Yazılar arası verdiğim uzun inziva molalarını sabırla bekleyen ve ara sıra görünüp kaybolarak yazmaya teşvik eden vefalı bir okurdan geçtiğimiz günlerde bir e-mail aldım. Siyasi mülahazalardan itinayla uzak durduğumu bildiği halde ısrarla AK Parti kongresini yorumlamamı istiyordu.
Eğer samimi bir “okuryazar ”sanız, insaflı bir münekkit olur ve muktedirlerin yanlışlarını göstermeye çalışırsınız. Aynı zamanda vicdanı da olan bir “okuryazar “sanız; cinsiyet, cibilliyet, milliyet ayrımı yapmadan tüm mazlum ve mağdurların sesi olmaya gayret edersiniz. Bu iki mühim vasfı karakterinize derç etmişseniz hep iktidarı, dolayısı ile herhangi bir partiyi sürekli eleştiren muarız konumuna sürüklenir ve tüketilmeye çalışılırsınız.
Şunu demek istiyorum: siyasi yazılar yazmak gayri ihtiyari “taraf” olmaktır. Ortada bir uçurum varsa “Araf” yoktur, “taraf” vardır. Ya taraflardan birini seçer ve o tarafa sığınırsınız veya uçurumdan aşağı yuvarlanırsınız. Nasıldı o söz; Taraf olmayan bertaraf olur. Bertaraf yani terkedilmiş, unutulmuş, uçurumdan aşağı atılmış…
Türkiye’deki siyasi kulvar muhafazakarlar ve sekülerler arasındaki derin uçurumdan ibaret. Düşünen insanın, -kırmızı çizgilerle birbirlerinden ayrılan iki ayrı cephede aynı anda saf tutması imkânsız olduğu için- bu anlamsız münakaşalardan izzet-i nefsini muhafaza ederek sağ çıkması mümkün değil. Getirdiğiniz eleştirilerin ne kadar isabetli oldukları önem taşımaz. Ne dediğinizle değil de daha ziyade nasıl söylediğinizle ilgilenilir ve bayat üslup tartışmalarına savrulursunuz. “Üslup” dile giydirilen elbisedir sadece ve görüntüye kilitlenmiş bir topluma beyninizi taşıyan organın içindekileri göstermeye çalışmanız fuzulidir.
İşte tam da bu noktada Kemalizm’in de özünde iyi bir muhafazakâr ideoloji olduğu açığa çıkar. Onlar da kafaların içindekiyle değil, dışındakiyle ilgilenip başörtüsü düşmanlığı yapmamışlar mıydı? Üslup kaygısıyla eleştirilerinizdeki fikri hamuleyi değersizleştirmeye çalışanlar da müphem bir dış görüntü fetişizmi yaparak sığ sularda kulaç atarlar. “Elbisem pejmürde, paspal olabilir ama içindekiyle niçin ilgilenmiyorsunuz? Niçin sadede gelmiyorsunuz?” diye haykırmak istersiniz endişeli üslupçulara ama aynı kitlenin, bizzat Başbakanı da salt üslup noktasında eleştirebildiklerini fark ettiğiniz zaman susar kalırsınız.
Gerçek şu ki Başbakanı sadece üslup noktasında eleştiremiyorum. Üslup konusunu hafife aldığım için değil sadece, üsluba yüklenen gizli mesajları daha fazla önemsediğim için. Başbakan yurdum erkeğinin bir prototipidir ve bir siyasetçi olarak vatandaşını en gerçeğe yakın şekilde temsil etmektedir. Onu üslubundan dolayı eleştirenlerin onun temsil ettiği zihniyetle herhangi bir problemlerinin olmaması daha rahatsız edici değil midir? Ataerkil zihniyetle, yani maşizmle, “erk” tahakkümüyle…
57 sayfalık konuşma metninde tek bir cümlenin kadın sorunlarına ayrılmaması, her gün bir kadın cinayetine sahnelik eden Anadolu topraklarında suskunlukla karşılanması trajik değil midir? Kadınların konumu ile ilgili mesajın her zaman olduğu gibi yine Başbakanın eşinin nezdinde zuhur etmesi ve kadınların muhtemel zaferlerinin sadece eşlerinin inisiyatifi ile mümkün olabileceği fikrinin bir daha bilinçaltlarına nakşedilmesi üzücü değil midir? Bakın yine ataerkinin pek sevdiği söz öbeklerinden biri aklıma geldi: Her başarılı erkeğin ARKASINDA bir kadın vardır. Sahibini hatırlamıyorum, sanıyorum Avrupalıydı. “Avrupa ataerkildir, çünkü Helenisttir” savımız en çok da muhafazakârların hoşuna gider nitekim. Ah şu kültürüne yabancılaşmak…
Mezkûr konuşmayla ilgili eksik görülen diğer tüm detaylar günlerdir ülke gündeminde çeşitli kalemler ve ağızlar tarafından tartışıldığı için onlara girmiyorum. Muhafazakâr elitlerin “kadın hakları” konusundaki duyarsızlığı pek dile getirilmediği için bu noktayı özellikle hatırlatmak istedim ama dile getirilmeyen başka konular da var.
Kadın hakları veya haksızlıkları konuşma metninde yer almadı ama başörtüsü yer aldı. Almanya’da hâlihazırda süren uyum kampanyası çerçevesinde kullanılan başörtülü kadın resimleri konusunda çok vurucu bir uyarı vardı. Başbakanımız Almanya’ya o tanıdık sert üslubuyla seslenerek “başörtülü kızları dışlamayın” dedi. Dedi demesine ama hiç etkilenemedik, çünkü yeni Anayasa tartışmaları sırasında AK Parti’nin başörtülülere kamuda çalışma özgürlüğü getirecek teklifini nasıl geri çektiğini henüz unutamamıştık. Unutamadık, zira olay o kadar taze ki, daha üzerinden bir ay geçmedi. Biraz zaman geçerse unuturuz, üzülmesinler… Ah şu balık hafızalılık…
Konuşmada naçizane dikkatimden bir türlü kaçamayan ama kimsenin “e bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demediği başka bir konu daha var.
Hiç şüphesiz muhafazakârların “ata yadigârı eserler” deyince sadece Osmanlıyı hatırladıkları malumumuzdur. Belki de sadece bu yüzden Başbakanımızın “TİKA ile kıtalara yayılmış ata yadigârı eserlere sahip çıkıyor, onları tamir ediyor, onları dünya mirasına kazandırıyoruz.” cümlesi kimseyi şaşırtmadı. Hiç kimse kıtalara yayılmış eserlere sahip çıkan bir ülkenin niçin kendi ülkesindeki tarihi eserleri, Alman veya diğer Avrupalı arkeologların insafına terk ettiğini sormadı. Osmanlı eserlerinden bahsetmiyoruz tabi, ama Ayvalık’taki kurt yazıtı da bir ata yadigârı değil miydi? Eski Türklere ait bu kurt heykelinin parçalanmamış halini ne yazık ki artık sadece internette, Dede Korkut Kitabı’nın 12 hikayelik asıl nüshasını Dresden Kütüphanesi’nde; 6 hikayelik 2’nci nüshasını ise Vatikan’da görmek mümkün.
Daha güncel bir bilgi daha var. Yine bir Alman araştırmacının (kızıyoruz ama iyi ki varlar) duyarlılığı ile ortaya çıkarılan ve taş (feldispat) ocakları yüzünden mıcır olup yok olma tehlikesi taşıyan Bafa gölünün kıyısındaki duvar yazıları, sahipleri bizim atamız sayılmadığı için mi ilgiye layık bulunmuyor? İnsan sormadan edemiyor: Anadolu topraklarında Osmanlıdan önce yaşayan tüm uygarlıklar Almanlara mı ait sanılıyor? Neden Hititoloji enstitüsünü Almanlar kuruyor? Kıtalara yayılmış ata yadigârı eserlere sahip çıkanlar neden kendi ülkelerinin dört bir tarafını Almanlara eştiriyor?
“Ata yadigârı eserler “ denince sadece Osmanlı Camilerini, medreselerini, külliyelerini anlayanların aklına hiç değilse Osmanlı seyyahları gelmiyor olmalı ki, Evliya Çelebi’nin Nil haritasını görmek için de Vatikan’a gitmeniz gerekiyor.
Ah şu Osmanlıcılık…