etti. Buraya Vadi’l Kura denildi. Sorunu böyle çözdüğünü düşünmüştü. Fakat helak sebebinin yapı malzemesinden değil, insandan kaynaklandığını akıl edemedi. Ve sonunda “kaya gibi sağlam” mekânlarında onlar da helake uğradılar. Şimdi onlardan geriye kalan harabeler, Medain-i Salih adıyla anılmaktadır. (M. İslâmoğlu, Fecr suresi 6’cı ayetin ilgili sayfa 47’de 9’ncu dipnot). “ ‘el attı, yakaladı, enseledi’ anlamındaki “betaşe” fiilinden türetilen “bataştum”, insan için kullanıldığında olumsuz anlama gelir. “Cebbar” da insan için kullanıldığında olumsuz anlamda “canının istediğini yapan ve yaptıran” anlamına gelir. Cebbar olmak Allah’ın hakkıdır, böyle bir iddiada bulunan Allah’tan rol çalmaya kalkmış olur. Açıktır ki bu ayet, insana yönelik her türlü zorbalığı hak ve hukuk ihlali olarak görmektedir. Bu durumun Âd uygarlığını yıkılışa götüren nedenler arasında zikredilmesi de hayli dikkat çekicidir.” (M. İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Şuara Suresi, 26: 130’ncu ayetle ilgili dip not, s:236).
Müslümanlıkta tebliğ, karşılıksız ve ücretsizdir. Tebliğ etkinliği kesinlikle herhangi bir ücret ya da çıkar sağlamak amacıyla yapılmaz. Tebliğ eyleminde güdülen amaç; insanlara Rablerini, Resullerini, Vahiyle gelen Mesajları duyurmak, tanıtmak ve o mesajlar doğrultusunda bireysel ve toplumsal yaşayışlar üreterek yeryüzünde barış ve esenliği sağlamaktır. Bilindiği gibi barış ve esenliğin hayat bulamadığı toplumlarda adalet, eşitlik, özgürlük, güven ve mutluluk olamaz. Bununla birlikte her türlü fedakârlığa katlanarak hiçbir ücret ve herhangi bir çıkar gözetmeksizin yapılan duyuru, tanıtım ve çağrılar olumlu sonuçlar getirdiği gibi, karşılıksız kalabilir. “Sen bize öğüt versen de vermesen de fark etmez. (Bizim uyduğumuz) bu (din), öncekilerin (sürdürdükleri) gelenekten başka bir şey değildir. (Ona uyduğumuz için de) cezalandırılacak değiliz!” diye karşılık vermek suretiyle elçilerini yalanlamışlardı.” (Şuara, 26: 136-138)
Tebliğ çok çeşitli araçlarla yapılabilir, bu anlamda şunları söyleyebiliriz: bütün çeşitleriyle konuşma, yazı, tebliğe yönelik kitap okuma ve belki de en önemlisi yaşananlar içindeki örnek davranışlar… Yukarıda da görüldüğü gibi Hz. Hud, Ad kavmine tebliğ anlamında ve biraz da eleştiri içerikli ifade ile şöyle diyor: “Siz, eğelenmek üzere, her yüksek yere alâmet bir bina mı inşa edeceksiniz? Ölümsüz olmak için sağlam yapılar mı edineceksiniz?” (Şuara, 26: 128, 129). Bu bina, villa, saray, şato, kasr, apartman, vs insanlık tarihinde zenginlerin ve yönetenlerin sürekli olarak özendiği ve yaptıkları işlerdendir. Toplumların ileri gelenleri, mele, mutref, müstekbir, kral, şah, padişah, han, hükümdar vs, bunlar ölümü kendilerine yakıştırmıyor, olmalılar. Yıllar önce Babamla Bergama’daki eski kalıntıların olduğu yerleri geziyorduk. Kalıntı dediysem de, onların her biri muhteşem yapılardır. Dağın tepesindeki yapıları gören babam, “Bunları yaptıran krallar çok aptal, ama o kadar da zorba imişler; bu kadar malzeme buraya nasıl taşınır ve bu su kuyuları ve havuzlar nasıl açılabilir? Belli ki insanları cebren çalıştırmış, değer miydi, şu kısacık bir ömürdeki heves için?” dedi.
“Cebren” ifadesine, yukarıda bir alıntı ile değinmiştim, şimdi de M. Esed’in aynı ayet (26: 130) için yazdığı alıntıyı paylaşmak istiyorum. Çünkü bu cebrilik, yani ceberutluk çok fena bir şeydir; hür düşünceyi, özgürlüğün kendisini, mutluluğu ve her şeyi paramparça eder. Bütün dayatmacı uygulamaların temelinde bu ceberutluk zihniyeti yatar.
“Cebbar terimi, insan için kullanıldığında kendisinden zayıf olanın hukuku konusunda hiçbir ahlaki sınır tanımaksızın ortaya konan haksız, kaba kuvvete dayanan, zorbaca olan anlamına gelmektedir. 11: 59 yahut 14: 15’te olduğu gibi, aynı terim bazen de kişinin olumsuz yöndeki ahlaki tutum ve tercihini ifade için kullanılır ve bu durumlarda bir başka dile “hakkın düşmanı” olarak aktarılabilir. Yukarıdaki anlam akışı içinde, yine de vurgu, daha çok, “Ad kavminin başka insanlara ya da toplumlara karşı gösterdiği düşmanca davranışa politika olarak benimsediği zorbalığa dikkat çekecek yöndedir. Ve bu anlamda, bütün çağlarda geçerli olan ve savaşta gereksiz şiddeti yasaklayan, ahlâki kaygı ve sınırlara her türlü savaş eyleminden ve savaş temayülünden önce yer veren Kur’an uygun tutumu dile getirmektedir.” (Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, Meal-Tefsir, 2’nci cilt, s: 752, İşaret Yayınları, 5’nci baskı, İstanbul- 1999)
Yukarıdaki ayetler grubunda yer alan “Ben bu davet karşısında hiçbir ücret talep etmiyorum. Benim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbine aittir”, ifadesi de, davet ve tebliğ bağlamında çok dikkat çekici bir mesajdır. Kur’an’da birçok yerde Resullerin dilinden yinelenen bu ilke, resullerin varisleri olduğunu iddia eden ve kendisini “Din Âlimi” olarak niteleyen kişiler tarafından yok sayıldığı da apaçık bir gerçektir. Şu garabete bakın ki, bu tür kişilerin çevresindeki insanlar da aynı şeyi söylüyorlar. Eh, M. Sait Çekmegil’in dediği gibi; her suyun aktığı alanda ot, kapağı olmayan tepsideki baklavanın etrafında sinek ve başka haşerat biter. Gene döndük geldik, daha önce defalarca dile getirdiğimiz, “geçimi ve konforu dinden olanlar” çelişkisine. Evet, bu büyük bir sorun ve çelişkidir. Üzerinde ne kadar durulursa yeridir. Bu noktada belki cebren olmasa da, büyük hilelerle insanların sömürüldüğü gerçeğine kim itiraz edebilir? Dünyanın neresinde İslâm coğrafyası denen yerlerde yaşanan şu çarpık uygulama görülebilir? Esnaf, tüccar, sanayici vs kamunun hakkı olan vergiyi gereği gibi vermiyor, ama bilmem hangi hesaba göre “zekât” adı altında epeyce bir miktarda “ücreti”, tam da yukarıda geçtiği gibi acayip, alâmet binalarda yaşayanlara veriyor… Burada başka bir çelişki daha var: “zekât” diye yaptıkları hesap, Kur’an’da “sadaka” için geçiyor. Zekât, hesabı olmadan yapılan bir arınma(tezkiyelenme), Sadaka ise yetkili kurumlar tarafından belirlenip tasdik edilmiş, resmi olarak kamu yararına (okul, hastane, yol, vatan savunması, vs için) alınan vergidir. Ne kadar becerikli insanlar var ki; “adl”ı, “kıst”; “kıst”ı “adl” yapıyorlar. Aynen bunun gibi “sadaka”yı “zekât”; “zekât”ı “sadaka”ya çeviriyorlar. Allah, “sadaka” diyor; fakih, ilmihalci, mealci, müfessir yetkiyi kimden ve nereden alıyorsa onu “(zekât)”diye anlıyor ve öyle okuyup yazıyor.
Şimdi birileri, “Sen de yukarıda parantezli ifadeler koymuşsun” diyecek; diyebilirler. Ancak, konunun bağlamına bakıldığında, iki durumun aynı olmadığı görülebilir. Yazıyı Hz. Ali’nin iki sözü ile bitirmek istiyorum. Birisi şu: “Din Bir idi, onu Bin yaptılar!”; diğeri de; “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz!”
“”””””””””””””””””””””””””””””””
Not: Ayet mealleri, R. İhsan Eliaçık’ ın “Yaşayan Kur’an” ve Salih Akdemir’in “Son Çağrı Kur’an” adlı eserlerinden alınmıştır.