Sevgili dostlar,
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 99. kuruluş yıldönümünü kutladı dün… Özel oturumu baştan sona izledim. Konuşmacıların tümü millet iradesinin üstünlüğünden söz etti. Başkan, yönettiği Meclis’in milli mücadele iradesinin merkezi olduğunu söyledi.
Söylenmeyen şuydu:
Kendi iradesini saraya devretmiş bir mecliste konuşuyorlardı.
Son anayasa değişikliğiyle kendisini feshetme yetkisini Başkan’a verdi Meclis… Tıpkı Başbakanlığı feshedip giden Başbakan gibi… Parlamento, gensoru yetkisinden vazgeçerek yürütme üzerindeki denetim görevini feda etti. Yasa yapma, bütçe hazırlama görevlerini Erdoğan’a devretti. Sarayda kendisine paralel bir yasama organının kuruluşuna onay verdi. Yani intihar etti.
Meclis Başkanı’nın bahsettiği o ilk meclis, bu yetkileri ülkenin kurucu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e bile vermemişti. Gerekçeyi şöyle açıklamışlardı:
“Bu yetkiyi Cumhurbaşkanı’na vermek, bütün bir millet demek olan Meclis ile bir şahsı aynı derecede görmek demektir.”
Bugün yaşadığımız tam da budur.
Nitekim anayasa değişikliğinden beridir Meclis sadece işlevini değil, itibarını da yitirmiş, yetki, sorumluluk ve güç tamamen Saray’a geçmiştir.
Erdoğan’ın dün, Meclis’teki üçüncü büyük partiyi, yargı kararı olmadan terörle suçlayıp genel kurulu terk etmesi, ikinci büyük partinin liderine yapılan saldırıyı küçümsemesi, biraz da Meclis’in itibarsızlaştırılmasının neticesi…
Şimdi Erdoğan, demokrasinin dört kuvveti denilen, yasama, yürütme, yargı ve medyanın tümüne birden hükmediyor. Bu rejime demokrasi denilebilir mi?
Yarın Yüksek Seçim Kurulu’nun iktidar baskısına dayanamayıp İstanbul seçimlerini iptal etmesi, bu tabuta çakılan son çivi olacaktır. Tam diktatörlüğün kapısı böylece açılacaktır.
Ya seçim yenilenmez, Başkan’ın mazbatası onaylanırsa?
Mevcut otokrasiden, parlamenter sisteme dönmek için önemli bir kapı açılmış olur.