Her toplumsal sözleşmede olduğu gibi Medîne Sözleşmesi’nin de başına bir kaza gelmiştir. H.2’de Yahûdî mahallesindeki Kaynuka oğulları kalesinin çarşısında Muhammedî barışçılardan olan bir kadına çirkin davranılması sonucu birkaç kişinin ölmesi üzerine Kaynuka oğulları mahallesi (kalesi) kuşatılmış ve alacaklarını alarak şehri terk etmeleri cezası verilmiştir. Onlar da bunu yapmıştır. İkinci yol kazası Yahûdî ve Muhammedî barışçıların ortak ödemesi gereken bir diyeti görüşmek üzere Nadir oğulları mahallesine (kalesine) giden Peygamber’e suikast teşebbüsünde bulunulmasıdır. Bu olay üzerine mahalle kuşatılmış ve sakinleri Hayber’e sürülmüştür. Kureyza oğullarının Hendek Savaşı sırasında ikili oynaması sebebiyle onlar da cezalandırılmış; ama asla 700 kişi öldürülüp kadın ve çocukları esir ve câriye yapılmamıştır.[1] Tüm bu yol kazalarına rağmen Şehir Sözleşmesi Yahûdîler kısmı hariç sürdürülmüştür.
Medîne Sözleşmesi gibi geniş mutabakatlı bir toplum sözleşmesi nasıl ki birtakım çıkar grupları tarafından sulandırılmaya, etkisizleştirilmeye çalışıldıysa bugünlerde konuşulan ve Türkiye’nin tarihsel tecrübelerini kapsayarak ikinci yüzyılda yol haritası oluşturacak biçimde kuşatıcı bir karakter taşıması gereken yeni Anayasa çalışmasının benzer kazalara uğramaması için sendikalar, vakıflar, dernekler, basın ve yayın kuruluşları, meslek örgütleri, yardımlaşma ve dayanışma kuruluşları, Ermeniler ve Rumlara ait kuruluşlar, din ve mezhep temsilcileri, memur ve işçi örgütleri, Aleviler, Romanlar, Sünnîler, Katolikler, Protestanlar, Şiiler, Ortodokslar, Yahûdîler, Sabataistler, dinsizler, ateistler, agnostikler, yazarlar, şairler, LGBTİ+’lar ile bireysel katkı sunmak isteyenlerin Anayasa taslağına fikir vermesi, öneride bulunması, gerekli yerlerde itiraz etmesi ve birbirini anlayan bir ortamda toplumsal sözleşmeyi ortaya çıkarması gerekir. Anayasa Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herbir birey, kurum, kurul, kuruluş ve örgütün alın teriyle yazılmalıdır. Tıpkı Medine Vesikası’nın Medîne ve çevresini kapsayan 18 kabîleli, 3 dinli ve diğer müttefikleri içeren bir çoğulculukta yazılması gibi.
Anayasa’nın ruhu hukûk, bedeni kânundur. Bu sebeple Atatürk’ün de özdeyişe dönüştürdüğü “Adâlet, mülkün temelidir.”[2] sözü, kânunların kadîm rûhudur. Medîne Sözleşmesi’nin maddeleri ve pratiğinden hareket ettiğimizde şu yönetim biçimleri asla onaylanmaz:
- Toprağı ve üzerinde yaşayan halkları bir kişinin malı kabul eden yönetim sistemi (feodalite).
- Ordu, savaş, işgâl ve saldırı fikrini yücelten; her sorunun silahlı yöntemle çözüleceğini kabul eden yönetim sistemi (militarizm).
- Kralcı veya padişahçı bir otoriter yönetim sistemi (falanjizm).
- Ayrıcalıklı yaşayan küçük bir grubun iktidârda olduğu yönetim biçimi (oligarşi).
- Bireysel özgürlükler ile özel yaşamın her alanının devlet kontrolünde olduğu yönetim sistemi (totaliterizm).
- Her alanda belirleyici ve söz sahibinin sadece erkeklerin olduğu cinsiyetçi yönetim sistemi (androkrasi).
- Para, makam ve şöhret sahibi kimselerin devleti yönetmesi gerektiğini savunan yönetim sistemi (timokrasi).
- Politika, hukûk, sağlık, tarım, eğitim, savunma ve güvenlik gibi alanlarda bilgisi ve analiz yeteneği ya hiç olmayan veya yetersiz olan, duyduğu sözlere veya güvendiği kimselerin ağzına bakan halk kitlelerinin desteğini alan popülist siyasetçilerin devlet yönetiminde mutlak güç elde etmesiyle oluşan yönetim biçimi (oklokrasi).
- Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan, ifade özgürlüğünü hiçe sayan, dar görüşlü ve öfkeli kalabalıkların özgürlükçü fikirlere karşı zorbalık ve dayatmalarının önünü açan yönetim sistemi (mobokrasi).
Bu sistem, hukûkun üstünlüğünü hiçe sayan liderler tarafından hayata geçirilir. Örneğin Hitler’in medya, polis, asker ve yargıyı kontrol altına alması; muhalefeti sindirmesi, Propaganda Bakanlığı ile yönlendirdiği kalabalıkların öfkesini iktidârını korumak için kullanması, yalan haber ve sahte bilgilerle halkı istediği tarafa eğilimli yapması, devletin denetim mekanizmalarını etkisizleştirmesi tam bir mobokrasiydi.
- Bir millet, kavim ve kabîlenin kontrolünde olan yönetim sistemi (etnokrasi).
- Bir din veya mezhebin kurallarına göre oluşturulan yönetilen sistemi (teokrasi).
- Ordunun kendi hukûkunu topluma dayattığı yönetim sistemi (stratokrasi).
- Bir aile, siyasal örgüt veya dini grubun ülkenin imkânları ve kaynaklarını sistemli olarak sadece yandaşları arasında dağıttığı ve paylaştığı yönetim sistemi (kleptokrasi)
- Yasama, yürütme ve yargılamanın tek kişinin mutlak yetkisinde olduğu yönetim sistemi (monarşi).
- Soylu veya seçkin bir sınıfın yönettiği yönetim sistemi (aristokrasi).
- Toplumsal barışı ayakta tutan ortak akıl ile çoğulcu değerlerin karşısında durarak her alanda tekçi olan yönetim sistemi (politik monizm, gayr-ı Müslim). Bu sistemde tek sendika, tek parti, tek ideoloji, tek lider, tek din, tek mezhep, tek millet, tek önder öylesine vurgulanır ki başka ideolojik, politik ve inançsal kurum, kişi ve düşünceler kurnazca ortaya konan oyunlarla halkın birliği ve devletin devamı için tehdit olarak sunulur. Böylece halkların asimilasyonu, itirazların engellenmesi, farklılıkların unutturulması ve egemen güç merkezlerinin toplumu dizayn etmesi gerçekleştirilmeye çalışılır. Bu politik uygulamaya karşı gelenler de kitabına uydurulmuş hukûk ve siyaset terimleriyle yok edilmeye çalışılır.
- Siyasal, ekonomik, hukûksal ve toplumsal alanlarda baskı, dayatma ve zorbalıklar ile özgürlükleri kısıtlayan; din, dil, mezhep ve dünya görüşü serbestliğini yok eden; savaş, şiddet ve tehtit dışında seyahat sınırlaması getiren, halkın özgürce konuşma ve eleştirme hakkını alan veya kısıtlayan, devleti kutsayıp devlet sembollerini yüceltmeyenleri hapislerde çürüten, lider putçuluğu yapan, sorgusuz itaat etmeyi dayatan, güvenlikçi politikaları hâkim kılarak bireysel ve toplumsal hayatın her alanını kontrol eden, tarihi kavimler savaşının belirlediğini iddiâ ederek Kur’ân’daki mustazaf (proleter)-müstekbir (burjuvazi) çelişkisine dayalı tarih anlayışını reddeden yönetim sistemi (faşizm).
Faşizm, yöneticilerin yönettikleri üzerinde Tanrı gibi egemenlik kurduğu Tanrı-devlet modelidir. İdeolojisini bir mezhepten, ekonomisini tarımdan ve gücünü ordudan alan imparatorluk devirlerinden kalmış bir çöplüktür. Bu devirlere askerî din-tarım imparatorluk devirleri denir. Osmanlı, Bizans, Abbâsî, Emevî, Selçuklu, Sâsânî, Pers, Roma ve Mısır imparatorları Tanrı gibi görülen Tanrı-kralların devirleriydi. Hâlbuki İslâm tüm impratorluk zihniyetlerini patlatan bir dinamitti. Ancak vicdân elçisi Muhammed’in ölümünden sonra abdestli kapitalizm ve üstüne İslâm şalı örtülmüş emperyalizm (imparatorluklar) ortaya çıkarak Kur’ân’ın yönetim ilkeleri, adâlet âyetleri, Vedâ Hutbesi’nin uyarıları ve Medîne Sözleşmesi’ni tarihe gömdüler; İslâm devrimini devletin kontrol ettiği resmî dîne dönüştürerek işgâl, istilâ, kölelik, câriyelik ve gasp gibi politikaların onaylayıcısı yaptılar. Böylece Kur’ân İslâm’ı gitti faşist İslâm geldi.
Zerdüşt İran’ında şâh, Tanrı Ahura Mazda’nın yeryüzündeki gölgesi ve temsilcisi olması yanında hükümet, ordu ve dînin yeryüzündeki başkanıydı. Sâsânîler zamanında İran şâhları kendilerini İranlılar ve İranlı olmayanların şâhı diye tanımlar ve minu-çitra/minû-çihr (cennet yüzlü) ünvanını kullanırdı. Şâh her türlü kusurdan uzak kabul edildiğinden engelli kimselerin onu görmesi yasaktı. Sarayda kabul esnasında şâh bir perdenin arkasında oturur, yüzünü kimseye göstermez ve izin verilmeden huzurunda konuşulmazdı. Bu bir faşizm örneğiydi.
Kânûnî Sultan Süleyman’ın Fransa kralına yazdığı mektupta kendisi için söylediği “Ben ki sultanların sultanı, hakanların başı, krallara tac giydiren, Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim…”[3] sözleri, Şeyhü’l-İslâm Ebu’s-Suud’un Kânûnî hakkında söylediği “Allâh’ın hem çok koyu bir gölgesi hem gönüllerin sığınağı olan padişah”[4] nitelemesi; dört padişah görmüş ve Divân’ı olan Fıtnat Hanım’ın Osmanlı padişahlarına “Yeryüzünde Allâh’ın gölgesi olan padişah”[5] diyerek yalakalık etmesi; üç padişah görmüş olan Türkçü Ziyâ Gökalp’in “Hüküm verme, karar çıkarma, yasa koyma işi Allâh’ın gölgesi olan padişahın elindedir.”[6] ifadesi lider putu, Tanrı-kral, ilâh padişah, rab sultan üreten faşizmin İslâm biçimine bürünmüş şekilleridir.[7]
Zerdüşt şâhlardan Emevî ve Osmanlı padişahlarına kadar “Tanrı’nın gölgesi, Tanrı’nın kutsal temsilcisi” gibi kullanılan tüm ünvanlar, lider kutsayan ve önderleri Tanrılaştıran faşizm şirkinin bulaşıklarıdır. Yöneticilerin yaşatma ve öldürme, iş verme ve işten atma, hayatı daraltma ve genişletme, izin verme ve yasaklama yetkilerine sahip olmasına; sorgulanamaz, eleştirilemez ve görevinden indirilemez bir konumda bulunmasına; yanlış yapmalarının ya imkânsız görülmesine ya da olumlu biçimde yorumlanmasına faşizm denir. Bu şirkin aynısı tarîkât ve cemaat çevrelerinde de yaygındır. Faşizm karşıtı olmak Muhammedî devrimin ilk basamağı, Kur’ân Müslümanı olmanın ilk koşulu olduğundan İslâmî yönetimin ilk harcı da anti-faşizmdir.
Yukarıdaki on yedi maddeyi içeren bir yönetim sistemi İslâmî ve Kur’ânî bir yönetim değildir. Bu tür yönetimlerde yöneticiler ve halkların namaz, oruç, hac, kurban, başörtüsü, takke, kavuk, şalvar, sarık, ezan, hâfızlık, mevlüt, hatim ve kandil gibi giysi ve ritüellere sahip olması orayı Müslim (Müslüman) ülke yapmaz.
Bir beldenin Kur’ânîliği barış (İslâm), güven (iman), dayanışma (salât), ekonomik paylaşım (zekât), özgürlük (hürriye), eşitlik (adl), herkese hak ettiği şeyin hak ettiği oranda verilmesi (kıst); sevgi ve acıma ile adâletin harmanlanması (vicdân) temelleri üzerinde inşâ edilen bir sosyal düzenin varlığı ile mümkündür.
On yedi maddenin tümünü veya bir kısmını yahut birini hayata geçirerek tevhit değerlerine[8] karşı gelen bir ülkede isterse Peygamber başkan, Halîfe Ebûbekir başkan yardımcısı, Halîfe Ömer adâlet bakanı, Halîfe Ali ekonomi bakanı, Abdülkâdir Geylânî eğitim bakanı, Mevlânâ Celâleddin Rûmî kültür bakanı olsun; orası İslâm beldesi değil, câhiliye yurdu ve küfür diyârıdır.
Medîne Sözleşmesi’ne Sözleşme’nin ruhu olan Kur’ân’ı da ilave edersek şu yönetim biçimleri meşrûiyet kazanır:
- Tüm mevkilerin dili, dini, rengi, ideolojisi, mezhebi, cinsiyeti, özel yaşamı, partisi, derneği, vakfı ve sendikası ne olursa olsun işin donanımlı, yetenekli ve becerikli kimselere verildiği yönetim sistemi (meritokrasi).
- Devlet politikası ile iş ve işleyişlerin belirlenmesinde yapılan işin gerektirdiği meslek, görev, donanım, yetenek ve sorumluluk alanlarında ilgili kişilerin eşit söz hakkına sahip olduğu yönetim biçimi (şûrâ, sovyet, halk meclisi, halk demokrasisi, kurultay, çalıştay).
Burjuva demokrasisi, toplumu burjuvanın kontrol ettiği ve burjuvanın halka sunduğu parti ve adayların halk tarafından seçildiği sözde demokratik sistemdir. Halk demokrasisi, adayları halkın belirlediği ve her kademenin ilgili halk kitlesi tarafından doğrudan seçildiği sistemdir. Bu sebeple mevcut demokrasiler birer burjuva demokrasisi olup demokratlık oyunundan ibarettir.
- Bireylere asgarî gelir güvencesi veren, insanları her türlü riske karşı koruyan, yurttaşların tümüne eğitim, sağlık, barınma, beslenme, giyinme, çalışma, ulaşım, eğlenme ve iletişim gibi hizmetler veren yönetim anlayışı (sosyal devlet, sosyalist demokrasi, sosyalizm).
- Devletin tüm iş ve işlemlerinin hukûk kurallarına bağlı olduğu, herkesin kânunlar karşısında eşit yargılandığı, yargının gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız olduğu devlet düzeni (nomokrasi, hukûk devleti).
- İşçi-işveren, patron-emekçi çelişkilerinin kaldırıldığı; herkesin yeteneğine göre iş alanlarında çalıştığı, emeğine göre kazandığı ve emeğin sömürülmediği; kimsenin gelecek ve yaşam endişesinin olmadığı sosyal ve ekonomik düzen (anti-kapitalizm).
- İşgâl, saldırı, kölecilik ve câriyecilik ile şehitlik, gazilik ve cihat kavramlarını Kur’ân’ın tarihsel perspektifi dışına çıkararak askerî din-tarım devletinin çıkarlarına göre yeniden üreten kişi, ideoloji, mezhep ve görüşlere karşı mücadele eden sistem (anti-militarizm).
- En az iki devletin kendi istekleriyle tek bir devlete dönüşmesi ve iç işlerinde kendi yasalarına göre uygulamalar yaparken dış işlerinde ortak davrandıkları bir yönetim sistemi kurması, amaç birliği bulunan birçok örgüt veya kuruluşun birlik oluşturması; en az iki devletten oluşan yapının ortak bir anayasayla birleşmesi yahut iç işlerinde bağımsız bölgeler, kantonlar veya devletler topluluğu oluşturan yönetim sistemleri (federasyon, konfederasyon, öz-erklik, adem-i merkeziyet)
- Her alanda ortak akılla karar vererek, herhangi bir yönetim yapısına ihtiyaç duymadan görev ve sorumlulukların eşitçe paylaştırıldığı, güvenli bölgelerin oluşturulduğu ve patron-işçi, zengin-yoksul sınıflarının kaldırıldığı; ödül ve cezaların ortaklaşa belirlendiği, en nihayetinde tüm sınırların kaldırıldığı yönetim sistemi (an-arşi-zm, komün-izm).
- Her birey ve grubu kendi dînî kimliği içinde kabûl eden, herkese inanma, inacını yaşama veya inanmama ve inançsızlığını yaşama özgürlüğü tanıyan yönetim sistemi (laiklik, sekülerizm).
Yukarıdaki dokuz maddenin tamamını üstteki on yedi maddelik anti-tezi de hesaba katarak yakın ve uzak hedefler biçimde plânlayıp hayata geçirmek Kur’ân devriminin hedefiydi. Ancak Ümeyye oğullarının Arap asabiyesi ve kapitalizmini devlet ideolojisine dönüştürmesiyle başlayan yozlaşma, iktidârda kalmak için uydurduğu kadercilik ve sonra gelen sözde İslâm imparatorluklarının Emevîliğin izinde daha da gelişerek gitmesi devrimci Peygamber’i uyuşuk bir tekke şeyhine, Kur’ân’ı bir ritüel kitabına ve İslâm’ı bir devlet dinine dönüştürdü. İslâm’ın devrimle bağını kopararak karşı devrim gerçekleştiren mezhepçi, devletçi, kavmiyetçi ve emperyalist sözde İslâm imparatorlukları Bizans ve Sâsânîlerin mirasına Müslümanlık kisvesiyle oturdu. Kral; sultan, emir ve padişah; başrahip; müftü ve şeyhü’l-İslâm ünvanlarıyla sürdürüldü. Câmi, kilise ve havraya indirgendi, iktidârın belirlediği mezhebin anlayışı çerçevesinde namaz kıldırma ve yönetimin dinini anlatma memurlarına imam dendi. Râhipler, imamlara dönüştürüldü. İmparator Konstantin, Îsevîliği Hristiyanlığa, Emevîler ve devamındaki sözde Müslüman imparatorluklar Muhammedîliği Sünnîlik ve Şiîliğe dönüştürdüler.
Uygulamadaki pek çok yanlışına rağmen 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhûriyet devrimleriyle hilâfet ve saltanatın kaldırılması, laiklik ilkesinin getirilmesi, Medenî Kanun’un kabûlü, kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olması, eğitim reformu yapılması, kamu yönetiminin herhangi bir din ve mezhebin kontrolünden çıkarılması ve meclisin açılması İslâm’ın üstüne serpilmiş ölü toprağını kaldırdı. Böylece Kur’ân’ın Firavunluk dediği faşist düzen kaldırıldı. Ancak yaşadığımız ironi ise tıpkı burjuvazinin feodaliteye karşı ilericiyken zamanla gericiliğin kalesine dönüşmesi gibi Cumhuriyet’in pek çok savunucu ve uygulayıcısı da zamanla halk demokrasisine giden adımları atmayarak gericileşti ve özgürlüklerden korkarak tek tipçi bir zihniyeti kutsadı.
Medîne Sözleşmesi, Osmanlıcılar ve mezhepçiler ile zihni donmuş Cumhuriyetçilerin ufkunu açacak olan bir içeriğe sahiptir, umarım bu metinden yararlanırlar.
_____________________________________________________
[1] Cemal Necim, çev. Abdurrahman Yazıcı, Benî Kureyza Esirlerinin Akıbeti, www.suleymaniyevakfi.org.
[2] Mülk, politik ve ekonomik anlamda sahip olunan güçtür. Siyâsî mülkiyet ile ekonomik mülkiyet birbirinden ayrılamaz.
[3] Ben ki sultânu’s-selâtîn ve burhânu’l-havâkîn tâc-bahş-ı hüsrevân-ı rû-yi zemîn zı’l-lu’l-lâhi fî’l-arzîn…
[4] Pâdişâh-ı dil-penâh zıll-i zalîl-i ilâh
[5] Zıll-ı Hak pâdişâh-ı rûy-ı zemin
[6] Teşrî işi tamâmen zı’l-lu’l-lâhın elindedir.
[7] İslam Ansiklopedisi, Şah mad., TDV Yayınları, 38. cilt, 2010; M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhü’l-İslâm Ebu’s-Suud Efendi’nin Fetvalarına Göre Kanuni Devrinde Osmanlı Hayatı, 724. Mesele, 2. baskı, Kapı Yayınları, İstanbul, 2018. [Kralın Tanrı’nın gölgesi olduğuna dair epey hadis uydurulmuştur. (Bezzar, 12/17; Beyhaki, Şuabu’l-İman, 9/475; Mecmûu’l-Fetavî, 28/390-391)]
[8] Barış (İslâm), güven (iman), dayanışma (salât), ekonomik paylaşım (zekât, ‘afv), emek (sa’y), özgürlük (hürriye), eşitlik (adl), herkese hak ettiği şeyin hak ettiği oranda verilmesi (kıst); sevgi, acıma ve adâletin (vicdân) harmanlandığı değerler.