MURAT SEVİNÇ
Türkiye demokrasisi için önemli kırılma anlarından biri 28 Şubat süreci. Sınıf mücadelesinin vardığı ‘o’ noktada burjuvazi içinde yeni ittifaklar ortaya çıktı, 1980’in 12 Eylül’ünde küsen tabakalar barıştı. Buna mukabil tarihin ‘yanlış’ zamanında ‘yanlış’ işler yapan muktedirler, kendi tabirleriyle bin yıl süreceğini zannettikleri sürecin yalnızca beşinci yılında ağır bir mağlubiyetle tanıştı. Tarihi bilmeyen/okuyamayan ve günübirlik gücün büyüsüne kapılan tüm ceberut yönetimler böyledir; hiç bitmeyecek sanırlar ama biter. Çünkü o güç, yönetenin kara kaşı kara gözünde değil, kaş ve göz dışında kalan karmaşık güç ilişkilerinden kaynaklanır.
28 Şubat’ta asker bürokrasi nicedir çok üzdüğü sivil bürokrat/aydın kesimle arayı düzeltip o esnada filizlenen İslami sermaye ve siyasal alandaki temsilcileriyle mücadeleye girişti ancak ne Türkiye otuz yıl öncesindeydi ne de ‘müttefiklerin’ böyle bir derdi vardı. 28 Şubat zihniyeti, kısa sürede memleketi eti ve kemiğiyle AKP’ye teslim ediverdi. Sağolsunlar. Kararlılıklarına ve siyasi zekâlarına çok şey borçluyuz…
28 Şubat gününün özelliği, o meşhur MGK toplantısı. 1995 seçimleri ardından kurulan hükümet AYM’nin ‘güvenoyu alamadığına’ dair kararıyla sona erince, 1996 yazında Refahyol (RP/DYP) koalisyonu kuruldu. RP’nin yükseliş dönemiydi ve İstanbul belediyesi ardından bir de hükümet ortağı oluşu, siyasi ortamı gerdi. Gerginlik, olup biten her şeyin hükümet aleyhine kullanılmasına neden oldu.
Tabii basın o günlerde şimdi olduğu gibi şeffaf ve dürüst değildi. Gerçeğin değil, devletin yanındaydı. Devlet içindeki bazı güçler de, RP’ye ve koalisyona karşıydı. Bir kesim basın organı açıkça yalan söylüyor, tepki çekecek ‘görüntüleri’ sürekli yineliyordu. Örneğin Erbakan’ın verdiği iftar yemeğine gelen sarıklıları defalarca seyrettiğimizi hatırlıyorum. Ya da Fadime Şahin ile Müslüm Gündüz arasındaki‘münasebetin’ bizleri/kamuoyunu hiç ilgilendirmeyen görüntülerini. Erbakan’ın ‘şanssız bedevi’ konumuna düştüğü, ‘Kaddafi çadırındaki’görüntüleri. Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin bir konuşması nedeniyle mahkûm oluşunu vs…
Neyse ki artık namuslu, dürüst ve gazetecilik yapan bir basınımız var da böylesi yalana/ahlaksızlıklara tanık olmuyoruz. Malumunuz, bir demokrasi için en vahim durum yurttaşın yanlış/eksik bilgilendirilmesidir, yanıltılmasıdır. Yani gerçeğin peşinde koşması gereken her kim varsa, muktedirlerin dalkavukluğunu yapar hale gelmesidir. Dediğim gibi, geçti o günler…
Aydınlık için bir dakika karanlık ve ‘gulu gulu dansı’
Tabii bu esnada RP ve koalisyon ortağı da Türkiye sağının tüm sığlığını ve kadim reflekslerini, din sosuna bulayıp sergilemekle meşguldü. Kasım 1996’daki Susurluk Kazası’nda devletin işkembesi patladı ve ‘çoğu bilinen sırlar’ tüm açıklığıyla ortaya döküldü. Mafya/siyasetçi/polis ilişkileri yurttaşın önüne serildi. Erbakan ‘devlet’ olma (gibi görünme) çabasıyla, ‘fasa fiso’ dedi. Türkiye genelinde ‘aydınlık için bir dakika karanlık’ eylemleri başladı.
Bu satırların yazarı da, diğer milyonlarcası gibi her akşam aynı saatte evinin ışığını açıp kapatıyordu. En az şimdikiler kadar demokrat ve şakacı bir kişilik olan Adalet Bakanı Şevket Kazan, eylemciler için‘mumsöndü oynuyorlar’ yakıştırmasını yaptı. Erbakan’a göreyse bizler‘gulu gulu dansı’ yapıyorduk. Dedim ya, hepsi birbirinden renkli insanlardı; şakalar espriler havada uçuşuyordu… Ancak Erbakan’ın‘gulu gulu’ dansı için yıllar sonra bir belgeselde dillendirdiği ‘kültürsüz zencilerin yaptığı dans’ açıklaması, nüktedanlığın çok ötesinde ‘ırkçı’renkler barındırıyordu. Ama bir İslamcı ırkçılık yapmayacağına göre, muhtemelen o sözler de ‘Siyonistlerin’ komplosuydu!
Bu esnada rütbeliler, ‘hukuksal hadlerini’ aşıp siyasetçilere eleştiri yöneltmeye başladı. Kimi asker, ‘ne yani biz vatandaş değil miyiz, düşüncemizi söyleyemeyecek miyiz?’ diyordu; hiçbir yöneticinin konumunun farkına varamadığı Türkiye’de. Ocak 1997’de Gölcük’te toplantı yaptılar. Aynı günlerde Sincan Belediyesi, Kudüs Gecesi etkinliği düzenleyince tanklar Sincan sokaklarında paletlerini açtı! TSK, açıkça‘sopa’ gösterdi. Şubat başında Cumhurbaşkanı Demirel, hükümete uyarı mektubu yazdı. Ve işte o gergin Şubat ayının son günü, MGK tüm gün süren bir toplantı yaparak hükümete alınması gereken ‘önlemleri’dayattı. Hiçbir oyuncusu demokrat olmayan bir oyunda, silahı olanlar silahı olmayanlara, yapılması gerekenleri emretti.
Mayıs ayında RP hakkında kapatma davası açıldı. Haziran’da Demirel, hükümeti kurma görevini (havada yakıt ikmali!) Çiller yerine, Mesut Yılmaz’a verdi. Bu yolla darbeyi engellediğini söyleyenler de oldu, tepki gösterenler de. Demirel, ‘anayasal yetkisini kullandığını’ ifade etti… Zira Anayasa’da ‘cumhurbaşkanı hükümeti kurma görevini herhangi bir milletvekiline veremez’ şeklinde bir düzenleme yoktu. Zaten‘anayasal teamül’ de böyle bir şeydi!
Ardından RP’nin ve yerine kurulan FP’nin kapatılması, ‘yenilikçilerin’ayrılıp AKP’yi kurmaları… Banka hortumlamalar, Ağustos depremi vs. derken, ekonomik kriz ve üçlü koalisyonun çöküşü. Olağanüstü hızla parlatılan AKP’nin, seçim barajı nedeniyle oyların neredeyse yarısı çöpe gittiği için tek başına iktidar oluşu…
Tabii, sürecin siyasetçiler dışında zarar verdiklerini unutmamak gerek. İkna odalarında konuşulan türbanlı gençler, okullarından atılanlar, sayıları az da olsa işini kaybeden kamu görevlileri ve gazeteciler. Bu arada yazıyı kaleme alırken, Başbakan Davutoğlu’nun akademisyenlik yaptığı o dönemde neler yaptığını, nasıl bir mücadele verdiğini merak ettim. Eğer internet yalan söylemiyorsa, Harp Akademisi’nde konuk öğretim üyesi sıfatıyla ders verdiğini öğrendim. Artık nasıl sert bir tepki gösterdiyse TSK’nın uygulamalarına, hoca olarak istihdam etmişler! Stratejik derinlik…
Böyle özgürlüğü, demokrasiyi nerede bulacaksın?
Bugün böyle şeyler, demokrasi dışı yönelimler mümkün değil Türkiye’de. Kimse kimseye sopa göstermiyor, yöneticiler ve her düzeyde asker/sivil bürokrat hukuka harfiyen uyuyor. Basın özgür ve gazeteciler işlerini iktidar baskısı olmadan yapabiliyor. Bildiğim kadarıyla AKP’ye muhalif olduğu için baskı gören ya da işini kaybeden gazeteci yok. Ayrıca gazetecilik faaliyeti nedeniyle cezaevine giren de yok. Türkiye sermayesi, yatırımlarını iktidar gölgesi olmadan yönlendirebiliyor. İhaleler açık ve işadamları özgüvenli. Hatta biri, ‘ulusun bilmem neresine koyma’isteğini dile getirdiği için kınanmadığı gibi, ‘ulusun yetmez, doğanın da koy’ zihniyetiyle teşvik ediliyor Artvin’de.
Bunlar değerli, kıymeti bilinmesi gereken gelişmeler. Yazan çizenler, 28 Şubat’la karşılaştırılamayacak ölçüde özgür memleketimizde. Mesela o dönem Cengiz Çandar, Hasan Cemal, rahmetli M. Ali Birand gibi insanlara dava açılıyordu, fişleniyorlardı. Bugün rahatlar. Nitekim muhalif öğretim üyeleri, muhalif öğrenci, memur ve yurttaş kesimleri, hiç olmadıkları kadar özgürler günümüzde. Hatta hatta muhtarlar. Cumhuriyet tarihindeki en görkemli günlerini yaşıyorlar! 28 Şubat döneminde esamisi okunmazdı bu sempatik yerel yönetim biriminin…
Demek ki 28 Şubat’ı iyi anlamak, bir daha öyle bir baskı yaşanmasın diye elimizden geleni yapıp bugünün özgürlük ortamını korumak zorundayız. Öyle bir özgürlük ortamı ki, devlet başkanımız ‘AYM kararına uymuyorum’ diyebiliyor. Böyle bir özgürlüğün başka herhangi bir demokraside akla dahi gelmeyeceğini fark edip beğenmediğimiz mahkeme kararlarını bağlayıcı saymama yetkisini, bizzat devlet başkanından alıyor olmanın keyfini çıkarmalıyız. Yine bu sabah gazetede okuduğum bir haber özetle şöyle diyordu: ‘Teröre karşı mücadele veren askerlerin belli fiillerden yargılanması MSB ve Başbakan iznine bırakılacak.’ Bu da demektir ki, diyelim ‘işkence’ yaptığı iddia edilen bir asker yürütme organı izin vermeden ‘doğrudan’soruşturulamayacak. Böyle özgürlüğü, demokrasiyi nerede bulacaksın? İnsanın tepe tepe kullanası gelmiyor mu?
Yazının sonuna geldim ve ne yazık ki 28 Şubat sürecinde örneğin 1982 Anayasası’nın, örneğin yüzde 10 seçim barajının vs. yürürlükte olduğunu; örneğin Kürtlere, Alevilere, muhalif solculara nasıl büyük haksızlıklar yapıldığını yazıp anlatacak yer kalmadı. Ama herhalde bugün ne denli şanslı olduğumuz anlaşılmıştır artık! Mutlu olmak için somut en az ‘bir’ nedenimiz var demek ki: Genç insanlar o saçma sapan günleri yaşamıyor artık. Keratalar…