13 Mart 2020’de vefat eden Dana Zatopkova’nın anısına…
Netflix’te yayınlanan ‘Michael Jordan’ belgeselini seyredeniniz vardır mutlaka. Bir belgeselci başka açılardan takdir edebilir, ancak yalnızca basketbol/oyun sever birini de yeteri kadar etkiliyor. Üzerine çok uzun yazılabilir, belki yazılmıştır da. Bir basketbol efsanesinin ‘oyununu’ anlatmıyor yalnızca. ABD, basketbol, sektör, sınıfsal aidiyetler, sınıf atlama çabası… Tüm bunların yanında, bir de belki herkesi değil ama ‘müsabaka severleri’ etkileyecek bir ‘hırs’ ve ‘çalışkanlık’ gösterisi. Kuşkusuz disiplinle çok çalışmış olmak bu çapta insanların başlıca hasletlerinden. Buna mukabil, ‘Jordan’ olabilmek için, başka şeyler, örneğin olağanüstü bir yetenek de gerekiyor. Yetenek, çılgın çalışma temposu ve nihayetinde, olmazsa olmaz bir hırs. Azim de diyebiliriz. En az yeteneği kadar büyük bir hırs, kuşkusuz onunla aşık atabilecek irilikte ego. Yakışıyor Allah için! Yoksa benzer boyutta ego bizim magazin figürleri ya da muhtelif siyasetçilerde de var. O hiç olmazsa kifayet sahibi bir muhteris.
Uzun süre spor yapanlar, yarışma ve oyun sevenler, oradaki hırsı, azmi daha iyi anlayacaktır. Seyrederken yerinde oturmanızı engelleyen, o an sanki oradaymış ve o son saniye topunu siz kullanacakmışsınız hissini yaşamanıza neden olan bir istekten söz ediyorum. İster mahalle arasında, ister daha derli toplu bir sahada, ister en ilkel ister son derece gelişmiş aletlerle yapılsın, bir oyunun içinde ya da kenarında olmanın, insana çok şey kattığını düşünenlerdenim. Bireysel ve takım sporları için ayrı ayrı ele alınabilir söz konusu katkı. Maraton koşmak ya da yüzmek ile bir takımın içinde mücadele vermek arasında farklar var. Buna mukabil her biri hem zihinsel hem bedensel gelişime katkı sunuyor. Jordan belgeselinde en etkileyici yanlardan biri, kusursuz bir atlet olan basketbolcunun takımın diğer oyuncuları üzerinde kurduğu baskı ve onları mütemadiyen daha iyi oynamaya sevk etme çabası. Biri bakıp bunu çok hastalıklı bir tavır olarak da görebilir kuşkusuz. Ancak mahalle arasında top peşinde koşmuş biri de şunu gayet iyi bilir ki, bir oyun esnasında en sevimsiz kişi, takımını düşünmeyen ve elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmayandır. Yalnızca top sahibine şımarma hakkı tanınır, mecburiyetten!
Başkasına zarar vermeyen ve kötülüğe evrilmeyen bir oyun hırsını, oldum olası seviyorum. Eğer böyle bir güdüsü yoksa insanın, ne diye o oyunun içinde olsun ki. Hagi’yi zevkle seyretmek için GS taraftarı olmaya gerek yoktu. Büyük oyuncu Hagi. Bir sahtekâr olmadan da, Maradona’nın elle attığı golden zevk alabilir insan. Ya da hiç de kavgacı olmayan biri, Zidan’ın edepsiz rakibine attığı o güzel kafayı takdir edebilir. Bu insanlara yakışıyor, mesele bu. Onlar, sıradan biri yaptığında yadırganacak işe giriştiğinde, affedilebiliyorlar. Edilsinler zaten! Maradona’nın kariyeri yanında lafı mı olur o golün. Hem İngilizlere de ders olmuştur, hep onlar dünyayı kazıklayacak değil ya! O adamı seyredip etkilenmeyen var mıdır? Rakibi boydan boya ipe dizdiği o sahne! Efendim endüstriyel futbolda yeri olmazmış, şimdi futbol çok hızlı oynanıyormuş, Messi’ymiş, yok Ronaldo’ymuş… Maradona’nın yanında lafı mı olur şimdi bu oyuncuların. Ziyade olsun süratli futbolları. Kupayı kaybedince ağlıyorlar mı, beni bu ilgilendiriyor. Top her ayağına geldiğinde heyecanlandırıyor mu, evet; tamam o zaman. Aman kötü alışkanlıkları varmış! Bana ne Maradona’nın alışkanlıklarından, velisi miyim?
Lance Armstrong doping cezası alınca üzülmüştüm. Kabul ediyorum çok abartmış, yine de öyle olağanüstü bir yeteneğin tatsız ve mahcubiyet verici bir son yaşaması kötü oldu. Bir sürü ‘dopingsiz’ ve ne yazık ki organik domates kıvamında adam tatsız tuzsuz pedal çeviriyor İtalya’nın, Fransa’nın dağlarında.
Yalnızca çalışma ve disiplinle değil, olağanüstü yetenekleriyle de yaşamlarımızı renklendiren insanlara hep sevgi duydum. Başka bir şey var onlarda. Diğer çalışkanlarda olmayan, çok özel yetenek ve hırsa sahipler. O duygu zaman zaman hırçınlaşmalarına yol açabilse de, o kadar kusur kadı kızında da olur, demekten yanayım. Maradona gibi, George Best gibi, Eric Cantona gibi, Jordan gibi, John McEnroe gibi insanlara gerek var hayatta. Bu insanlar türlü renkler katıyor kendi dünyalarına ve tabii bizimkilere.
İnsanın yaşadığı çağın büyük yeteneklerine tanıklık etmesi, uzaktan ve ekrandan da olsa onları seyredebilmesi çok büyük talih. Benim kuşak Katarina Witt’i seyretti örneğin. Aklınıza hemen Jayne Torvill ve Christopher Dean geldi değil mi? Rekoru uzun yıllar kırılamayan sırıkla atlamacı, inanılmaz Sergey Bubka. Steve Ovett ile Sebastian Coe ikilisinin dinmeyen mücadelesi. Carl Lewis’i ihmal etmeyelim. Havuzda da Mark Spitz’i… Bir çırpıda sayılabilecek onlarca büyük yetenek. Tabii nasıl sayabiliyorum bu isimleri? Gençler bilmez, o zamanlar, yani Türkiye nüfusunun henüz büyük ölçüde ‘pagan’ olduğu yıllarda TRT adlı bir yayın kuruluşu vardı ve yurttaştan toplanan vergiler karşılığında kamusal yayıncılığı gözetiyordu. Kenar mahalle gençleri de eğer meraklılarsa, işte bu dünya şöhretlerini ezber edebiliyordu o TRT sayesinde. Her neyse…
Bir de, ‘eskilerde’ kalmış büyük yetenekler var. Siyah beyaz fotoğraflı yıllardan. Hiç seyretmeyip adını bildiğimiz, efsaneleşmiş sporcular. “Çek lokomotifi” Emil Zatopek bunlardan biri. Spor tarihinin büyük isimlerinden.
Bugün size hatırlatmak istediğim kitap Fransız edebiyatçı Jean Echenoz’un, Zatopek’in koşu macerasını nefis bir dille hikâyeleştirdiği eseri, “Koşmak.” Helikopter Yayınevi’nden 2012’de yayınlanan ‘anlatının’ çevirmeni, Mehmet Emin Özcan.
Koşmak, yirmi küsur yıllık bir süreci anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı yılları, Alman işgali, Çekoslovakya’yı kurtaran SSCB askeri, Komünist Parti iktidarı, partinin yöntemleri, 1950’ler, 60’lar ve bu kez aynı SSCB’nin 1968 müdahalesi… Arka planda yakın geçmiş Avrupa ve sosyalist deneyimi yer alıyor. O planın önünde Zatopek var ve büyük atlet durup dinlemeden koşuyor.
Bu kitabı yıllar önce Tanıl Bora sayesinde keşfedip okumuştum ve o uzun süredir tanıtmak istiyorum. Şimdi bir kez daha okudum, doğrusu yine heyecanlandım. İnanılmaz biri Zatopek. Başka çaresi olmadığı, başka bir şey yapamadığı, yapmak istemediği, sürekli koşmak istediği için koşuyor.
Doğrusu şans eseri keşfediliyor. Tabii sanırım böyle insanların keşfinde şansın rolünü çok da büyütmemeli, çünkü o gün olmasa başka bir gün fark edilecek, eninde sonunda koşacak ve yine başarılı olacaktı. Arka arkaya yarışlara katılıyor Zatopek. Kendi çalışıyor, kendi yöntemini geliştiriyor ve bir süre sonra beş bin ve on bin metrelerde tüm rekorları kırıp rakipsiz hale geliyor. Helsinki’de maratonu da ekliyor listesindeki yarışlara ve üçünde de altın madalya alıyor. Rakiplerini ezen bir tarzı var Zatopek’in, elinde değil! Süratlendiği anlarda dayanılması mümkün olmayan bir tempo yakalıyor ve diğerlerinin yapamadığı biçimde sürekli hızlanıp yavaşlayarak, sonunda vitesi iyice büyütüp arkasındakileri perişan etmeyi başarıyor her seferinde. Ellerini ayaklarını sürekli ve dikkat çekici biçimde sallayarak koşması, yüzünde hiç dinmeyen acı görüntüsü, başındaki sembol olmuş beresiyle kendine özgü bir sporcu. Bir süre sonra sürekli kazanmanın olumsuz sonuçlarını yaşamaya başlıyor tabii. Alışkanlık haline gelen, ‘sürekli kazanmak ve rekor kırmak’ da olsa, nihayetinde her alışkanlık gibi sıkıcı bir yanı var…
Zatopek’in yıllara yayılan yarışlarındaki başarılarını, endişelerini, yaşadığı aksilikleri neredeyse tek tek anlatıyor yazar. Hiç kuşkusuz Zatopek kadar ilgi çekici olan, yarışlarıyla iç içe geçen siyasi atmosfer, ulusal ve uluslararası gelişmeler, Zatopek’in sürekli ‘Parti’ kontrolü altında tutulması, çıkarılan engeller, siyasi baskı, Dubçek dönemindeki gevşeme ve ‘güleryüzlü sosyalizm’ ihtimali, Varşova Paktı müdahalesi ve sonrasında yaşananlar. Bir halk kahramanı olan Zapotek’in, işgal esnasında yaptığı Dubçek yanlısı konuşma nedeniyle önce madende çalıştırılması, ardından çöpçülüğe terfi ettirilip başkent sokaklarını temizlemek üzere görevlendirilmesi… Tabii tahmin edilebileceği gibi en tanınmış ve sevilen çöpçü oluyor büyük koşucu ve insanlar aracın üzerine atlayarak onun çöp toplamasına izin vermiyor! Bunu gören yarım akıllı ceberutlar, Zatopek’i çöpçülük görevinden de almak zorunda kalıyor! Hikâyenin sonunda bir ‘özeleştiri’ metni imzalatıyorlar (!) büyük koşucuya ve bu sayede Prag’taki spor bilgi merkezinin alt katında bir iş sahibi olabiliyor!
Eşi Dana da çok başarılı bir sporcu ve en büyük destekçisi. Bir ömür birlikte yaşıyorlar her ne oluyorsa ve başarılı ciritçi Dana Zatopkova, üç ay önce, 13 Mart 2020’de 97 yaşında yaşamını kaybetti.
Kitap çok heyecanlandırıyor insanı. Büyük bir yetenek, büyük bir hırs ve azim, büyük bir sporcu. Acı duydukça koşan, acılarının üzerine giden, hep kazanan, sonlara doğru kaybettiği yarışlardan da sırf koşabildiği için zevk alan biri. Kitabı, yalnızca koşmayı sevenler, koşunun gerektirdiği ve sağladığı zihinsel olgunluktan haberdar olanlara değil; bir işi aşkla, şevkle, tutkuyla yapmanın değerine inanan, kazanma hırsının kaybetmeyi kabullenme olgunluğunu da sağlaması gerektiğini düşünen, herkese tavsiye ederim. İyi ki yaşamış bu harika insanlar ve ne güzel kitaplar yazıyor kimi yazarlar…
Hazır koşmaktan açılmışken konu, belki bir koşu hikâyesi daha yazarım haftaya.
Bir kitap önerisi daha: Pek yakında tanıtmaya çalışacağım ama şimdiden önereyim: Çok önemli bir klasik olan Ernst Fraenkel’in “İkili Devlet” (Diktatörlük teorisine bir katkı) adlı eseri, Tanıl Bora’nın çevirisiyle İletişim’den çıktı. Haberiniz olsun.