Medyanın Dibi
“Adamın dibi” diyor gençler. En iyi, en güvenilir, en adam gibi insan demek.
Biz, dip dediğimizde, en alt nokta, en alçak yer, en olmak istemediğimiz durum demek isterdik; kelimenin anlamı da bu.
Demek ki, bir kelime değişik dönemlerde değişik, hatta tam ters anlamlarda kavramlaştırılabiliyor.
Hep ceberut kelimesini örnek veririm, başımdan da geçti. Ceberut, “Allah’a giden yolun üçüncü aşaması” demek (Kanar Sözlüğü). Ancak Türkçede “zorba”, diktatör, şiddet ile ezen anlamlarında kullanılıyor. 2008’den önce, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yönetici olan birine “ceberut” dediğim için hakkımda soruşturma açıldı ve tecziyeye uğradım. İsmini önemsiz olduğu için vermiyorum. Mahkemeye verdiğim savunma dilekçesinde bu durumu açıkladığımda, Hâkimler bile şaşırarak tebessüm ettiklerini biliyorum. Onlar da bilmiyorlardı ama beni haklı buldular. Bir profesör, diğerine, diğeri iletişimden bihaber bile olsa, herhalde galat-ı meşhur ile hitap edemez; her ikisi de kelimelerin ve kavramların etimolojilerini bilmek zorundalar.
Bundan sonra sakın zorba diyeceğiniz zaman ceberut kelimesini kullanmayın; bilen biri çıkar, Cebrail ile kök anlam arkadaşlığı bulunan bu kelimeyi yanlış anlar ve başınıza hiç ummadığınız sonuçlar gelebilir. Adama küfretmek istediğiniz halde, övmüş olursunuz.
Medya da böyle bir kelime. Çeşitli kavramlara sahip. İngilizcesi “media”, biz de aynı televizyon gibi bu yabancı kelimeyi Türkçeleştirmiş durumdayız. Cahil politikacılar, medyayı televizyon yerine kullanıyorlar. Sıkça duymuşsunuzdur, “basın ve medya” diyorlar, basın deyince gazete, medya deyince de televizyon demek istiyorlar.
“Basın mensupları” da diyorlar, televizyonda çalışan bir kişiden bahsederken; “medya mensupları” da diyorlar, her ikisini de kapsamaya çalıştıkları zaman. “Yazılı basın, sosyal basın, görsel medya” diyen bile var.
Medyayı teknoloji yerine, ya da popüler kültür ve magazin kültürü dedikleri olguyu anlatmak için kullanan da var.
“Medya aracı” diyen var, iki kez araç diyerek; “yazılı ve görsel medya” diyen de; sanki yazı görsel değilmiş gibi. İşittiğiniz hiç yazı oldu mu sizin? Evet, olmuştur, birisi gözüyle yazıyı yüksek sesle okurken. Yazının hem görsel hem işitsel boyutu olduğu gibi, görüntünün de hem işitsel, hem de görsel aktarımı olabilir. Peki, hangisine ne diyeceğiz? Karışık değil mi? Gazeteye, radyoya, televizyona veya Internet’e ne diyeceğiz, onları duyu organlarımızla ifade etmeye çalışırken. Radyo ve televizyona yayın ya da görsel-işitsel araçlar diyebiliriz ama Internet’e ne diyeceği? Gazeteye basın dersek, matbaa ürününden söz ediyoruz. Matbaa (tab) kelimesi ile basmak aynı şey fakat DVD-CD’ler de basılıyor; aynı müzik plakları gibi. Bırak dağınık kalsın der gibisiniz. Bütün bunları toplu olarak anmak için hepsine “medya” diyoruz.
İşin kısacası, medya her kılığa ve biçime bürünen kavramlar yaratıyor ama en iyisi onu tüm iletişim süreçlerini anlatan genel bir kelime olarak kullanmak.
Media, medium kelimesinin çoğulu. Latince etimolojide, orta, arada kalan, çeşitli tarafları ve yolları birleştiren alan, meydan gibi bir şey demek. Bu nedenle, bu etimolojiye çok uygun olarak Türkçeye ortam ve araç olarak çevirmişiz. Teknik bir yabancı kelimenin Türkçeye çevrilmesinin en güzel örneği bu iki kelime de: orta-m ve ara-ç.
Gençler bu kelimeyi çok güzel kullanıyorlar. Bazen mekân, bazen ortam diyorlar. Bir arkadaş grubuna veya bir eğlence yerine girerken “ortama girdim”, “ortamdan rahatsız oldum” ; bir genel durumu anlatmak için “ortama giremedi”, yani geneli paylaşamadı diyorlar. Media ortam olurken, bir ara “vasat” da olmuş. Vasat, orta, ortalama, orta malı, genel olarak fazlasıyla karşılaşılan demek. Bu adam çok vasat, dersek, onun ortalama biri olduğunu söylüyoruz. Vasat, aynı zamanda bir yerdeki durum demek; “o vasatta ilerliyoruz” dediğimiz zaman, o durumda ilerliyoruz, diyoruz.
Medya aynı ceberut gibi, dip gibi, ters anlamlara gelecek kavramları, değişik ve çoğunlukla Türkçede kullanırken yanlış tanımladığımız olgu, süreç ve boyutları kapsıyor.
Bazı bilmişlerimiz, çoğuluna medya derken, tekiline mecra diyorlar. Mecra ise “mainstream”, orta akım, orta yol veya yol demek.
Demek ki, medya, meydan, agora, kamusal alan, orta’da olarak tarafları birleştiren ve kendisi tarafsız veya kutupsuz olan, ara-ç haline gelerek, iletişim içeriğini taşıyan bir olgunun kavramlaştırması olarak çok net bir anlama sahip. Gazete öyle değildi; demek ki gazeteye medya demek biraz zor. Bunu, Migros Medyası (MEME) kategorizasyonu ile yapmaya tevessül eden Ertuğrul Özkök bile, peşinden sürüklediği Doğan ve Koç ailesiyle, şimdi Hanya’da mı, Konya’da mı ikamete zorlanacak bir epifenomen olarak diplerden dip beğeniyor. Onu kahraman haline getiren AKP’li, muhalefetli politikacılar ve medyatörler de biliyor ki, o yok olursa sembiyotik ilişki bitecek ve beslendikleri dallar kuruyacak.
Gazete’nin medya olarak adlandırılmamasının nedeni, kamusal malları kullanmaması ve özel bir girişim olarak sadece kamusal hizmet veren ama topluma “çok seslilikle-birden fazla gazete yayınlamak özgürlüğü hakkının kullanılması olarak,” kamunun-seçmenin kendi bireysel çıkarlarına uygun olarak özgür ve belirleyici seçim yapmak ve yönetimi belirlemek için James Madison’un tanımladığı anlamda, toplu olarak demokrasinin dördüncü kuvveti (the fourth estate) olmasıdır. Televizyon ise, Amerikan Anayasası’nın o ünlü Birinci Zeylinin koruması altında olmayarak, bir medya olarak adlandırılabilecek özelliklere sahiptir. Hiç düşündünüz mü, ABD’de neden hâlâ sadece ulusal yayın yapan dört adet televizyon kanalı vardır? Ya da şunu sorun kendinize. Neden kablo, uydu, dijital ağlarda binlerce televizyon kanalı yayın yapabilirken, karasal (teresteryal) vericilerce sadece dört televizyon kanalı “ulusal” yayın yapmaktadır, bu teknolojinin yaratıcısı ülkede? Peki, bizim ülkede neden bu böyle değil? FCC tüm iletişim sektörlerini düzenleyen en yüksek idari otorite iken iletişim dünyasını kuran ülkede, bizde RTÜK ne iş yapar? Bunların tüm cevaplarını 2003 yılından bu yana yayınladığım kitaplarımda bulabilirsiniz.
İletimim dijital (sayısal) olması ile artık eski yayın paradigmasının boyunduruğundan kurtulmuş gibi gözüken bir entelektüel endüstrilerin varlığı sanısı sizi yanıltmasın, hâlâ izleyicilerin yüzde seksenden fazlası o bildiğimiz geleneksel medya diye tanımladığımız ara/ç’larla günlük enformasyon ve sembolik anlam gıdasını alıyor. İşte o nedenle, George Gerbner’in benim de yayına hazırlayan ve çevirmenlerinden biri olduğum, Medyaya Karşı (Ayrıntı Yay., Mart, 2014) kitabında yazdıkları önemli. Edinin ve okuyun.
Bütün bu kavramsal ve terminolojik bulamacın içinden şu çağrı artık Türkiye’de ete kemiğe bürünmüş bulunuyor: Demokrasiyi, şeffaflığı, katılımcılığı yaratmak için artık medyada devrim şart. Bundan otuz yıl önce politik devrimler öngörürdü toplumum dinamik unsurları, şimdi ise merkezsiz örgütlenme (yani geleneksel anlamda örgütsüzlük) yaratıcısı, sosyal ağlar (ya reklamcı deyişiyle sosyal medya) artık bize şunu söylüyor. Medya diye geleneksel kitle iletişim yolları tümüyle ve tape’lerde yankılana arzu ile “sıfırlanarak” yeniden büyük bir devrimle yeniden düzenlenmelidir.
Güncel olarak bu çağrı artık tam anlamıyla hayata geçirilebilecek bir canlılığa ve yaşamsallığa sahiptir.
Doğan medyası da, Erdoğan medyası da, bu topluma dertler, kasavetler doğuran medyadır; eften püften alt yapılarıyla bu ülkenin tüm insanlarını 1985 yılından bu yana oyalamaktadırlar. Yeni medya ise artık, “baş belası” veya yasaklanan medya haline gelmiştir. Siz hiç, şu son günlerde gazete ve televizyonların yasaklandığını duydunuz mu?
Güncel bir olguyu bu sembiotik ilişki içindeki zıt kutuplar zannedilen Türkiye medya düzenini (Er-Doğan medyasını) anlatmak için vereceğim:
Kanal 7, uzun zaman, hem Refah Partisi’nin, hem de Fazilet ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sesi ve genel olarak İslamcılığın başlangıç medyası olmuştur. Diğer tüm Erdoğan medyası veya Paralel Yapı Medyası diye bugünlerde anılan medya bu kanalın mayalaması ile sembolik enformasyon ekmeği (kültivasyon) haline dönüşmüştür. Bu kanalın ekran mahşerinin dört atlısı vardı: Fatih Karaca, Ahmet Hakan, Akif Beki ve Zahit Akman. Herkesin tanıdığı medyatörcülerdir bunlar. Kendi çaplarını çok aşan devasa faaliyetlere uzanmışlar ve çoğu kez ağızlarına yüzlerine bulaştırmışlardır. Uzun zaman birbirlerini tetikleyerek yaratan bu atlılar, AKP’nin ilk iktidar yıllarında yavaş yavaş ayrıştılar. Bugün, Karaca ve Hakan “Fethullah Hoca-Doğan” limanına bodosladı; Beki ile Akman ise Erdoğan limanını korunaklı olduğunu zannettiklerinden şimdilik oraya demir attılar. Tabii diyeceksiniz, Beki aynı zamanda Doğan “elemanı” halinde şu anda. İşte, zurnanın zırt dediği yer de burası. Müphem, flu, arka odalarda kır tane fırıldak dönen bir medya örüntüsünün sembolik abidesi sanki Beki. Ben hepsiyle az çok hukuka sahip biriyim, bu işbirliklerine şaşkınlıkla hiç bakmadım.
Daha başka cenahtan bir örnek: Bugün Ergenekon davasından hükümlü olarak tahliye edilmiş Tuncay Özkan, bir zamanlar baş ortak olduğu Kanal-Türk kanalını şu anda grup başkanı Fatih Karaca’nın olduğu Fetullahçı İpek grubuna 17 milyon dolara (olarak iddia edilen bir miktara) satmış ve şahsına 17 milyon doları çil çil sayan grubun bağlı olduğu iddia edilen Cemaatin polisinin, savcısının ve hakiminin kendisini hapse attırdığını iddia ediyor ve hemen yanında, onu destekleyen en önemli figür olarak Kanal D’deyken kanlı bıçaklı olduğu Uğur Dündar var. İşte Paşam, T/ürk medyası.
Örnekler o kadar çok, o kadar bol ki, ciltler yazılabilir. Nitekim ben 10 küsur cildini yazmış bulunuyorum. Halkımızın salya sümük seyreylediği iletişim “meydanı” bu.
Eski düşmanlar bir araya geldiler, yeni düşmanlar ise eski dostlarına, eski dostları ile kara çalıyorlar. Bu yeni mi oldu, hayır, en az yüz elli yıldır bu böyle. Sadece, son otuz yılda, sermaye medya girişimlerini politik manipülasyon unsuru olarak kullanabilme büyüklüğüne ulaştı. Daha önce sermayenin yerinde devlet vardı.
Evet, artık söylenmesi gereken şu: Hani o TİB izleme numarası ile resmi arşivlerde kayıtlı olan tape’de Başbakan’ın söylediği gibi, Türkiye halkı, bu eski medyayı, Doğan ve Erdoğan medyasını “sıfırlamak” zorunda. Medya devriminin zamanı geldi. Bugün ekran yüzü enkıromenler veya köşeci yazıcısı olan herkesin, emekli edilerek, Türkiye halkına artık yalan söylemeleri engellenmelidir. Bu medyada yer almış olan en küçük elaman olarak ciyaklıyanlarla, en yüksek pozisyonda uluyan herkesi kapsıyor bu çağrım. Bunları ben 2001’den bu yana yazıyorum.
“Alo Fatih” hattının sanki yeni kurulduğunu zannetmeyin, 1980’den beri mevcut. Fakat artık şu gerçek ki medyanın dibine oturmuş bulunuyorsunuz, o halde dibe battığınızı anlayın da, sizinle birlikte diplerdeki bulanık suları bırakalım ve “adamın dibi” olmak için yeni bir hayat kuralım, adam gibi bir medyada devrim yapalım. “Batsın böyle gazetecilik” diye zırvalıyacağınıza, toplu emekliliğinizi isteyin, battığınızın farkında değil misiniz? Ey, Derya Sazan, seni MEME ( açılımı için kitaplarıma bkz.), bir Başbakan’ın satın aldırdığı bir gazeteye genel yayın müdürü yaparken neyi düşündüğünü zannediyordun? Hadi bu konuda zır cahilsin, benim kitaplarımı da mı okumadın?
Kökü Çetin Altan ile İlhan Selçuk, gübresi Ertuğrul Özkök ile Zafer Mutlu, gövdesi Fehmi Koru ile Mehmet Barlas, dalları, Hasan Cemal ile Cengiz Çandar, yaprakları Ali Kırca ile Ayşegül Aslan, çiçekleri Ekrem Dumanlı ile Mustafa Karaalioğlu, meyveleri Oray Eğin ile Serdar Akinan olan ağacın bahçıvanı da Mesut Yılmaz ile Tayyip Erdoğan olur.
Adları istediğiniz gibi değiştirebilirsiniz. Mebzül miktarda değişik surat ve giysi içinde arz-ı endam ediyorlar, MEME’de. Benim adlarını saydıklarım sadece sembolik, sadece “duygusal”. Oray Eğin’i ekleyin, Fehmi Koru’yu çıkarın, Mehmet Barlas’ı çıkartın, Mehmet Altan’ı ekleyin, Ali Bayramoğlu’nu ekleyin, Mustafa Karaalioğlu’nu çıkartın. Sağdan alın, soldan alın, yandaş, candaş, kandaş olsun, paralelini sokun, komplo mağdurlarını çıkartın, o zavallı “vergi vermeyenlerin” millet iradesi olarak görüldüğü, geçmişi silindir gibi süpüren yeni Türkiye medyasın güncelini listeleyin, 1980’den bu yana medya dediğiniz lağım çukuruna bulaşmış hangi adı yazarsanız yazın bu ağaç odun üretmekten başka bir işe yaramaz. Bu adlara, “sizsiz medya nasıl olur” diye, kişisel olarak sorduğunuzda ise alacağınız cevap hep libidinal egosantrik bir patlama ile politikacıyı, bürokratı, iktidarı ve patronu suçlama, kendilerini aklama biçiminde karşısındakini suçlar. Aslında pek de yanlış değildir cevap: tek başına olsalar belki de iyi işler yapacak yetenektedirler. Ama karşılarındakiler yok mu? İşte medyayı onlar rezil etmektedir. Bu medyatik durumu, mesela Nazlı Ilıcak ile Mehmet Barlas arasında geçen polemiği bilmeyenler (yenisini değil, yıllar öncesinde olanı, artık eskilerde kalanı 1980’lerde olanı) daha az anlayabilir.
Medyada devrim şart!
İkinci yazıda, bu devrimin nasıl yapılacağını yazacağım. Seçimden sonra!